Dağlıca Baskını etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dağlıca Baskını etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Temmuz 2016 Çarşamba

15 Temmuz'u soruştururken..

Gülen cemaatinin uzun zamandan beri ordu içinde etkili olduğu söyleniyor.
Ne zamandan beri ve ne ölçülerde?
Geçmişteki bazı olayları hatırlayarak bu konuda akıl yürütelim.

Mesela 28 Şubat.!?
Ergenekon ve Balyoz davasından, 15 Temmuz soruşturmasından edindiğimiz verilerle yeniden değerlendirmemiz gereken, şu an yaşadıklarımızı en fazla etkileyen tarihsel bir aşamadır 28 Şubat Operasyonu.
28 Şubat Refah Partisine ve onun Küresel Kapitalizmle çelişkili Milli Görüş ideolojisine yapılan bir tecavüzdü.
Bu tecavüz sonucunda Refah Partisinin siyasal rahmine AKP spermi konmuş oldu.
Sperm Refah Partisi rahminde karşılık bulunca bir süre sonra bu tecavüzün veledi zinası AKP, sezaryenle alındı.
28 Şubat oldukça sofistike bir kumpastı.
Eğer gerçekten kandırılma diye bir şey varsa o da Erbakan’ın başına gelmiştir.
O dönemde Erbakan Başbakandı, kendisi o günkü koşullarda ülkenin en üst siyasi otoritesiydi ve
Tansu Çiller'in de dışişleri bakanı olduğu 28 Şubat 1997'de olağanüstü toplanan Milli Güvenlik Kurulu toplantısında alınan, ordu ve bürokraside irticaya karşı mücadele süreci başlatılması kararına bizzat imza attı.
Görünüşte bu mücadele ordu ve bürokraside örgütlenen Cemaate karşı yapılacaktı ve Erbakan’ın da Gülen Cemaati ile çelişkisi vardı. O yüzden kendi siyasi sonunu hazırlayacak olan bu karara imza attı.
Oysa sonraki süreç hiç de sandığı gibi gelişmedi.
Bir yandan baş örtüsü üzerinden mağduriyet algısı yaratmaya yönelik uygulamalar başlatıldı ama diğer yandan İslami kesimde Gülen Cemaati harici yapılanmalar sindirilmiş oldu.
Bu süreçten Cemaat karlı çıktı. Mağduriyet algısını yaratacak kadar bir kaç kurban karşılığında aklanmış oldu, Ötesi mağduriyet tazminatı niyetine yakası bırakıldı. Ordu ve bürokraside örgütlenmesinin önü açıldı, Gücü giderek arttı.
O kadar ki Küresel Kapitalizmin çıkar ve gereksinimleri doğrultusunda Türkiye'yi formatlama işini üstlendi.
AKP’nin kuruluşuna bizzat önayak oldu.
AKP üzerine ittifak kurulmasının öncülüğünü yaptı.
Yayın organlarıyla, baş örtüsü üzerinden yapılan mağduriyet propagandasını ve yargıdaki etkinliğiyle de Erdoğan’ın göstermelik tutuklanması gibi çeşitli algı operasyonlarını bizzat yürüterek AKP’nin oy potansiyelinin artmasını sağladı.
İlk seçimde tek başına iktidar olamasının önünü bizzat Cemaat açtı.

Eğer gerçek anlamda bir “Paralel Devlet” soruşturması yapılacaksa 28 Şubat “postmodern” darbesi ve sonrası bu açıdan araştırılmalı.
Sadece 28 Şubat süreci değil, Gülen Cemaatinin devlet içindeki kadro gücü ve yayın organlarıyla AKP’nin bu derece güçlenmesindeki rolü de araştırılmalı.
Gülen Cemaatinin bu desteğinin karşılıksız olduğunu da söylemek mümkün değil.
Bu bir işbirliğidir.
28 Şubat'tan 15 Temmuz Darbe Girişimine giden yolun taşları bu işbirliği ile döşenmiştir.

