ABD Emperyalizmi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ABD Emperyalizmi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Aralık 2017 Cuma

"DERİN DEVLET ERDOĞAN'I ELE GEÇİRDİ??!" ZIRVASINA GİRİŞ: DERİN DEVLET (2)

Bu yazı, "Derin Devlet Erdoğan'ı Ele Geçirdi" zehirli zırvasının irdeleneceği seri yazıların ikincisi.
Bir önceki yazımda (1); zırvanın içinde geçen "Derin Devlet" kavramının sığ ve belli bir amaca yönelik çarpıtmalar içeren kullanımlarını irdelemiştim.
Bu yazıda Derin Devlet kavramının daha nesnel tanımı üzerine tartışmayı amaçlıyorum.

Derin Devlet siyasi literatüre; Kontrgerilla, JİTEM, Özel Harp Dairesi gibi kavramların bir kombinasyonu olarak girdi.
Ama hemen hepsinin kökeninde Gladyo vardır.
Gladyo, soğuk savaş döneminde NATO tarafından,  Varşova Paktının olası bir işgaline karşı kurulmuş, bir cephe gerisi örgütlenmesinin(!), İtalyancadan türeyen adıdır.

Ülkemize özgü kavramlar olarak yukarıda saydığım tüm yapılanmaların asıl bağlantılı olduğu, türediği, esinlendiği yapılanmadır.
Özellikle Varşova Paktının olası bir işgaline karşı kurulmuş olma iddiası taşıdığı için, ülkelerin ırkçı şoven yapılanmalarıyla kolayca ilişki kurar. Onlara göre; ülkenin tüm komünist, solcu ve demokrat kişi ve siyasi yapılanmaları potansiyel bir Varşova Paktı casusudurlar ve etkisiz hale getirilmeleri gerekir.

Yasaların ve devletin meşru kurumları yetersiz kaldığı durumda devreye girerler.
Gladyo, temelde NATO'cu ve Amerikancı olsa da "devletin ve milletin yüce menfaatleri" adına çalıştıklarını iddia ettiği için zamanla Derin Devlet adıyla anılmayı başarmıştır. Oysa "Devletin ve milletin yüce menfaatleri" adına çalıştıkları iddiası nasıl sinsi bir algısal tuzaksa, Derin Devlet diye adlandırılması da aynı şekilde bir algı yönlendirmesidir.
Bugün de aşağıda tartışacağımız üzere, -literatüre o şekilde girdiği için- Derin Devlet diye söz ettiğimiz şey, aslında NATO'cu Gladyonun kendisidir.

Bir önceki yazıda değinmiştim. Derin Devletin genel geçer tanımı;"Devleti ve rejimi koruduğunu öne sürerek, devlete ve rejime karşı saydığı gelişimleri önlemek için her türlü eylemi yapabilen bir tür gizli örgüt..." şeklindedir.
Bu tanımı Google'ın sözlüğünden aldım.
Özellikle öyle yaptım, çünkü genel geçer ve bir iki cümlelik, kompakt bir tanımla başlamak istiyordum.
Bunun için kendimdeki ve İnternetteki kaynakları araştırdım bunu buldum.
Yoksa bu tanımı benimsediğimden değil, kompakt tanımların yetersizliğini tartışarak göstermek istedim.

Eğer kompakt bir tanım arıyorsanız diğerleri de pek farklı değil.
Doğal olarak böylesi tanımlar, o şeyi -tanımlanmak istenen kavram, nesne, olgu, olay, vs.- tam tanımlamıyor.
Örneğin Baskın Oran'ın; "Derin Devlet, şiddet kullanımı durumunda Devletin tanımından ‘meşru’ kavramının düşmesi sonucu meydana gelen oluşumdur."(2) şeklindeki "ultra kompakt" tanım da tanımlayamıyor bence.
O da ilk tanımda yer almayan "şiddet kullanımında ‘meşru’ kavramının düşmesi" durumu ile yetinerek eksik bir tanım yapmış oluyor.

Google'ın tanımı, meşru olmayan eylemlere özel bir vurgu yapmaksızın "her türlü eylem" demekle yetiniyor.
Baskın Oran'ın tanımı ise; bu meşru olmayan eylemin "devleti ve rejimi korumak adına" yapıldığına, şiddet içermeyen ama gayrı meşru olan diğer yöntemlerin de "devlet adına kullanılan şiddet" sayılabileceğine yeterli vurguyu yapmamış oluyor.

Ama çok daha önemlisi, birinci tanımda var olan "Gizli örgüt" kavramına hiç değinmiyor. Hatta bu tanımın yer aldığı yazısını okuduğumuzda bunu özellikle yaptığını görüyoruz.
Şöyle diyor Baskın Oran, "Bu kavramın illa belli bir örgüt şemasının bulunması gerekmez."
Böylece belki de Derin Devletin en önemli özelliğini önemsizleştirmiş oluyor.

Ben; her iki tanımdaki kendimce tespit ettiğim eksikliklerin, kompakt hale getirmenin teknik zorluğundan da kaynaklanabileceğini kabul etmekle beraber, önemli olduğunu düşünüyorum.
Üstelik her iki tanımdan bir kombinasyon yapılsa da eksiklik giderilmiş sayılmıyor. 
Örneğin; Derin Devletin dayandığı sınıfın da bu tanımın içinde belirtilmesi gerekir.

Sanırım, Derin Devletin kompakt bir tanımını yapmak yerine, -kendimizce tespit ettiğimiz diğer eksikliği de tamamlayarak- zamanla gelişen duruma göre eklenip çıkarılabilecek maddeler halinde yapmak daha doğru olacak gibi duruyor.

