TKP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TKP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Temmuz 2019 Pazartesi

KEMAL TÜRKLER'İ ANARKEN DİLE GETİRMEK ZORUNDA OLDUKLARIMIZ!

22 Temmuz 2019 Kemal Türkler'in öldürülüşünün 39. yıl dönümü...

Hemen her konuda olduğu gibi, Kemal Türklerin ölümü de siyasi rant ve itibar edinme peşinde koşan irili ufaklı bir dolu parti, dergi çevresi ve siyasi yapılanmalar  tarafından araçsallaştırıldı.
Bunların bir çoğu eğer öldürülmemiş olsaydı Kemal Türkler'e kimbilir ne yaftalar yapıştırırlardı bilemiyoruz ama, bu siyasi miras yiyicilerinin Kemal Türkler'in o zamanlar temsil ettiği değerleri çoktan ve alenen reddi miras ettiklerini çok iyi biliyoruz.

Kemal Türkler, sosyalist bir sınıf sendikacısı olmasının yanında,

3 Nisan 2018 Salı

TARİHSEL TKP ELEŞTİRİLERİNDE EZBERDEN 'AMENTÜ'YE GEÇİŞ...

Bugün sol hareketlerin içinde, solcular tarafından en fazla eleştirilen, saldırılan yapılanma kimdir derseniz, ben, "açık ara Tarihsel TKP'dir" derim.
Bu, 12 Eylül öncesinden beri öyleydi.
Hemen tüm siyasi yapılanmalar, -Sovyetik, anti-sovyetik fark etmeksizin- TKP hareketine saldırırlardı. Bütün yapılanmalar, TKP ideolojisi ve siyasi örgütlülüğüne saldırdığı noktaları kerteriz alır, kendilerini ve birbirlerini, bu noktalara olan uzaklık ve yakınlıkları ile tanımlarlardı.
Gençliğinde, özellikle üniversite yıllarında bu saldırılardan fazlasıyla mağdur olmuş, Tarihsel TKP'nin tarihsel bir üyesi olduğum için, bu konuda belki öznel düşünebilirim.
Ama şu anda o günlere dair özeleştiri eşliğinde akıl yürütmelerimde bile, sol içi mücadelenin odak noktasının TKP, İGD ve Birlik Dayanışma Hareketi olduğu kanısına ulaşıyorum.
Bunun en büyük nedeni o günlerde, Sovyetler Birliğinin ve Dünya Sosyalist Sisteminin varlığını henüz sürdürüyor olmasıydı. Yani asıl hedef Sovyetler Birliği ve Dünya Sosyalist Sistemiydi.
Türkiye'de  TKP'nin  hedef tahtasında olmasının nedeni Dünya Sosyalist Sistemi ile olan organik bağıydı.
Yukarıda 'Sovyetik' diye tanımladığım, Dünya Sosyalist Sistemine (DSS) sıcak bakan bazı yapılanmaların, diğer sol yapılanmalardan  hiç de aşağı kalmayan saldırılarının nedeni de bu 'bağ' üzerine sürdürülen rekabetti.
TKP, bu yazıda ayrıntısına girmeyi düşünmediğim bir çok gelişmeden sonra 'Tarihsel TKP" oldu.
Aslında benzer gelişmeler hemen tüm diğer sol yapılanmaları da 'tarihsel' konuma getirdi.
Bütün sol yapılanmalar, bu 'benzer gelişmeleri' yaşayınca, yoğun -ve de doğal- olarak geçmişe yönelik eleştirel değerlendirme ve tartışma dönemi yaşandı.
İlginçtir, her kökenden solcuların katıldığı bu tartışma ve eleştirilerin hedefi yine Tarihsel TKP ve onun ideolojisi oldu. Türkiye Solu -nedense- kendi vicdan muhasebesini TKP üzerinden yapmayı yeğledi. Özeleştiri yaparken de yine Tarihsel TKP'nin hatalarını kerteriz noktası aldılar.
Bütün bu sol yapılanmaların, yeniden toparlanma, birleşme, ayrışma, yine birleşme, yine ayrışma gibi tipik 'sol etkinliklerinin' ortaya çıkardığı küçüklü ufaklı(*)  yapılanmalar da Tarihsel TKP'nin ideolojisini kerteriz  aldı.
Halen sürmekte ve süreceğe benzeyen bu etkinliklerin ortaya çıkaracağı daha birçok küçüklü ufaklı yapılanma olacaktır. Emin olun onların da bir çoğunun "ideolojik" kerterizleri Tarihsel TKP'nin ideolojisi olacaktır.
Aslında buna kerteriz demek ne kadar doğru bilmiyorum. Kerteriz, bulunduğu konumu belirlemek için baz alınan nokta demek. Denizcilikte kullanılır. Örneğin deniz fenerleri genellikle kerteriz olarak alınır.
Ama Tarihsel TKP'nin ideolojisi asla bir deniz feneri olarak görülmedi. Daha çok "Bermuda Şeytan Üçgeni" gibi görüldü, öyle lanse edildi ve ne yazık ki bir çok kesimin öyle algılanması sağlandı.