Dağlıca Baskını, Ergenekon ve Balyoz Davaları …
2007’de 16 askerin öldüğü PKK'nın dağlıca baskınının 2010’da Cemaatin finanse ettiği TARAF gazetesinde haber edildiğini hatırlarsınız.
Haberi okuduğunuzda o baskının şikeli olduğu, TSK'dan bazı subayların bu baskının hazırlıklarına göz yumduğu, bu baskının PKK lehine sonuçlanmasına çalıştığı izlenimini ediniyordunuz.
Ahmet Altan, 27 Temmuz 2010 tarihinde bu haberle ilgili bir yazısında şöyle diyordu:
Dağlıca’ya baskın yapılacağını ordu biliyordu, istihbarat raporları bunu önceden bildirmişti, hiçbir önlem alınmamış, tam aksine Dağlıca taburundaki asker sayısı azaltılmış, PKK’nın geleceği yoldaki mevziler boşaltılmış, askerlerin el bombaları toplatılmış, komutan taburu bırakıp düğüne( size bir şeyler hatırlatıyor mu?) gitmişti.
Ordu, Dağlıca baskınını “bahane” ederek savaşı genişletmeyi, Kuzey Irak’a saldırmayı önermişti.
Siyasi iktidar bu öneriyi reddetmişti
Ardından Aktütün baskını geldi.
PKK’lıların baskına gelişi “uydular” tarafından adım adım izlenip Genelkurmay’a bildirilmiş ama gene hiçbir önlem alınmamıştı.
Ardından diğer baskınlar...
Hepsinde baskının yapılacağı önceden biliniyordu ve hiçbirinde önlem alınmıyordu.
Sonra Bugün gazetesi, Heron skandalını ortaya çıkardı.
MİT, “PKK’lıların zayiat vermemesi için Heron’un düşürülmesini isteyen iki subayın konuşmasını” kaydedip Genelkurmay’a bildirmişti ama Genelkurmay ciddi bir soruşturma yapmamıştı.
Geçtiğimiz cuma günü, Genelkurmay sözcüsü, “Heron skandalında isimlerin belli olmadığını” söyleyince dün Bugün gazetesi, bu konuyla ilgili olarak MİT’in kaydettiği diğer “subay” konuşmalarından yeni bölümler yayımladı.
Subaylardan ve generallerden oluşan epeyce “geniş bir örgüt” söz konusuydu ve konuşmaları kaydedilip hepsi Genelkurmay’a bildirilmişti.
O günlerde Yetmezci arkadaşların paylaşmaya doyamadığı bu yazıda TSK üst yönetiminin PKK’ya karşı mücadelenin olabildiğince kanlı ve uzun sürmesini istediğini vurgulanıyordu.

Aslında haberin önemli kısmı doğruydu.
Ahmet Altan’ın bu haberle ilgili yorumları da oldukça doğru ve mantıklıydı.
Ergenekon Davasının iddianamesini güçlendirecek “geniş bir örgüt” işaret ederken, Balyoz iddianamesinde yer alan senaryolara da bir yenisini eklemiş oluyordu.
Aradan altı yıl geçti.
Bugün bir kumpas olduğu açıklanan Balyoz Davası ile ilgili piyasa edilen birçok senaryonun benzeri, 15 Temmuz Darbe Girişimi’nde Cemaatçi subaylar tarafından uygulandı ya da uygulanmaya çalışıldı.
Yani bu senaryoların aslında gerçeğe dokunan bir yanı vardı.
O zamanlar ortaya çıkarılan o darbe planları da aslında gerçekti.
Tıpkı TARAF gazetesindeki haber ve bu haberle ilgili Ahmet Altan’ın yaptığı yorumlar gibi…
Ancak bütün bu doğru haberler ve yorumlara karşın ortada büyük bir yalan vardı.
Çünkü gerçeğin bir kısmı saklandığı ya da saptırıldığı zaman, görünen kısmının yarattığı algı ortadaki gerçeğin tam tersi olabilir.
Ahmet Altan o yazısında gerçekleri ustaca kullanarak, bir kısmını saklayıp, bir kısmını saptırarak, bir kısmını da öne çıkararak büyük bir yalanın mimarlığını yapıyordu.
27 Ekim 2007’de gerçekleşen Dağlıca Baskını ile ilgili ihmali kendisine servis edenlerle aynı zamanda bu kasıtlı ihmalin ardında olanlar aynı odaktan yönlendiriliyorlardı.

Alıntıda da görebileceğiniz gibi Dağlıca Baskınının olacağı Genelkurmaylığa bildirilmişti.
Peki o dönemde kimdi Genelkurmay Başkanı..?
Orgeneral Yaşar Büyükanıt…
9 Kasım 2005 Şemdinli olayları sırasında olay mahallînde bomba ve silahlarla yakalanan astsubay Ali Kaya hakkında derhal yaptığı "Tanırız kendisini, iyi çocuktur." şeklindeki beyanatıyla tanıdığımız;
27 Nisan 2007’de 3 ay sonra yapılan genel seçimlerde AKP’nin oyunun %12 artmasına neden olan e.muhtıranın, bizzat yazarı;
Üstelik bütün bunlara karşın hiçbir soruşturmaya uğramamış.
Aksine 4 Mayıs 2007 tarihinde Başbakan  Dolmabahçe Sarayı'nda gerçekleştirilen halvette Recep Tayyip Erdoğan’ın partneri ve sır ortağı olmuş.
Erdoğan tarafından, “O bir muhtıra değil bir fikir beyanıdır.” diye korumaya alınmıştı