Bu durumda, Derin Devleti şöyle tanımlayabiliriz;

  1. Devleti ve rejimi koruma adına
  2. Devlete ve rejime karşı saydığı gelişimleri önlemek iddiasıyla ama gerçekte egemen sınıfın (günümüz koşullarında Küresel Sermaye) çıkarlarını korumak amacıyla
  3. Devletin meşru kurumları, mekanizma ve araçlarını, (Emniyet, Ordu ve yargı, silah, otomobil, bina gibi) hemen bütün olanaklarını kullanarak,
  4. Her türlü  eylem ve yöntemi, - şiddet, komplo ve yargı tuzakları dahil- hukuka, hakkaniyete ve aleniyete (açıklığa) uyma kaygısı taşımaksızın yapıp kullanabilen
  5. Devlet yapılanması içerisinde ama kendi hiyerarşik yapısına sahip bir gizli örgüt.
Elbet başka maddeler eklenebilir.
Gizli örgüt kavramının, Baskın Oran'dan aldığım ikinci tanımda olmamasını, tanımın bir eksikliği olarak görmüyorum.
Çünkü bu bir eksiklik değil, bir bakış açısı farkı...
Baskın Oran; bu farklı bakış açısını 2006 yılında bir yazıyla ortaya koyuyor. Sonraki süreçte de 2010 Anayasa Referandumu tartışmalarında 'Baskın' rol alarak ve Ergenekon Davalarını hilafsız destekleyerek farklı bakış açısını sürdürüyor.

Bu konu, üzerine biraz daha ayrıntılı konuşmayı gerektirir.
Zira bu fark, "Erdoğan'ı Derin Devlet Ele Geçirdi" zırvasının üretilmesine kadar varan temel, mantıksal bir bakış açısının farkı.
Baskın Oran, Derin Devleti tanımlarken aslında devletin ıslah olmaz bir hastalığını tanımlamaya çalışıyor.
Kendisi; Devletin şiddet kullanımında gayrı meşruya düşmesinin Derin Devletin oluşmasına yettiğini söylüyor.
Bunun için, -verdiğim linkten(2)yazının tamamını okursanız görebilirsiniz- bir örgüt şemasına gerek olmadığını, hatta bu gayrı meşru şiddet uygulaması -örneğin işkence- belli bir plan dahilinde ise, bir kişi tarafından bile yapılıyorsa Derin Devlet kapsamına gireceğini söylüyor.
Böyle bir tanımla, kendisinin de yazısının başında sözünü ettiği(3) NATO'cu Gladyo'yu es geçmiş ötesi, aklamış oluyor.

Baskın Oran'ın tanımına göre Derin Devlet, Devletin içinden sökülüp atılması gereken habis bir ur değil de aslında 'Devletin bir hali', yani devletin bizzat kendisi oluyor.
Bu durumda, "o 'habis urun' sökülüp atılmasının imkanı yok, devletin bizzat kaldırılması gerekir" algısı ortaya çıkıyor.
İşte tam da bu noktada akla bir soru geliyor; Devlet, Kim tarafından, kimin adına ve nasıl bizzat kaldırılmalı?
Bu sorunun yanıtı pek tartışılmıyor olsa da bu 'yanıtsızlık' üzerinden akıl yürüttüğünüzde "kim ve ne adına olursa olsun" sonucuna varıyorsunuz.
Bu algı Baskın Oran'ın yazısında bizzat dile getirilmiyor ama bulunduğu çevrede herhangi bir sınıf adına olma şartı olmadan Devlet'in ortadan kalkması gerektiği bolca dillendiriliyor.

Elbette bu algı o çevrede salt Baskın Oran'ın ilgili yazısıyla oluşmuyor.
Devletin "kim ve ne adına olursa olsun" kaldırılması gerektiği algısı, Küresel Hegemonyanın deneyim, finans, teknoloji desteğiyle yaratılıyor. Ustaca üretilen uygun argümanların bombardımanıyla yönlendirilen zihinler, bu 'gereklilik' kanısına bir çıkarsama sonucu varıyorlar.
Küresel çapta bir 'rıza üretimi' bu... Daha doğrusu henüz yeterlilik kazanmasa da hızla yürütülen bir "Rıza Üretim Süreci"...

Bu sürecin ülkemizde ve dünyada bir çok süreci ve bir çok kavramı bu arada 'Devlet' ve 'Derin Devlet' kavramlarını da etkileyen Küreselleşme süreciyle yakın ilgisi var.
Yukarıda Gladyo'un, literatüre Derin Devlet olarak girdiğini, aslında doğru tanımının "Anerikancı Gladyo" olduğunu ve bunu tartışacağımızı, altını çizerek belirtmiştim.

Şimdi o tartışmaya başlayalım.
Gladyo'nun Varşova Paktının olası bir işgaline karşı kurulmuş olma iddiası abartılıydı ama, ülkelerde sosyalist devrimlerin olmasını, onu bırakın Sovyetler Birliği ile ikili ilişkilerin gelişmesini, demokratik ve antiemperyalist dönüşümlerin gerçekleşmesine karşı olduğu bir gerçekti.

70'li yılların sonuna kadar Emperyalizm ulusal devletleri destekledi.
Bunun nedeni hem o ülkelerde kapitalizmin gelişmesine, hem de işbirlikçi hükumetlerin yönetiminde Sovyet Blokunun karşısında güçlü devletlerin varlığına önem vermesiydi.
O dönemlerde Gladyo'nun "devletin ve milletin yüce menfaatleri" adına hareket ettiği iddiası, kısmen de olsa gerçekle uyuşuyordu.
Yani, Gladyo'nun Derin Devlet olarak anılmasının bir mantığı ve temeli vardı.

MHP ve Gladyo ittifakı gün gibi ortadaydı. Ülkü Ocakları bünyesinde yer alan "Komandolar" Devlet desteği ile kamplar kuruyor, işledikleri cinayetler örtbas ediliyordu.
Yetmişli yıllarda özellikle 1973'ten sonra gerek sınıf hareketi, anti-emperyalist, sosyalist hareketlenme ivme kazanmıştı. Bir yandan ilerici devrimci yapılanmalar güçlenirken, diğer yandan İlerici ve devrimcilere yönelik saldırılar da çoğalıyordu.

1980'e doğru yaklaştığımızda ilerici kalkışmayı bastırmak amaçlı yürütülen terör başka nitelik kazanmaya başladı.
Salt "terör amaçlı" şiddet olayları görülmeye başladı. Sivillere, olaylardan uzak duran öğrencilere yönelik şiddet olayları arttı.
Duraklar taranmaya başladı. Aydınlar teker teker cinayete kurban gidiyordu.