Bugün bir çok yapılanma, -bunların içinde TKP'nin örgütlülüğünü sürdürdüğünü iddia edenler de var- kendi ideolojilerinin Tarihsel TKP'nin ideolojine uzaklığı ile övünüyorlar.
Örneğin "Almancı" namı ile anılan, komünistlikleri Sosyal Medyada tarihsel günlerle ilgili paylaşım yapmaktan menkul bir SMKP, (Sosyal Medya Komünist Partisi), TKP ismi dahil, 73 Atılımı döneminin genel sekreteri İsmail Bilen'den tutun, bütün değerlerine sahip çıkmasına karşın, "73 Atılımının ideolojisinin -özellikle Kürt meselesine yaklaşımı konusunda- hatalarına düşmedikleri" yolunda övünüyor.
Zaten Tarihsel TKP ideolojisinin Bermuda Şeytan Üçgeni ilan edilen, ya da tersine kerteriz diyebileceğim noktası, tam da burası. TKP'nin Kürt Meselesine karşı hatalı(?) yaklaşımı...
Bilindiği gibi bugün, Sol Mahallede bu meseleye Küresel Kürt Hareketinin baktığı gibi bakmayanın gözü oyuluyor.
Tarihsel TKP'nin ve Sovyetler Birliğinin 'bugün', Sol Mahallede günah keçisi ilan edilmesinin temel nedeni; Kürt Meselesine -hatır gönül dinlemeksizin- o günün Türkiye ve Dünya koşullarını dikkate alarak yaklaşmış olmalarıdır.
Günümüzde o dönemin hesabı sorulmaktadır.
Oysa o günlerde TKP'ye saldırıların odak noktası Kürt Meselesi değildi.
Aksine TKP, Kürtler içerisinde çok saygın ve güçlüydü.
Bugün Kürt Hareketi içerisinde söz sahibi olan, HDP milletvekilliği yapmış bir çok Kürt siyasetçi de o zamanlar İGD  veya TKP hareketinin içinde yer alıyorlardı.
Bugün, Tarihsel TKP'yi kıyasıya eleştiriyor, APO'ya bağlılığını her vesile ile dile getiriyor olmalarına karşın, o günlerde 'APO'cuları "başı bozuk takımı"diye niteliyor, aniden ortaya çıkışlarına şüphe ile yaklaşıyorlardı.
Diyarbakır'da kendini tüm Türkiye'nin örgütü sayan sosyalist yapılanmalar arasında hemen hemen en güçlü olan hareket Birlik Dayanışma hareketiydi. Diyarbakır şubesi İGD'nin de en güçlü kalelerindendi.
Hatta diğer sol örgütlerle rekabette en güçlü olduğu bölgeler Kürt kentleriydi.
Örneğin Sovyetler Birliğine "Sosyal Emperyalist" diyen Halkın Kurtuluşu vb. gibi yapılanmaların Diyarbakır'da esamesi bile okunmuyordu.
Ankara, İstanbul'da ve İzmir'de ve Anadolu'nun bir çok şehrinde ise durum böyle değildi. Bu yörelerde de İGD ve Birlik Dayanışma hareketi çok güçlü olmasına rağmen, diğer sol yapılanmaların çok daha güçlü olduğu yöreler, alanlar, kampüsler vardı.
Buralarda da Kürt Hareketinin gücü azdı.
Onlar da Sovyetler Birliğini, DSS'nin öncüsü kabul ediyor, diğer fraksiyonlarca "Sovyetik" kabul ediliyorlardı.
Kürt Sosyalistleri o günlerde üniversitelerde, biz İGD'lilerle (İlerici Gençler Derneği) birlikte hareket ediyorlardı.
O yıllarda Ege Üniversitesinin, benim de bulunduğum Fen, Mühendislik, Sosyal Bilimler, Yer Bilimleri gibi fakültelerin yer aldığı Bornova Yukarı Kampüsünde, Halkın KurtuluşuHalkın Yolu gibi fraksiyonlar çok güçlüydü.
DDKD, Özgürlük Yolu, Rızgari  gibi siyasetleri ve biz İGD'lileri "sosyal faşist" olarak kabul edip, saldırırlardı.
Özellikle Fen Fakültesinde onlar çok fazla, biz ise azınlıktık. Hep birlikte dayak yerdik.
Bugün Kürt Meselesine yaklaşımı nedeniyle aforoz edilen, neredeyse Kürt Meselesinin bugüne kadar çözülmemesinin en büyük nedeni olarak tanımlanan Tarihsel TKP, o günlerde Kürtlerin en fazla içinde yer aldığı sol siyasetti.
O dönemlerden hatırladığım bir olayı kısaca aktarmak istiyorum. Benim üniversiteye ilk girdiğim yıllarda Mühendislik Fakültesinde çoğu GSB'den gelme İGD'li gedikli öğrenciler vardı. O zamanlar "Maocu" dediğimiz siyasetler onların ve bir iki DDKD'lin sınava girmesini engellemeye çalışırlardı.
Biz çaylak İGD'liler olarak o gedikli İGD'liler ve DDKD'liler sınava girerken, 'Maocular' saldırmasın diye bir iki defa nöbet tuttuğumuzu hatırlıyorum.