Ahmet Altan gazetesinde ikide bir, sonradan bir kukla olduğu anlaşılan Yaşar Büyükanıt’a karşı efelenip, TSK’ne karşı güya direnmiş oluyordu.
O dönemlerde yetmezci arkadaşlarımızın gönlünde “çift yürekli demokrasi kahramanı” olurken, diğer yandan o bilgilerin kendisine bizzat TSK’den, hem de en üst düzeyden geldiği gerçeğini saklıyordu.
Ahmet Altan ustaca yazdığı yazıda ustaca gözlerden ırak tuttuğu bir şey de söz konusu şikenin tek yanlı olamayacağını bu şikenin bir de karşı tarafı olacağıydı.
Ahmet Altan Balyoz Davası boyunca TSK’ inde bir yapılanmanın AKP ve Gülen Cemaatini bitirmek için akla gelmedik kumpaslar yarattıklarını, sırf gerekli imajı yaratmak için katliam yapmaktan çekinmeyeceklerini yazıp durdu.
2007’deki Dağlıca Baskınını da bu kumpaslar zincirinin bir halkası olarak lanse etmişti.
Bugün görüyoruz ki asıl kumpas AKP ve Gülen Cemaatini gönendirmek amaçlıymış. Öne çıkarılan kumpas, aslında bir başka kumpasın bir unsuruymuş.
O kastlı ihmalin sorumluları, tasfiye etmek istedikleri subayları bu ve buna benzer planlarla ustaca ilişkilendirerek, hem tasfiye etmeyi başarmışlar, hem de uygun zamanda bu planları gerçekten uygulayacak olan kendilerini saklamışlardı.
Yani kumpasın üzerinde kumpas, üzerinde bir daha kumpas varmış.


Ve Hrant Dink cinayet davası..?
Balyoz Davasının iddianamesini desteklemek yönünde algı yaratmak amacıyla bizzat Cemaat tarafından organize edildiği bugün yapılan soruşturmalarla ortaya çıkıyor.
Peki, o dönemler bu algıya kör körüne destek veren “demokratlar” nasıl kandırıldıklarını anlatmayacaklar mı?
Nasıl bir algı operasyonuydu ki Hrant’ın ailesi dahil herkesi yanılttılar?

12 Eylül Anayasa Referandumu (Yetmez ama Evet süreci)
Belleklerimizi bir kere daha zorlayalım.
Hatırlar mısınız? Erdoğan,”Yargıdan arkadaşlara talimat verdik, konuyu araştıracaklar” gibi bir pot kırmıştı.
Böylesi bir potu kırmaktaki rahatlığı kendisine kim, hangi yapılanma ve hangi ortam sağlıyordu?
Yetmez ama Evet sürecinin sağladığı hukuksal ortam olabilir mi?
Bu süreç sayesinde yargıyı istediği gibi denetleyebilme lüksü olabilir mi?
Peki şimdi..?
Yargıda 2 bin 935 hâkim ve savcıya FETÖ soruşturmalarını, bürokraside, akademilerdeki tutuklamaları nasıl açıklayacağız.
Bu savcı ve hakimlerin kaçı  Erdoğan'ın hakaret davası açıp kazandığı davalara baktı..?
Kaçı Gezi Davalarındaki öldürme, göz çıkarma davalarını beraatla sonuçlandırdı?
Kaçı Soma Katliamı soruşturmasını hükümeti aklayarak sonuçlandırdı?
Asıl soru.?!
Peki, kaçı bugünkü mevkilerine Yetmez ama Evet süreci sayesinde geldi?
O zaman bir de şöyle düşünelim Yetmez ama Evet süreci de bir FETÖ kumpası mıydı?
Evet, bir kumpastı. Birlikte çalıştırılan bir kumpas…

15 Temmuz Darbe Girişimi soruşturması bütün bunlardan bağımsız irdelenemez ve soruşturulamaz.
Sadece hukuki olarak değil, sosyolojik olarak da incelenmesi gerekir.
Bu işbirliğinin yanında duran onca yazar, bilim adamı ve siyasetçinin bu hesabı vermeden sadece pozisyon değiştirerek geçiştirmesine izin verilemez.
Kaldı ki bunca kumpasın gölgesinde siyasi tercihlerimizi nasıl geliştireceğiz?
Bunca dezenformasyon altında zihnimizi nasıl işletip siyasi rotamızı belirleyeceğiz?
Adeta bir matruşka serisinin içine hapsolmuş gibiyiz.
Tam kumpasın içinden çıktığımız düşündüğümüz anda aslında daha büyük bir kumpasın içinde olduğumuzu fark ediyoruz.

Şimdi burada bir daha düşünelim.
15 Temmuz Darbe Girişimini püskürterek en büyük matruşkanın içinden de çıkmış mı olduk?
Yoksa 15 Temmuz Darbe Girişimi de aslında daha büyük bir kumpasın kapsamındaki, içinden çıktığımızı sandığımız bir matruşka mıydı?
Asıl büyük matruşkayı yani daha büyük kumpasın varlığını sorgulama hakkımız, dahası görevimiz yok mu?

Bu soruşturmanın bir de vicdani yanı var.
15 Temmuz’u vicdanlarımızda da soruşturmalıyız.
Savcısı da, yargıcı da, sanığı da bizler olacağımız bu soruşturma, bundan beş-altı yıl önceki paylaşımlarımızı, tartışmalarımızı inceleyerek başlayacaktır.