Gladyo'nun başka bir hesabı daha vardı; 12 Eylül gibi bir darbenin zeminini hazırlamak..!
12 Eylül Faşist Darbesinin 12 Eylül mahkeme tutanakları bütün o olayların arkasındaki gücü, özellikle Ülkücülerle Gladyo'un arasındaki ilişkiyi aslında ortaya çıkarsa da üzerine gidilemedi. Gidilmedi.
Terörün kökünü kazımak iddiası ile gerçekleştiren 12 Eylül Darbesini gerçekleştiren iradenin asıl amacı bu değildi.
Olamazdı, ortada -bir plan dahilinde yürütülen- amaç birliği vardı.
12 Eylül Faşist darbesi ulusal ve uluslararası bir çok gelişmenin sonucunun maddeleşmiş haliydi.
Yeni süreçlerin başladığı, bir çoğunun bittiği -ya da bitirildiği- bir dönemde gerçekleşti.

Evet, 12 Eylül; biten ya da bitirilen, başlayan ya da başlatılan birçok sürecin neden olduğu bir sonuçtur ama, aynı zamanda kendisi de bir çok süreç başlatmış ve bitirmiştir.
Yarattığı baskı ve zulmun ağırlığı altında görülmeyebilir belki ama aslında Devletin kendini tasfiye etmesi sürecini 12 Eylül Faşist Darbesi başlatmıştır.
Devletin en güçlü konumda olduğu bir aşama ile ilgili böyle bir iddiada bulunmak, okuyucuya abartılı ve çelişkili gelecektir ama bu yazının amacı da -eğer altından kalabilirsek- bu çelişkiyi çözümlemek en azından tartışmaktır.
Bu tartışma; Devlet ve 
Derin Devletin ne olduğu, birbiriyle ilişkisi ve bu ilişkinin Küreselleşme sonucu vardığı aşama gibi ayrıntılar üzerine olmak zorunda.
Bu konuyu tartışacağız ama bir sonraki yazıda...

Şimdilik devletin bu niteliksel dönüşümünün başlangıcının doğaldır ki Derin Devlet olgusunun dönüşümünün de başlangıcı olduğunu ve her iki dönüşümün de bir birini etkileyerek, birlikte yürüdüğünü hatırlatmak istiyorum.

Elbette bunu da tartışmak gerekiyor ve elbette o da bir sonraki yazıda.

Nadi Öztüfekçi
29 Aralık 2017



(1) http://nadioztufekciyazilari.blogspot.com.tr/2017/10/derin-devlet-erdogani-ele-gecirdi.html

(2) http://baskinoran.com/gazete/312)Derin(09-06-2006).rtf

(3) Baskın Oran ilgili yazısının Derin Devletin NATO tarafından kurulan Gladyo  ile direkt ilgisini kabul ediyor. Hatta aynı yazıda "bizim Mülkiye’de çıkardığımız Türk Dış Politikası kitabının (İletişim Yay. 2001) ikinci cildinin 220. sayfasında ayrı bir “kutu” halinde anlatılıyor." diyerek bu konuda yaptığı incelenmelerinin de olduğunu söylüyor. Ama sonraki tanımlarında örneğin 2006 yazdığı bu söz konusu yazıda bunu inkar ediyor.

27 Kasım 2017 Pazartesi

ZARRAB DAVASI TUZAĞI ve MÜHRE KUŞU...

Zarrab davasının da içinde olduğu bu iğrenç tezgah, Küresel Kapitalizmin, Emekçi Anadolu Ulusuna karşı bir saldırısıdır.
O yüzden Zarrab Davasını Erdoğan'ın kişisel meselesi olarak ele alınmasına ben karşıyım.
Bir kere bu saldırı Erdoğan'a karşı değil...
Değil, çünkü Erdoğan bu saldırının hedefinde değil, saldırıda kullanılan bir unsur...
Bu saldırının Erdoğan'a da karşı yapılıyor görünmesi saldırının bir parçası.
Tıpkı NATO tatbikatında Atatürk'le birlikte anılmasını sağlayan tezgah gibi...
Küresel destekli algı odaklarının ustaca hazırladığı zemin, -zaten bu konunun ustası olan- Erdoğan'ın, bu davanın da mağduru olmasına yardım etti.
Bu durum Erdoğan karşıtı cephede kafa karışıklığına yol açtı.
Erdoğan'ın 2019 -veya öncesi-  Anayasanın son haliyle Cumhurbaşkanı seçilmesi Emekçi Anadolu Ulusuna karşı yapılan saldırının son aşaması olacaktır.
Zarrab Davası yarattığı kafa karışıklığıyla 2019 seçimlerinin bir propaganda çalışması işlevi görmekte.

Keşke bütün olup bitenler gözümüzün önünde olsaydı da olan biten hakkında somut verilere dayanan düşünce üretebilseydik.
Ne yazık ki medyaya yansıyanlarla yetineceğiz.
Ama bu, medyaya yansıyan haberlerin olduğu gibi kabullenilmesi anlamına gelmiyor. Bize  yansıyanlar üzerine akıl yürütmemiz elbette mümkün.
Benim yukarıda söylediklerim de bir akıl yürütmenin sonucuydu.
Bu sonuca nasıl vardığımı, kendimce yürüttüğüm akılı bu defa birlikte yürüterek anlatmak istiyorum.

ABD yöneticileri ile Türkiye'nin yöneticileri arasındaki görüşmeler sizce medyaya yansıdığı şekilde mi geçiyor?
Ya da daha somut soralım, Erdoğan ve Yıldırım ABD temsilcileriyle görüşürken medyada bize yansıyan tarzda mı görüşüyor?
Yani kafa tutarak, rest çekerek ya da itham ederek..?
Hiç sanmıyorum.

Farkındasınızdır, hiç bir ABD tepe yöneticisi ne Erdoğan'a ne de Yıldırıma yanıt bile vermedi.
Kaç gündür Zarrab davası nedeniyle ABD'ye yönelik suçlamalara tek yanıtı, ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Heather Nauert günlük basın brifinginde bir gazetecinin sorduğu soru üzerine verdi.
Yani ABD yetkilileri de biliyor ki Erdoğan ve Yıldırım'ın bu atıp tutmalarının muhatapları kendileri değil.
Erdoğan ve Yıldırım'ın  bütün bu ithamları, efelenmeleri falan tümüyle Türkiye kamu oyuna yönelik.
2019 (ya da  daha öncesi) yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde yeni bir mağduriyet ve kahramanlık öyküsü yaratma amaçlı bir algı çalışması.