Yukarıda sözünü ettiğim gibi, TKP ideolojisinin, -'tarihsel' olmadan önce- diğer tüm siyasetlerin saldırı odağı olmasının nedeni, sadece "Sovyetik" olamaları değildi. Kürt meselesine olan yaklaşımı hiç değildi.
TKP, sosyalizm mücadelesinde barışçıl yöntemlerin de kullanılabileceğini dillendirmesi, Şili'de Allende'nin Seçimle elde ettiği zafere verdiği önem vs. gibi nedenlerden dolayı "Pasifist" ilan edilmişti.
Goşizm'den, bireysel terörden söz ediyordu. Şiddeti bir propaganda ve prestij aracı olarak kullanmıyordu.
Oysa o yıllar "devrimci şiddet", özellikle gençlik hareketleri içinde adeta modaydı.
Barışçıl mücadeleyi savunanlar pasifist, hatta haindiler.
Giderek sertleşen ideolojik saldırı, sonunda fiziki saldırıya dönüşmüştü.
Zaten Sosyal Faşist olmaktan dolayı Halkın Kurtuluşu  ve benzeri gurupların saldırıları varken, diğer grupların da bu saldırılara katılması özellikle üniversitelerde İGD'li olmayı çekilmez hale getirmişti.
O günleri hatırlıyorum da, Fen Fakültesinde "barışçıl mücadeleyi" savunduğu için sürekli şiddete maruz kalmaktan yılan bazı arkadaşlarımız, İGD'den ayrılıp Kurtuluş ya da Dev-Yol'a geçmişlerdi.
Bizler; "barışçıl mücadeleyi savunan pasifistler" olarak, sürekli saldırıya uğrarken ya da o kaygıyla adeta askeri disiplinle hareket edip, derse giden arkadaşlarımızı kollayıp, dersliklerin kapısında nöbet tutarken, siyaset değiştiren arkadaşlarımız, sevgilisiyle el ele, rahatça kampüste dolaşıyorlardı.
Yani "devrimci şiddeti" savunan, "huzura ve barışa" kavuşuyordu.

