aidiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
aidiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Kasım 2013 Pazartesi

Oynat bakayım ya da 'Aidiyetler üzerinden kendini pazarlama' nın dayanılmaz kolaylığı.

- Oynat bakayım... Yürüt, yürüt, devam, devam dur! Çok gittin gel geri, biraz daha hah tamam. Şimdi pozisyona bakın, Şimdi sarılı futbolcunun ayağı nerede? Topa mı vuruyor yoksa siyahlı oyuncunun ayağına mı?

- Göremedim hocam anlaşılmıyor.

- Bak şimdi.. İlerle biraz bakayım... Yavaş, yavaş.. Gördüğünüz gibi ayağına vuruyor.

- Evet, Hocam bravo… Peki, hakemin pozisyonu nasıl hocam?

- Bakalım... Öbür görüntüyü getir şimdi. O değil, bir tane vardı ya pilot kameradan. Tamam bu.. Oynat bakayım... Şimdi gel biraz geri. Güzel... Dur orda... Şimdi Hakeme bakıyoruz geriden koşuyor. Yürüt biraz, bak buradan koşuyor şimdi,  eveet koşuyor, biraz daha, dur şimdi. Ne görüyoruz?

- Hakem pozisyona yetişiyor, görüyor yani?

- Evvet? Aynen... Pozisyona yetişiyor, ama yüreği yetişmiyor. Neden? Aklı bir önceki vermediği penaltıda yani… Arkadaş bu iş böyle olmaz. Şimdi hakemlik öyle kolay değil kardeşim. Yok öyle!

Hafta sonları... Maçlardan sonra benzer konuşmaları sık sık dinleriz spor programlarında. Elinin altında teknolojinin bütün olanakları, görüntüleri ileri sar, geriye sar, yavaşlat...
Ne güzel değil mi?
Hakem bütün gücüyle pozisyona yetişeceğim diye koştursun dursun. O anlık süre içinde, nefes nefese yetiştiği pozisyonda; senin görüntüyü ilerlete durdura, yavaş, hızlı oynatarak güç bela gördüğünü görmesini bekle.
Ya da oyuncu, maç boyunca kan ter içinde mücadele ederken, orasından burasından çekiştirilirken, örneğin; "topun altına fazla girdi, ayağını iyi yatıramadı" gibisinden ahkam kes.
Bu lafları söyleyenler de ya eski hakemlerdir ya da eski futbolculardır. Sanki kendileri mesleklerini icra ederken kusursuzmuşlar, bir zamanlar aynı acımasız eleştirilere kendileri maruz kalmamışlar gibi sallayıp dururlar.

Gelgelelim spor, özellikle futbol camiası da böyledir.
Futbola olan ilginin bir nedeni budur belki. İşin şov yanı vardır.
Ben dahil, hepimizin "öznellik hakkımızı" kullandığımız, bir anlam da nesnellik tatili yaptığımız, gerçeklere hafiften sırt döndüğümüz bir platformdur.
Hani çok da eleştirmem bu durumu, bir parça hoş görürüm.

Ama söz konusu olan TKP tarihi, daha doğrusu 'tarih' değerlendirilmesi ise iş değişir.
Öyle durumda nesnellik gerekir.
Ne yazık ki son yıllarda pek moda olan, sola saldırma aktivitesinin yaygın tarzı da bana bu spor yorumlarını anımsatıyor.
Özellikle TKP tarihine yapılan saldırılar…
Kurulduğu andan bu yana burjuvazinin saldırılarına maruz kalmış, yöneticileri katledilmiş, üyeleri defalarca tutuklanmış, zindanlara atılmış, ağır işkencelere maruz kalmış bir parti; bugünün teknolojik, iletişim ve bilişim olanakları da kullanılarak saldırıya uğruyor.
Sıfır hoşgörü, sıfır empati ile günümüz trendlerine uygun argümanlarla önüne gelen saldırıyor.
Tıpkı o eski hakemlerin, emirlerine sunulmuş, kesilip biçilerek paket haline getirilmiş o görüntülerle maç kritiği, hakem eleştirisi yaptıkları gibi; bu trend avcısı yeni türedi tarihçi(!)ler de zihinlerine tutuşturulmuş kavramlar, önlerine sunulmuş, "önemli satırların" altları fosforlu kalemlerle hazır çizilmiş belgeler(!)le tarihimize ışık(!) tutuyorlar.