Zarrab'ın itirafçı olacağı başından beri biliniyordu.
Hem ABD yetkilileri, hem onun rahatlıkla ABD'ye gitmesine izin veren Türkiye yetkilileri, hem de Zarrab'ın, ABD'ye gittiğinde  tutuklanacağını, dava açılacağını ve davanın itiraf anlaşmasına kadar varacağını bilmemelerinin imkanı var mı?
Yoksa Zarrab ABD'nin kendisine karşı suç işlediğini iddia ettiğini ve tutuklanacağını bile bile ABD'ye neden gitsin?
Zarrab kendisini bu kadar destekleyen, kendisi adına "Nota" vermeyi göze olan Türkiye'de kalmayı tercih etmiyor, ABD'ye gidiyor ve bütün bu gelişmeleri önceden bilmemesi mümkün olmayan Türkiye de onun ABD'ye gitmesine izin veriyor..?
Ortada açık bir mantıksal tutarsızlık var.
Öyle ya..?
Normal koşullarda -Binali Yıldırım'ın söylediklerine bakarsak- Türkiye'nin 'milli menfaati' gereği ABD'nin ambargosunu delmeyi göze alan Erdoğan-AKP iktidarı, Zarrab'ın ABD'ye gitmesine neden engel olmasın?
Demokratik ve meşru olmak adına mı? (Neyse.. Bu soruyu sormamış olayım.)
Asıl sorulması gereken soru şu; Türkiye Zarrab'ın ABD'ye gitmesine engel olabilir miydi?
Hayır olamazdı elbet. Sorun şu ki engel olabilse bile olmazdı.
Zarrab'ın  ABD'ye gitmesi bu mağduriyet senaryosunun bir parçasıydı.
Zarrab'ın itiraf edecekleri zaten ABD açısından başından beri bilinen şeylerdi.
Eğer ABD, Erdoğan iktidarını "Ambargoyu deldi" gerekçesiyle zor durumda bırakmak isteseydi Zarrab'ın itiraflarına ihtiyacı olmazdı.
Uzaydan çekilen petrol tankerlerin görüntüsü yeter de artardı bile.
Kaldı ki sorun Türkiye'nin ambargoyu delmesi falan da değil.
Türkiye bu ambargoyu ABD'nin nezaret ve onayında delmişti. Yani ortada ambargonun delinmesi gibi durum da yok.
O zaman sorun ne? ABD Zarrab'tan nasıl bir itiraf alacak ki bunun adı "17-25 Aralık benzeri bir darbe girişimi" olacak?
İşte sorun tam da burada..!
Bence ABD Erdoğan'a tuzak falan hazırlamıyor. Buna ihtiyacı yok.
Erdoğan Gülen Cemaati ile işbirliği yaparak iktidara gelmeyi kabul ettiği andan Küresel Kapitalizmin bir projesi olmayı da kabul etmiş oldu.
Tuzak Emekçi Anadolu Ulusuna kuruluyor.

Mühre Kuşunu bilir misiniz?
Ördek, kaz gibi av canlılarını avlamakta kullanılan bir yöntem vardır. Önce o türün bir ya da bir kaçı yavruyken yakalanıp evcilleştirilir beslenir eğitilir. Yetişkin hale geldiğinde de "kendi türünü" tuzağa çekmek için kullanılırlar.
Bu, beslenip eğitilen, avcıların göz bebeği kuşun adına "mühre" ya da "mühre kuşu" denir
Bir ABD projesi olarak Erdoğan, aslında bu tuzakta kullanılan bir mühre kuşu...

Erdoğan ailesinin Dolara olan giderek artan iştahları, yaptığı yatırımlar vs. Küresel Kapitalizm ile bağlarını da giderek güçlendirdi, güçlendiriyor.
Bağlar güçlenirken bağımlılık da, yüklendiği misyonun Erdoğan'ın omuzlarındaki ağırlığı da artıyor.
Erdoğan, bir mühre kuşu olarak bu misyonunu yerine getirmek için her fırsatta bağırıp çağırıyor. Çünkü mühre kuşunun kesilip yenmemesi için görevini yerine getirmesi gerekir.
Kafası karışmış taraftarlarını ve kafası karıştırılmış karşıtlarını 2019 Seçimlerinde yanına çekmeyi başarması ve yeni anayasa eşliğinde tek kişilik iktidarını kurması gerekiyor.
Çünkü asıl misyonunu ancak o zaman yerine getirebilir.
Mühre kuşu kullanılarak kurulan tuzaklar onun çağrılarına uyan kendi türüne ait kuşlara yöneliktir. Ama bir çok kez, -hazır ayağı bağlı kuşu avlama hevesindeki- çaylakların da böylesi tuzaklara düştüğü olur.

Zarrab Davası aslında kendisini deklare eden bir tuzak. Karşıdan baktığında bir tuzak  olduğu anlaşılması için ne gerekiyorsa yapılmış.
Anlaşılması istenmeyen, gizlenen, kavram kargaşası yaratılan, gürültüye getirilen yanı bu tuzağın kime karşı kurulduğudur.
Tuzak Emekçi Anadolu Ulusuna, onun kazanımlarına, bütünlüğüne ve geleceğine kuruldu.
2019 seçimlerine yaklaştığımız şu günlerde "bu millet meselesidir Erdoğan'ın yanında olmak lazım" gibi söylemler bu tuzağın etkisini çoğaltıyor.
Ama "Erdoğan köşeye sıkıştı" ya da  "Erdoğan'ın ipi çekildi" gibi yorumlar da aynı işe yarıyor.
Tıpkı mühre kuşunun  feryatlarına kanan çaylakların gürültüsüne benziyor. Ezkaza kanmaya görün, ava giderken avlanmanız işten bile değil.

Aslında Muhalefetin içinde Erdoğan'la  ABD  arasındaki çelişkiye(!) gerçeklik payesi yükleyen çok geniş bir kesim var.
Bu çelişkiye farklı anlam yükleseler de sonuçta aynı temel algıya çıkıyor.
Bir nedenden dolayı Erdoğan esirgenmiş, ABD ile olan ilişkilerinden dolayı da aklanmış oluyor.
Halk Tv, Tele 1 gibi kanallarda yorum yapan bir çok gazeteci ve yazar, "Her ne kadar  Erdoğan'ın hatası -ya da  suçu- olsa da bu davanın sonucunda Cumhurbaşkanının kişiliğinde Türkiye mahkum edilmek istiyor." gibi bir düşünce ile "Erdoğan'ın yanında durmak lazım" gibi bir algı yaratıyorlar.
En azından Erdoğan'la ABD arasındaki çelişkiye gerçeklik yüklemiş oluyorlar.
AKP'li olmasalar bile asla Erdoğan muhalifi sayamayacağımız Vatan Parti'si ve MHP'nin söylemleriyle bilerek ya da bilmeyerek aynı paralele düşüyorlar.