O günlerde Sol hareketin içinde, "devrimcinin hası devrimci şiddeti, silahlı mücadeleyi savunur" ezberi vardı.
Bugün ise Sol Mahallede, "demokratın, sosyalistin, komünistin hası Kürt Hareketinin yoluna baş koyar.amentüsü var.

Şu günlerde; Nabi Yağcı'nın  yakın zamanda çıkan, Elele Özgürlüğe adlı kitabından bir alıntı dolaşıyor sosyal medyada.
Nabi Yağcı o kitabında demiş ki; "Tarihin gerçek dilini çözdüğümde görüyorum ki, biz dün farkına varmadan 'Türkiye Komünist Partisi' değil, 'Türk Komünist Partisi' olmuşuz. Oysa komünist olmanın ayrıksı yanı en başta enternasyonalist olmasıdır. Hem enternasyonalist, hem ulusalcı olunamaz, olunursa da komünist olunamaz…"
Bu fiyakalı tespitin hemen arkasından; "Bu nedenle dünün TKP genel sekreteri ve aynı zamanda bir Türk olarak geriye dönüp Kürt halkından, Ermeni halkından, bu topraklarda soykırıma, tehcire, asimilasyona, baskıya ve tenkile (yok etmeye) uğramış bütün halklardan özür diliyorum. Türk halkından da özür diliyorum, zira diğer halklar özgür olmadan halkım da özgür olamazdı.diyerek, bu popüler amentü üzerinden, Tarihsel TKP'ye saldırıya yeni bir boyut getirmiş.
Nabi Yağcı, en yetkili(?) ağızdan TKP adına özür dileyerek, bu popüler saldırılara "haklılık" kazandırmış.
Bu alıntıyı ilk okuduğum zaman, Facebook'ta, bu konudaki ilk tepkimi belirten bir paylaşım(**) yapmıştım. Orada yazdıklarımın bir kısmıyla yazımı sürdürmek istiyorum.
"Öncelikle; Nabi Yağcı'nın bu öz eleştiriyi sadece kendi adına yapabilir.
Kendisinin "dünün TKP genel sekreteri ve aynı zamanda bir Türk olarak" yaptığı bu öz eleştiriyi, "dünün sıradan bir TKP üyesi ve bir Türkiyeli olarak kesinlikle üzerime alınmıyorum.
Tamamıyla kendi kişisel meselesidir.

Nabi Yağcı'nın gerçekten öz eleştiri vermesi gereken bir çok konu vardır.
Bunlardan en önemlilerinden biri; hiç bir zaman ideolojisini benimsemediği bir örgütün genel sekreterliğini yapması, bu yetkiyi elde etmek için çaba sarf etmesidir.

Bir diğeri; TKP'nin tarih sahnesinden bir aktör olarak silinmesinde birinci dereceden dahli olduğu halde, TKP Genel Sekreteri titrini kullanarak verdiği röportajlar ve yazdığı yazılarla TKP üyelerini yönlendirmeyi sürdürmesidir.

AKP'nin, Siyaset Akademilerinde ders vermesi, Bugünkü Erdoğan-AKP despotik yönetiminim iktidarının oluşmasında üst düzeyde katkısı olan Taraf Gazetesinde yazarlık yapması, bugün her birinin kumpas olduğu anlaşılan öngörülerde bulunması da özeleştiri vermesi gereken diğer fiyaskolarıdır.