Aslında yaratılan linçin arka planında bir hesap var.Bu hesabın temelinde Kapitalizmin Ekim Devrimi hazımsızlığı yatmakta.
Daha doğrusu Ekim Devrimi korkusu…
Yani pek de ayakları havada olmayan bir korkudan söz ediyorum.
Demek ki Kapitalizmin bir alternatifi varmış” gerçeğinin, çuvala girmeyen bir mızrak gibi ortada olması Kapitalizmin değişik, sofistike yöntemlere baş vurmasına yol açıyor.
İşte o yöntemlerden bir tanesi de piyasaya bol miktarda devşirme papazlar salmak… Yanlış anlaşılmasın bu öyle bizzat tepeden yönlendirme ile yapılan bir kadro çalışması ile olmuyor.
Öncelikle bir trend yaratılıyor. Ana fikir çevresinde bir takım argümanlar oluşturuluyor.
"Argümanlar oluşturuluyor" ifadesini özellikle kullanıyorum.
"Argüman" kelimesinin iki anlamı var biliyorsunuz. "Kanıt" ve "delil" anlamında kullanılabileceği gibi "tez" ve "iddia" anlamında da kullanılır.
Ben burada, 
kendilerinin kanıtlanmaya şiddetle ihtiyaç duyan bir takım "iddiaların" , sürekli tekrarlama yöntemiyle "kanıta" dönüştürülmesi sürecine vurgu yapmak istedim.
İşte bu tekrar yöntemiyle 'tez' den 'kanıta' dönüştürülen argümanlar, yine bol tekrarlama  ve bol çeşitli olarak piyasa sürülünce, “ana fikir” zihinlerde kendiliğinden oluşuyor.
Güce tapınma üzerinden bir yerlere taraf veya ait olan, bu gücün yıkılmasıyla da yana yakıla yeni bir güç arayışında ki birçok devşirme papaz adayı da bu “gerçeği” kendi çıkarımı olarak bulduğunu sanıyor.
Kendisinde fark ettiği “kerameti” çevresinde yayma ateşiyle tutuşup devşirilmiş oluyor.