Kemal Kılıçdaroğlu, Bülent Tezcan gibi CHP yöneticilerinin "Zarrab Davası milli mesele değildir." gibi söylemleri de karşıdan bakıldığında, "Bize ne?", "Oh, iyi oldu" gibi bir izlenim bırakıyor.
Sonuçta bu tavır da Erdoğan'la ABD arasındaki çelişkiye gerçeklik yüklemiş oluyor.

Benzer bir tavrı da genelde Kürt Hareketi ekseninde hareket eden söylem keskini solcular gösteriyor.
Gerçi onların tavırları izlenimden öte, açık açık, "Oh iyi oldu" hallerindeler.
ABD ile Erdoğan arasındaki bu göstermelik çelişkiden, adeta medet umuyorlar.
ABD'nin bu dava sayesinde Erdoğan'ı köşeye sıkıştırıp bir takım "Demokratik dönüşümlere zorlar mı?" beklentisi içindeler.
Oysa o demokratik dönüşümlere(!) Erdoğan'ın çoktan hazır olduğunu, buna direnç gösterenin Erdoğan değil de Anadolu Ulusu olduğunu görmüyor ya da görmezden geliyorlar.
Asıl amacın da Emekçi Anadolu Ulusunu bu tuzağa düşürmek olduğu akıllarına bile getirmiyorlar.
Hani yukarıda, mühre kuşu tuzağını anlatırken, kendilerine yönelik olmadığı halde, hazır ava konmaya çalışırken tuzağa düşen çaylaklardan bahsetmiştim ya..?
İşte bizim söylem keskini solcularımız da bu çaylakların konumuna düşmekteler.
Genelde olduğu gibi ava giderken avlanmaya hazırlar.

Sonuç olarak;
Farklı yorumlansa da Erdoğan'ın ABD emperyalizmi arasında çelişki olduğu algısı birbirinden çok farklı kesimler arasında oldukça yaygın.
Çünkü bu algı, bana göre çok ustaca tekniklerle, küresel destek ve deneyimler eşliğinde yerleştiriliyor.
Ben bu çelişkinin büyük oranda mizansen olduğunu düşünüyorum.
Bu davanın sonun Erdoğan'ı zor durumda bırakacak şeyler açığa çıkmayacak. Amerikan yargısı sonuçta adına görev yaptığı devlete karşı işlenen suçlar üzerinden bu davayı yürütüyor.
Yani Türkiye'de sağcısıyla solcusuyla büyük çoğunluğun nefret ettiği ABD'ye kaşı işlenmiş suçlar.
Türkiye'ye karşı işlenmiş, Erdoğan'ı 2019 seçimlerine yıpratacak suçlar ortaya dökülmeyecek.
Böylesi suçlar varsa bile -ki büyük olasılıkla var- Erdoğan'a yüklendiği misyonları hatırlatma açısından yaptırım amaçlı koz olarak kullanılacaktır.
Yani bu mahkemenin sonucunu dört gözle bekleyen çaylaklar bence fazla umutlanmasın.

Yazının başında dediğim gibi, bu yazı bir akıl yürütme.
Ben ortak akla inanmam, elbette farklılıklar olacaktır. Ama bir de benim bakış açımdan bakmayı deneyin.
Erdoğan-ABD çelişkisinin bir mizansen olduğunu, gerçek olmadığını bir defalık da olsa kabul ederek bakın.
Ardından Erdoğan'a ve ABD emperyalizmi hakkında düşüncelerinizi şöyle bir gözden geçirin.
Düşüncelerinizin hangi bakış açısıyla daha tutarlı oluğunu test edin.
Eğer Erdoğan'ın değiştirilmiş anayasa eşliğindeki tek adam rejiminin çok önemli bir toplumsal gerileme olduğunu ve bunu engellemek gerektiğini düşünüyorsanız; bunu, Erdoğan-ABD çelişkisini gerçek kabul ederek başaramazsınız.
Yine ABD emperyalizmini ve Küresel kapitalizmi insanlık ve Dünya için bir bela olduğunu ve mutlaka önüne geçilmesini düşünüyorsanız; bunu da Erdoğan-ABD çelişkisini gerçek kabul ederek başaramazsınız.

Mühre kuşu avcılar için çok değerlidir. Kolay yetiştirilmez. O yüzden kolay kolay harcamak istemezler.
Ta ki, o avlakta mühre kuşu aracılığıyla tuzağa düşürebilecekleri av canlılarının hepsini avlayıncaya kadar.
Ya da mühre kuşunun foyası ortaya çıkıncaya kadar.
O iş de bize düşüyor.

Nadi Öztüfekçi
27 Kasım 2017
















1 Ağustos 2017 Salı

KÜRESEL SERMAYE Mİ, EMPERYALİZM Mİ?

Küresel Sermayenin çeşitli yazılarda veya konuşmalarda kullanım şekillerindeki çeşitlilik gösteriyor ki Küresel Sermaye kavramı insanların kafalarında farklı algılar yaratıyor.