Her şeye rağmen buradaki asıl mesele Nabi Yağcı'nın kendisi değildir.
Yukarıda ona ait olduğu söylenen -ki bunun doğru olması büyük olasılık- sözlerdeki algı operasyonudur.
Bu kısa metin, iğrenç ve tehlikeli bir pişmanlık algısını  80 öncesinin binlerce komünist, sosyalist ve solcusuna bulaştırma amacını taşımaktadır.
Elbette bu konudaki tek algı çarpıtması Nabi Yağcı'nın bu alıntıda söyledikleri değil, yüzlerce odaktan üretilen, binlercesinden biridir."
Ve bu alıntıdaki son cümlemden devam etmek istiyorum.
Evet Nabi Yağcı'nın bu sözleri bu konudaki tek algı çarpıtması değil.
12 Eylül Darbesinin ateşi bir parçaya düşüp, komünist, sosyalist, devrimci ve solcuların bedenlerini salıvermeye başladıkları, algılarına çalışmaya başladıklarından beri üretilen ve yaygınlaştırılan bir "rıza" üretimine katkıda bulunuyordu sadece....
Hani Noam Chomsky'nin,   Antonio Gramsci'den arakladığı "rızanın imalatı" tezi var ya..?
Küresel Hegomanyanın solcuların algılarına, -Kürt Meselesi konusunda- uygulamak istediği 'rızanın imalatından' öte bir şey, uygulamaya çalıştığı, -büyük oranda uyguladığı- şey 'imanın imalatı', yani amentü...

Amentü (iman etmek), ezberin güçlenmiş halidir. Bunu, o günden bu yana gelişmelere bakarak görebiliriz.
Ezber döneminde; hedefte henüz yıkılmamış Sovyetler Birliliği ve henüz tarihselleşmemiş TKP vardı, Amentü döneminde ise hedefte yıkılmış bir Sovyetler Birliği ve -Tarihsel(leştirilmiş) TKP var.
Ezberin arkasında yeni yeni vücut bulan Küresel Sermaye ve telaş içindeki Kapitalist dünya vardı.
Tüm Dünya'da yepyeni operasyonlara hazırlık yapılıyordu.
Örneğin Türkiye'de yükselen sınıf kavgasının, demokratik dönüşümleri arzulayan, giderek güçlenen muhalefetin önüne geçecek faşist bir müdahaleye zemin hazırlanması gerekiyordu.
Solun ezberlediği, "devrimci şiddet", bu zemini hazırlamakla görevli işbirlikçi karanlık güçlere çok iyi gelmişti.
Amentünün arkasında ise, aynı güçlerin daha gelişmiş, semirmiş, daha küreselleşmiş hali var.
Algı operasyonlarında daha da ustalaşmış, uzun uğraş ve denemelerden sonra 'tam kıvamında' hükumetleri iktidara getirmeyi başarmış Küresel Kapitalizm ve onun çok gelişmiş "iman üretme" imkanı var.
Evet, "Amentüezberin güçlenmiş halidir"  ancak Küresel Kapitalizmin telaşı devam ediyor.
Belki yükselen muhalefet ve demokrasi isteyen geniş yığınlardan dolayı değil ama, o günlerden bu yana daha da derinleşmiş olan kronik krizini öteleme telaşı hala sürüyor.
Sovyetler Birliğinin artık olmamasına, TKP'nin de tarihselleştirilmiş olmasına rağmen hedefte yine Tarihsel TKP ve ideolojisi, Komintern kararlarıEkim Devrimi ve Ulusal Kurtuluş Savaşı var.
Bu tarihsel gelişme, olgu ve kurumlara bugün "Devrimci şiddet" ezberinden daha etkili ve tehlikeli olan, "demokratın, sosyalistin, komünistin hası Kürt Hareketinin yoluna baş koyar." amentüsü üzerinden saldırılıyor.
Ve bu "amentü" de şimdi daha ileri hedefleri olan ve artık karanlıkta kalmasına kalmasına gerek olmayan küresel güçlere iyi geliyor.