İşin başka yönü de var tabii
Aşağıdaki alıntı "Aidiyetler üzerinden kendini pazarlama" adlı yazımdan, giriş bölümü... Devamı, bu konunun genelinden daha çok yazıldığı tarih itibarı belli bir kişiye yönelik olarak ilerliyor.
Yani o güne özgü ve sözünü ettiğim bu "pazarlama" faaliyetinin geçici de olsa "başarıya" ulaştığı bir durumu anlatmıştım.
Ancak ben bu yazımda; bu faaliyeti genel olarak ele almanın yanında, daha değişik bir durumu, "ayağa düştüğü" halleri de ele almaya çalışacağım.
O yüzden yazımın  sadece giriş kısmını aktarmak istiyorum. 
Şöyle başlıyordu;
"Çok genel geçer yöntemdir. Hele öncelikli amacın kendini pazarlamaksa...
Ucuzundan, hemen kısa yoldan "doğru söylüyor" , "helal olsun" gibi övgülere ulaşmak istiyorsan en kestirme yoldur.
Örneğin spor yazarısın, önce tuttuğun kulübü açıklarsın.
Diyelim ki Galatasaraylı olduğunu söylersin. İlla da o takımı gerçekten tutman gerekmez.
Örnek üzerinden gidersek, Galatasaraylı da olmayabilirsin üstelik. Ama öyle olduğunu söylersin ya da öyle görünürsün. Arkasından ver yansın Galatasaray'a...
Oynadığı oyunun beş para etmez olduğundan başlar, zaten oyuncuların ruhsuz olduğuna varır, oradan yöneticilerinin beceriksizliği ile tamamlarsın.
Hesapta Galatasaraylısın ya, söylediklerinin iler, tutar yanı olmasa da Galatasaray'a yüklendiğin için kısa yoldan "ne kadar doğrucu" nitelemesini kazanırsın.
Aklıma ilk gelen örnek Hıncal Uluç'tur. Galatasaraylı kimliğiyle bütün gücüyle Galatasaray'dan "Hınç al"ır.
Hesapta nesnel bir yazardır.
Güya Galatasaraylı ya, "adam Galatasaraylı ama bak ne biçim eleştiriyor" oluverir.
Örneği spordan verince aklıma önce  -nedense- Galatasaray geldi. Aynı şeyler başka kulüpler için de geçerli aslında. Örneğin Fenerbahçe içinde aynı durum geçerli…
Bu davranışın bence en uygun tanımı aidiyetin üzerinden kendini pazarlamaktır.
Şu sıralar en sık örneği de sola karşı olmakta.
Bildiğiniz gibi günümüzün trendi solu dövmek...
Büyük, çılgın bir yarış halinde herkes sola yüklenmekte... Doğal olarak bu yarışa soldan katılmanın büyük avantajı var. Rakiplerine göre birkaç adım öne geçiverirsin. "Bak bak kendileri bile..." başlığı altında yazılarınız alıntılanır, nesnel(?), "özeleştiri mekanizmasını işleten" solcular(!) olarak sahiplenilirsiniz.
Hatta söyledikleriniz sola kayda değer zararlar veriyorsa bir anda popüler olabilirsiniz.
Artık sizinle röportajlar mı yapılır, televizyon yayınlarına mı çıkarsınız, köşeler mi edinirsiniz, önünüz açılmıştır bir kere."
Yazım bu minvalde gidiyor. Yukarıdaki linkten devamını okuyabilirsiniz.
Tabii hikaye her zaman mutlu devam etmeyebilir.
Üstelik öyle pek fazla yetenekli de değilseniz, örneğin araştırma yeteneğinizin sınırı ‘trend olanı bulmak’tan öteye gitmiyorsa, yazdıklarınız girmeye can attığınız "o camia" için bir başvuru CV sinden öteye bir değer kazanmaz.
Yani önünüz öyle pek açılmayabilir.
Çoğu kez de bir zamanlar ait olduğunuz hareketin geçmişine, bu arada kendi geçmişinize de küfür ettiğinizle kalırsınız.
Yukarıda ki alıntıladığım yazımdaki  başarı hikayesi bu durumda acıklı bir ayağa düşme hikayesine dönüşür.
Devşirildiğinizle kalır, papaz bile olamazsınız.
En fazla olabileceğiniz zangoçluktur.

Nadi Öztüfekçi
11 Kasım 2013 

13 Mayıs 2012 Pazar

Aidiyetler üzerinden kendini pazarlama

Çok genel geçer yöntemdir. Hele öncelikli amacın kendini pazarlamaksa... Ucuzundan, hemen kısa yoldan "doğru söylüyor" , "helal olsun" gibi övgülere ulaşmak istiyorsan en kestirme yoldur.

Örneğin spor yazarısın, önce tuttuğun kulübü açıklarsın. Diyelim ki Galatasaraylı olduğunu söylersin. İlla da o takımı tutman gerekmez. Örnek üzerinden gidersek, Galatasaraylı da olmayabilirsin üstelik. Ama öyle olduğunu söylersin ya da öyle görünürsün. Arkasından ver yansın Galatasaray'a... Oynadığı oyunun beş para etmez olduğundan başlar, zaten oyuncuların ruhsuz olduğuna varır, oradan yöneticilerinin beceriksizliği ile tamamlarsın. Hesapta Galatasaraylısın ya, söylediklerinin iler, tutar yanı olmasa da Galatasaray'a yüklendiğin için kısa yoldan "ne kadar doğrucu" nitelemesini kazanırsın. Aklıma ilk gelen örnek Hıncal Uluç'tur. Galatasaraylı kimliğiyle bütün gücüyle Galatasaray'dan "Hınç al"ır. Hesapta nesnel bir yazardır. Öyle ya "adam Galatasaraylı ama bak ne biçim eleştiriyor" oluverir.