Birçok yazı ve anlatımda Küresel Sermaye, sektörel bir kategori üzerinden tanımlanıyor.
Örneğin, sadece finans şirketlerini, ya da bilgi teknolojileri, yazılım sektörünü;
bazen de döner sermaye ağırlıklı, yüksek katma değerli ürünleri üreten ya da pazarlayan firmaların küresel çapta olanlarını Küresel Sermaye diye tanımlayanlar var.
Ya da Küresel çapta yatırımları olan şirketlerin her birini tek tek Küresel Sermaye anlamında kullanıldığını da görüyoruz.
Daha bir çok, Küresel Sermayeye değişik anlam yükleyen kullanımlar da var.
Ama, sermayenin küreselleşmesinin tarihçesi, bu sürecin aşamalarının ne olduğu, bu süreci hızlandıran nesnel ve öznel faktörler üzerine konuşulduğunda -özellikle akademik çevrelerin araştırmalarında- konu biraz daha şekilleniyor ve üzerinde ortaklaşılıyor.
O durumda bu ortaklaşmanın üzerinden bir tanıma varmak en iyisi.
Küresel Sermaye, sermayenin küreselleşmesinin yani bir sürecin, üstelik devam edegelen bir sürecin neden olduğu bir olguysa, tanımını da ona göre yapmak gerekir.
Öncelikle bir süreç ortaya çıkarmışsa, Küresel Sermaye yeni bir olgudur.
Ama yeni bir sermaye türü değildir. Çünkü; diğer tüm sermaye türlerini kapsar.
Örneğin: 'Uluslararası Tekeller'i, 'Çok Uluslu Şirketler'i ve Ulus Ötesi' diye tanımlanan Sermaye oluşumlarını da -ki ben bunlara  Küresel çapta Tekeller (*)demeyi yeğliyorum- kapsar.
Çünkü Sermayenin Küreselleşmesi süreci bu Küresel çapta Tekellerin -dünyanın diğer sermaye yapılanmalarıyla ortaklaşmak, ortak üretim, ortak pazarlama yapmak amacıyla- önderliğinde küreselleştirmeye dönüşmüştür.
Yani zaten Küresel Sermayenin bir unsuru olan Küresel Çapta Tekeller kavramı da tek başına 'Küresel Sermaye'yi her yönüyle kapsayamıyor.
Neden..? Çünkü Bir sermaye yapılanmasının Küresel olması o sermayenin büyüklüğü ile ilgili değildir.
Günümüzün bilişim ve teknolojik olanakları her hacimde, her sektörde, her coğrafyadaki sermayeye küreselleşme olanağı tanımaktadır.
Dünyanın her yerinden irili ufaklı sermayenin Küresel Piyasaya girmesinin zeminini bizzat Küresel Çapta Tekeller ön ayak olarak hazırlamıştır.

O zaman Küresel Sermayeyi nasıl tanımlamalıyız? Yani sermayenin Küreselleşmesinin getirdiği yeni bir olgu ama yeni bir sermaye türü değilse nedir?
Küresel Sermaye; Dünyadaki tüm sermayenin hacim, sektör, blok, coğrafya, etnisite ve ulus gibi niteliklerden bağımsız, hepsinin kesişme ve ortaklaşma alanıdır.
Hemen hepsinin ortak çıkarlarını, olmazsa olmazlarını ve yaşamsal varlıklarının devamlılığını gözetir.
Ortak bir bilincin, ortak sınıfsal kaygıların, ortak hedeflerin, ortak sorunların ve kendi iç çelişkilerinin çözümünün temsil alanıdır.
Sermayenin Küreselleşmesi ve Küresel Sermayenin ortaya çıkışı da işte bu çelişkileri ve sorunları Sermaye açısından çözmek çabasının bir sonucudur. Bu çaba ilginç ve bir o kadar doğaldır ki bu çelişkileri ve sorunları bizzat çıkaran Küresel çapta Tekeller öncülüğünde yürütüldü yürütülüyor.
Bu çabalar Amerikan finans ve sanayi sermayesinin, -bloklar arası savaşın, daha doğru tanımla, 2. Dünya Emperyalist Paylaşım Savaşının dünyayı kasıp kavurduğu günlerde- 1941'lerde kurulan bir komisyonla başladı.
Konseyin amacı o günden şöyle belirleniyor; "Amerikan finans ve sanayi sermayesinin ihtiyacı olan materyalleri 'mümkün olan en az stres ve zahmetle' elde edebilmek için gerekli ekonomik ve askeri hakimiyetin tüm dünyada kurulması"
Komisyonun kuruluş belgelerinde yer almasa bile bu amacın gerçekleştirmenin yolu bellidir; "sermayenin özgürleşmesi yani liberalizasyon sürecinin bir takvime yayılarak başlatılması ve sermayenin birikim sürecinde yükselmesine izin verilecek olan sosyal standartların ve aynı süreçte korunacak ulusal devletlerin zaman içresinde yavaş yavaş terk edilmesinin sağlanmasını sağlayacak alt yapının oluşturulması."
1954'te Avrupa'nın katılımıyla ikili, nihayet 1973'te Japonya'nın dahil olmasıyla üçlü komisyon kuruldu.
Bu tarihsel adımların bu şekilde ortaya konması, sermayenin küreselleşme sürecinin bu komisyonun kurulmasıyla başladığı gibi, bir algı uyandırdıysa hemen söyleyeyim, bu algı yanlış.
1941'den başlayarak bu üçlü komisyona ulaşılması; bu süreci başlatmaktan ziyade, zaten yürüyen bir süreci, sınıfsal bir refleks ve öngörü ile fark edip yön ve hız vermektir.

Bugün bu komisyon muazzam bir gücü temsil etmesine, Dünyadaki sermayenin %70'inden fazlasını temsil etmelerine rağmen Küresel Sermayeyi temsil ettiğini söyleyemeyiz.
Küresel Standartlaştırma kurumları, kredilendirme, derecelendirme kurumları, GATS'lar TISA, TTIP, TAFTA, NAFTA, gibi anlaşmalar, bu üçlü komisyonda olmayan bütün sermaye yapılandırmalarını da bir amaçta birleştiriyor.
Olayı daha açık ortaya koyayım.
Sözünü ettiğim üçlü komisyonda 5 Ulusötesi şirketten 4 tanesi yer alıyor ama bunların hiçbiri tek başına Küresel Sermaye olmuyor.
Aslına bakarsan bu sermaye grupları bir çok sektörde ortak olmalarına aralarında kartel oluşturmalarına rağmen 5'i de bir araya gelse de Küresel Sermayeyi kapsamış olmuyor.
Küresel Sermaye, ISO belgesi almış, orta boy bir sermayenin de, (örneğin, büyük bir uluslararası şirketin piyasaya sürdüğü bir ürünün bir malzemesini fason olarak üreten, İzmir, Pınarbaşı'ndaki bir firmanın da) dahil olduğu; sermaye, tedarik ya da pazarlama ve çözüm ortaklıklarını içeren ticari ilişkiler bütünüdür.
Yani Küresel Sermayenin bir parçası olmak için illa büyük bir sermayeyi yönetiyor olman gerekmez.
Orta boy, hatta bazı durumda küçük bir sermaye ile de Küresel Sermayenin bir parçası olunur.