Ezberleri bozmak, amentüleri sorgulamak da Emekçi Anadolu insanına, hatta tüm insanlığa iyi gelecek.
Özellikle 2019 seçimleri öncesi ezberleri de amentüleri de bozmak "iyi gelmekten" öte bir gereklilik.

Nadi Öztüfekçi
3 Nisan 2018



 (*) küçüklü ufaklı: Aslında bu ikili sıfatın doğru kullanımı "irili ufaklı"dır. Ancak ülkemizde 'iri' diye tanımlanabilecek bir 'sol' yapılanma olmadığından "küçüklü ufaklı" tanımlaması daha uygun görülmüştür.

(**)Bknz: NABİ YAĞCI'NIN ÖZRÜ..!

18 Ocak 2018 Perşembe

ŞİMDİ KIRILMA NOKTALARININ ÜZERİNDE ZIPLAMA ZAMANI DEĞİL!

Baştan söylemek istiyorum.
CHP örgütlülüğünün bekası ile ilgili ne bir kaygım var,  ne de CHP ile bir zorum...
Siyasi ikbal de beklemiyorum.
Ama CHP'nin etrafında toplanan kitleye önem veriyorum.
Anayasanın değiştirilmiş haliyle Cumhurbaşkanı seçilecek Erdoğan'la ülke olarak gireceğimiz karanlık kapının hemen önündeyiz.
Bu potansiyel tehlikeye direnebilecek gücün gövdesini CHP'nin kitlesi oluşturuyor.
Anayasa değişikliği referandumunda %49,5 (belki de %50'yi aşkın) oyun da ana gövdesini de CHP kitlesi oluşturmuştu.
Kendine özgü, tipik bildiğimiz CHP kitlesi...
Atatürkçü, Laik ve ülke bütünlüğünden yana...
Asla ırkçı değil ama kendisini ulusalcı olarak tanımlıyor.
Erdoğan'ın hedefinde bu kitle var. Bu kitlenin siyasi kararlılığını bozmak ve kafa karışıklığı yaratmak istiyor.

Son İstanbul il kongresi çevresinde yapılan tartışmalar tam da bu kitleyi dağıtmak amaçlı...
Cumhurbaşkanı dahil, birçok kesimden demokratik bir kongrede seçilmiş bir il başkanı üzerinde fırtına koparıldı, koparılıyor.
Sanki herkes, hazırlanmış da bu gelişmeyi bekliyormuş gibi.
Kaftancıoğlu'nun CHP İstanbul İl Başkanı olmasını bir demokrasi zaferi olarak görenlerden tutun da bunu CHP'nin kuruluş kodlarından sapmak olarak görenler adeta aralarında paslaşıyorlar.
Tek bir amaçları var bu kitlenin kararlılığını bozmak.

Bu tartışmalara mal bulmuş mağribi gibi Cumhurbaşkanı da aynı amaçlarla katıldı.
Cumhurbaşkanının, adeta trol jargonuyla, barkovizyon eşliğinde, sürenin yarısını Canan Kaftancıoğlu'nun twitter paylaşımlarına ayırdığı grup konuşmasını izlemişsinizdir.
Aslında bırakın Cumhurbaşkanını, bir parti genel başkanının bile kendine yakıştıramayacağı bir konuşmaydı. Normalde CHP İstanbul İl Başkanıyla, AKP il Başkanı polemiğe girmesi gerekir.
Gerçi Erdoğan'ın AKP'deki her işi kendisi yapmak istemesi gibi bir özelliği var.
Anayasa referandumunun propaganda çalışmaları esnasında HAYIR'cıların çadırına girdiğini de hatırlıyoruz.
Ama bu defa kendi siyasi mevkisini düşürüp, bir il başkanıyla siyasi yarış yaptı.
Sanki gelecekteki rakibiyle polemik yapıyor gibiydi.
Adeta Canan Kaftancıoğlu'nun CHP içerisindeki yıldızını parlattı.