Örneği spordan verince aklıma önce  -nedense- Galatasaray geldi. Aynı şeyler başka kulüpler için de geçerli aslında. Örneğin Fenerbahçe için de aynı durum geçerli…

Bu davranışın bence en uygun tanımı 'aidiyetin üzerinden kendini pazarlamak'tır. Şu sıralar en sık örneği de sola karşı olmakta. Bildiğiniz gibi günümüzün trendi solu dövmek... Büyük, çılgın bir yarış halinde herkes sola yüklenmekte... Doğal olarak bu yarışa soldan katılmanın büyük avantajı var. Rakiplerine göre birkaç adım öne geçiverirsin. "Bak bak kendileri bile..." başlığı altında yazılarınız alıntılanır, nesnel, "özeleştiri mekanizmasını işleten" solcular(!) olarak sahiplenilirsiniz. Hatta söyledikleriniz sola kayda değer zararlar veriyorsa bir anda popüler olabilirsiniz. Artık sizinle röportajlar mı yapılır, televizyon yayınlarına mı çıkarsınız, köşeler mi edinirsiniz, önünüz açılmıştır bir kere.
Tabii bazı handikaplar da yok değildir. Bir kere solcu kimliğinizi bir türlü bırakamazsınız. Bilirsiniz ki solcu(!) kimliğiniz olmasa söylediklerinizin hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Zira söyledikleriniz, bulunduğunuz cephenin gerçek sahipleri, gedikli sol ve solcu düşmanları tarafından yıllardan beri söylenmektedir zaten. Eski solcu olmakta artık çoktan demode olduğuna göre... O yüzden ilginçliğinizi korumak için, çoktan sol değerleri bırakmış olsanız bile suret-i soldan görünmek zorundasınızdır.

Üstelik bulunduğunuz cephe cadı kazanı gibidir. Bitmez tükenmez bir yarış vardır aralarında, “Sola en şiddetli darbeyi kim vuracak” yarışı… Bu yarışta ön sıralarda olmazsanız, ilginçliğiniz kaybolursa cephedeki itibarınız aşınmaya başlar. Artık bütün yeteneğinizle geçmişe dair birikiminizle(!) devam edersiniz bu yarışa. Ama hiçbir zaman rahat olamazsınız, yarış kızıştıkça solcu kimliği korumak zorlaşır. Derken cepheden bir hançerdaşınız, beklenmedik bir atak yapar. Sizin bile yapamayacağınız açıdan saldırır sola… Belki tüyoyu cephe komutanlarından almıştır. Yüzbinlerin fiili tanıklığını hiçe sayarak 1 Mayıs katliamını, derin devletin işçi sınıfına ve onun örgütlerine olan en büyük saldırısını “solun arasındaki bir çekişme” olarak tanımlar mesela. Hemen arkasından cephe komutanlığı girer olaya. Yani arkasında karargâh desteği de vardır. Birden cephedeki konumunuzu sorgulamaya başlarsınız. Bunca zamandır birlikte derin devlete karşı hesapta mücadele vermiştiniz. Bunca zamandır ülkedeki gerici kalkışmaların, örneğin Sivas olaylarının aktörlerini, onların avukatlarını aklamak pahasına meseleyi sadece derin devlete yüklemiştiniz. Hrant Dink cinayetin de hiç de derin olmayan devletin, hükümetin emrindeki bir takım yetkili zevatın aymazlıklarını, arkasındaki dinci şovenist anlayışı, görmezlikten gelerek hükümetin de üzerinde bir takım derinliklerde aramıştınız. Sırf AKP’yi sivileşmenin şampiyonu olarak lanse edebilmek üzere derin devlet kavramını sınıfsal bağlamından koparıp, AKP’nin bir masal kahramanı gibi mücadele edip yendiği, mistik ve antik bir örgüt olarak tanımlamışken… Bir de bakıyorsunuz hançerdaşınız sırf yarışta bir adım geçmek adına derin devleti Aklayıveriyor. Zor bir durum…

Artık o pavyonda size masa kalmadığı belli. Ayrılmakla iyi yaptınız. Akıllıca bir tutum… Tek sermayeniz olan “Bakınız solcular bile…” deki solcu(!) kimliğinizi de kaybedebilirdiniz. Aslında bunun akıllıca bir taktik olmaktan öte “o kadar da değil artık, benden buraya kadar!” çıkışı olmasını o kadar arzulardım ki…

Bence biraz dinlenin. Dinlenin ve düşünün. Belki TKP adına özür dilemek yerine kendi adınıza da özür dilemeniz gerekebileceği aklınıza gelir.

Nadi Öztüfekçi
13 Mayıs 2012