Küresel sermaye hemen hepsinin ortak çıkarlarını, olmazsa olmazlarını ve yaşamsal varlıklarının devamlılığını sermaye dışı tüm kesim ve unsurlara karşı gözetir.
Sadece sermaye ortaklaşmasının değil, ortak bir bilincin, ortak sınıfsal kaygıların, ortak hedeflerin temsil alanıdır.
İlk bakışta bir fırsatlar alanını, her boyda sermaye için güvenli bir limanı çağrıştırır ama içinde, fırsatın ve cazibenin arkalarında bir yere saklanmış bir 'zor'u da içerir.
Bu kesişme alanında kalabilmenin bedeli vardır. İçindeki sarmalın ivmesine uymadığın anda seni o kesişme alanının dışına fırlatır.
O yüzden merkeze doğru hareket etmeye çalışır, daha içerilerde bir yer edinmeyi sen istersin.
Hızla tüm yerelliklerinden kurtulup daha fazla küreselleşmek ister ve kendi yerelinin bu yolculukta sana ağırlık yaptığını düşünür, yerelliğine düşmanlaşırsın.
Merkeze ne kadar yaklaştığın ya da çepere ne kadar yakın olduğun, bu kesişme alanının ne kadar bir oranını işgal ettiğin önemli değildir.
Artık Küresel Sermayenin tüm sorunları senin de sorunun, önündeki engeller senin de engelindir.

İşte bu noktada Küresel Sermayenin Emperyalizmden farkı ortaya çıkar.
Özellikle de yöntemsel farkı... Aynı bağlamdaki yöntemlerde Emperyalizm genelde 'zor'u kullanırken Küresel Sermaye 'zorunluluğu' tercih eder.
Seni öylesine kapsar ki Küresel Sermayenin çıkar ve gereksinimleri senin için de bir zorunluluk haline gelir.
Bu aynı zamanda emperyalizme göre bir "gelişmişliği" işaret eder.
Çünkü Küresel Sermaye hem emperyalizmin ve kapitalizmin kendi iç dinamiğinin, gelişiminin bir sonucu, dolayasıyla yeni bir aşamasıdır, hem de oluşmasında sermayenin en güçlü ve en donanımlı kesiminin bilinçli katkısı vardır.
Sakın bu yöntemsel gelişmişliği daha barışçıl, daha iknaya dayalı ve uzlaşımcı anlamında almayın.
O 'zorunluluğun' ortaya çıkması için yapılması gerekenleri hiç bir ilkesel seçicilik içerisine düşmeden yapar.
Kısacası Küresel Sermaye, -üçlü komisyonun kuruluş ilkelerinin gereği- dünyadaki ticaretin, sermaye akışının önündeki engelleri kaldırmak, gereksinimlerini gidermek, Kapitalizmin krizlerini ötelemek için hiçbir duygu, kaygı duymadan ne gerekiyorsa yapar.
Sınırları değiştirir, İnsanları yerinden eder, yönetimleri devletleri yok eder, yeni yönetimler ve yeni devletler kurar.
Bu uğurda milyonlarca insanı feda eder, yıllar süren bölgesel çatışma ortamları yaratır.
Budunculuk, dincilik onun için kullanılacak araç, kanırtılacak çatlaklardır.
Keza özgürlük, eşitlik, hak ve adalet kavramları da...
İyi kötü, güzel çirkin bütün kavramları kendi çıkar ve gereksinimleri yönünde ustaca kullanır.
Hiçbir ulusun ya da  inancın yanında olmadığı gibi karşısında da değildir.
Küresel Sermayenin karşı olduğu şey bellidir, sermaye dışı olmak...
Başta emekçiler olmak üzere sermaye dışı herkes, her kesim ve her unsur Küresel Sermaye için karşı taraftır.

Bu noktada "Yöntemsel olarak, Küresel Kapitalizm ile Emperyalizmin arasında ne fark var?" sorusu gelebilir.
Evet yukarıda anlattıklarım aslında bir anlamda aralarındaki amaç ve organik ilişkiyi gösteriyor.
Doğrudur. Ama yukarıda sözünü etmiştim, bir kere bütün bunları yaparken kendini çok iyi saklar ve bu, önemli oranda gelişmişlik farkına işaret eder.
Çok daha önemli bir fark daha var. Emperyalizm blokları adına hareket eder.
Hatta bir çok kez temsil ettiği devlet adına...
Emperyalist Bloklar, hatta emperyalist devletler arasında çelişki ve rekabet vardır. Birbirleriyle çatışırlar, birbirlerinin oyunlarını bozarlar, tezgahlarını açığa çıkarırlar.
ABD Emperyalizmi diyebilirsiniz ama ABD Küresel Sermayesi diyemezsiniz. ABD'nin Küresel Çapta Tekelleri -şimdilik kaydıyla- uygun bir kavram olabilir.
Yukarıda söz etmiştim Küresel Çapta Tekeller tek başına Küresel Sermayeyi temsil edemezler, tanımlayamaz.
Küresel Sermaye onların da kesişme alanıdır. Kendi tercih ettikleri, oluşmasında bizzat öncülük ettikleri bir kesişme alanıdır ve gereksinimlerinden ortaya çıkmıştır.
Bu kesişme alanı ortak bir bilinci temsil eder.
En üst düzeyde ustalık ve gücü, kapitalist sağduyuyu, sermayenin katıksız çıkarlarını savunur.
Aynı bağlamda dile getirebileceğimiz bütün emperyalist yöntem ve edimleri çok daha ustaca, çok daha tehlikeli, sinsi ve etkili bir şekilde uygular.
Aslında günümüzde Emperyalizm, Küresel Sermayenin vurucu ve yıkıcı gücü konumundadır. Tam anlamıyla olmasa bile Emperyalizmi Devletleri, savaş ve  ekonomik yıkım örgütleri, orduları ile yönlendiren arka plandaki güç Küresel Sermaye ve Küresel kapitalizmdir.
Emperyalist rekabet ve çelişkileri bile kendi gereksinim ve çıkarları doğrultusunda yönlendirip alevlendirebilir ya da sönümlendirebilir.
Ve kendini çok iyi saklar. Kendini olduğundan farklı gösterebilir.
Yıkım yaptığı bölgelerde rahatlıkla kurtarıcı rolünü üstlenir.

Bölgemiz ve ülkemizin bu günkü durumu Küresel Sermaye ile ilgili bütün bu anlattıklarımızın en önemli kanıtıdır aslında.
Bölgede kendi yarattığı yıkımın yeniden inşa sürecinin pişkin müteahhitliği üstlenmiştir.
Önce 'zor'u sinsi ve dolaylı olarak, IŞİD aracılığıyla uygularken, ardından IŞİD'le mücadele için 'zorunlu'yu, bölgede "Koridor Devletler" kurup silah ve asker yardımı yaparak  uyguladı.
Bu 'zorunlu'yu o kadar ustaca ve -gerçekçi olması için kan dökmekten geri durmayarak- insafsızca oluşturdu ki ülkemizdeki solcuların da onayını alabildi.
Küresel Sermayenin öncü gücü ABD Emperyalizminin bölgede yaptıklarını Emperyalizmin "ilerici" uygulamaları olarak değerlendirenler var.
Aslında Küresel Sermaye bu 'zor', 'zorunluluk' ikileminin en sofistike uygulamalarını ülkemizde gerçekleştirdi.
90'lı yıllarda Terör 'zor'uyla MHP'li koalisyonların 'zorunlu'luğunu dayatırken, 2002'de Kaos ve Ekonomik kriz 'zor'uyla AKP iktidarını 'zorunlu' kıldı.
Kendi projesi olan Erdoğan-AKP iktidarı zor-zorunlu ikileminin en önemli aktörlerindne biri oldu. Bazen 'zor'a karşı 'zorunlu'luluk olarak dayatırken, bazen de sahte ve yararsız ittifakları 'zorunlu' kılmak için 'zor' olma görevini verdi.
Türkiye kamu oyu en başta sol olmak üzere bu zor-zorunlu ikileminin en önemli kurbanı oldu.

Erdoğan-AKP iktidarı bir yandan bu algısal ayak oyunun aktörü olurken bir çok kez de Küresel deneyimin tavsiye, uygun zemin oluşturma destekleriyle bu ikilemden ustaca yararlandı.
Bugünkü baskıcı tek adam yönetiminin oluşum sürecinde değişik aşamalarda; PKK- Kürt Özgürlük Hareketi, IŞİD- Öfkeli Sünni GençlerErgenekon-Kumpas kurbanı TSK, FETÖ-Hizmet HareketiBebek Katili-İmralıKatil Eset- Kardeşim Esat, Emperyalist ABD- Müttefik ABD gibi aktörler bazen 'zor'u temsil ettiler, bazen de 'zorunlu' tercihi.

Bu yazıda, Sermayenin Küreselleşmesinin kendi iç dinamiği olan bir süreç olduğunu, ama bu dinamiği hızlandıran, denetleyen bir bilincin var olduğu savını kanıtlamaya çalıştım.
Bu sürecin aynı zamanda Küresel Kapitalizmi ortaya çıkarıyor olmasının yaşam üzerindeki yıkıcı etkilerinin sistematik ve geometrik şekilde artması gibi sonuçları var.
Keza insanlık üzerinde de...
Bu süreç bir dirençle karşılaşmadığı sürece ilerleyecek.
Ta ki insanların büyük kesimi işsiz aşsız, malsız, örgütsüz, sosyal haksız kalıncaya kadar...
Artık denizin bittiği yerdir ötelenecek mesafe kalmadığı son noktadır.
Bu noktada ne olur mu dersiniz?
Emin olun buradan bir dünya devrimi çıkmaz.
Eğer Küresel Kapitalizm kendi çıkar ve gereksinimleri doğrultusunda her istediğini yapacak alan bulur da dünya bu noktaya gelirse, o kendi çözümünü bulacak ve bilin ki bu çözüm insanlığın lehine olmayacaktır.

İnsanlık bu sona razı olmamalıdır. Kapitalizmin dünyayı, yaşamı yok etme mekanizmasının çarklarına taş koymak gerekir.
Emekçiler Küresel Kapitalizmin ülkemize ve dünyaya çektiği formatın önünde direnç oluşturursa, her türlü örgütlülüklerine, sosyal hak ve kazanımlarına, ülkelerine, cumhuriyetlerine, değerlerine sahip çıkarsa Küresel Kapitalizm geriler.
Emekçiler nefes alabilirler, daha güzel bir dünya için kafa yorarlar, ülkelerindeki demokrasi, çevre sorunlarına, sosyal sorunlara kendi çözümlerini üretirler.

Ancak Küresel Kapitalizmin planlarının bir parçası olur, budunculuk, dincilik gibi en ilkel güdüler,ve çağ dışı idealler uğruna emperyalizmle ittifak içinde olursanız, bu çağ yangınına siz de bir kibrit çakmış olursunuz.
Küresel Kapitalizmin sorunlarını çözebilmek adına, Küresel Sermayenin öncü tetikçi gücü ABD emperyalizmi ile ittifak yapıp diğer yandan da kapitalizmle mücadele edemezsiniz.
Kapitalizmi karşınıza almadan özgürlük, demokrasi, çevre savaşı veremezsiniz.
Küresel Kapitalizmin attığı her adımda karşısına dikilmezseniz, onun inşa ettiği yok edici mekanizmaların çarklarının her bir dişlisine direnç noktaları oluşturamazsanız,Kapitalizmle mücadele edemezsiniz.
Hani yazının başında; Küresel Sermayenin sektörel bir kategori üzerinden tanımlanmasıyla ilgili olarak, "Bu kullanım şekline ileride değineceğim" demiştim. Şimdi sırası geldi.
Bu tanımlama şeklinin bir amacı var.
Böylece Küresel Sermayenin ortak bilincini küçümsemiş oluyorsunuz. Aralarında çıkar çelişkileri olan, bir kesimine karşı diğer kesimle beraber olunabileceği gibi, adeta bir ihanete gerekçe hazırlamış oluyorsunuz.
Bunun dışında yaptığınız ve yapıyor göründüğünüz her mücadele aslında simülasyon, bir sanal gerçekliktir.
Bu mücadelenin özgürlük ve demokrasi kısmı sanal, dökülen kanlar, ölümler gerçeklik kısmıdır.

Nadi Öztüfekçi
1 Ağustos 2017

(*) Esasen Küresel çapta faaliyet gösteren sermaye yapılanmalarına 'Ulus' kelimesi içeren isim koymak veya tanım yapmak da yanlış.
Bu tip sermaye yapılanmalara Küresel çapta Tekeller demek daha doğrudur.
Ne ulusla ne de "arası" ya da "ötesi" ile ilgisi yoktur.