Erdoğan'ın bu zamana kadar girdiği bütün seçimleri kazandığını düşünürsek, bu davranışının da kar zarar hesabını yaptığını düşünüyorum.
Bir kere CHP'nin kitlesinde kavram kargaşası yaratmayı başardı. Saldırı Kaftancıoğlu'na yönelikti ama dayağı yiyen Kılıçdaroğlu ve CHP oldu.
Normal koşullarda kadın bir il başkanı seçen böyle bir kongre, CHP'ye prim getirmesi gerekirken, zarar yazdı.
Elbette bu zarar sadece Erdoğan'ın Kaftancıoğlu'nu hedef almasından dolayı olmadı.
Canan Kaftancıoğlu gibi gerçekte CHP'li olmayan, CHP'yi kendince iyi bir yerlere getirme misyonuyla CHP'de siyaset yapanlar CHP'ye faydadan daha çok zarar vermişlerdir.

Zamanında TKP'ye de çok müdahale edilmişti.
Bugün, -bir çok kez ikrar edilerek- çok net açığa çıktığı gibi; TKP ideolojisini hiç bir şekilde benimsemediği halde TKP içerisinde yer alan, hatta yönetim kademelerinde yükselen, bunun için çaba sarf eden kadrolar hiç eksik olmamış.
O kadar ki adeta komünistlere yer kalmamış.
CHP'li, liberal, sol liberal, Kürt Milliyetçisi, sosyal demokrat, sol komünist düşüncelerden gelen kadrolar düşüncelerini değiştirmediler.
TKP'yi kendi düşünceleri doğrultusunda değiştirmeye çalıştılar.
Sonuç ortada...

Son günlerde CHP'ye yönelik girişimler de buna benziyor.
Her kesimden; Türk ırkçısı, sağ-sol liberal, Kürt Hareketi sempatizanı,  İslamcısı, Marksist müsveddeleri, Yetmezciler, Küresel Kapitalizmin biatçiları, iş takipçileri, belediye nemalanıcıları, NATO'cular ve benzeri bir dolu suret-i CHP'den gözüken siyaset esnafı, CHP içinde tepişip duruyorlar.

Eğer CHP'yi; içine girerek, yönetimine gelerek, kendinize göre daha demokrat, daha solcu, yapmak gibi bir amacınız varsa, bir diğer amacınız da bu kitleyi dağıtmaktır.
Demek ki Erdoğan'a muhalif değilsiniz.
2019'da neyin seçimini yaptığımızın farkında mısınız onu bilemiyorum.
Yakın zamana kadar ırkçı-faşist anlamında ulusalcı olmakla suçladığınız CHP'yi "değiştirmek" adına bu kitlenin dağılmasına neden olursanız tarihsel bir suç işliyorsunuz demektir.
Siz kendi kitlenizi yaratmaya bakın. Kendi kadrolarınızla öylesine etkili bir siyaset yürütün ki ürettiğiniz dinamik bu kitleyi de etkisi altına alsın.
Örgütleri modifiye ederek hazır kitleye konmaya çalışmanın bir yararı olmadığı gibi etik olarak da doğru değil.
Bırakın CHP CHP gibi kalsın. Bırakın CHP'nin içinde CHP'liler siyaset yapsın.

CHP'nin sözünü ettiğim kitlesinde gözü olanlar sadece kolaycı solcular değil.
Erdoğan'ın barkovizyon gösterisindeki söylemlerin aynısını, manidar bir zamanlamayla genel başkan adaylığını açıklamak için yaptıkları basın toplantısında tekrarlayanlar var.
Ümit Kocasakal'ın basın toplantısı ya da Erdoğan'ın grup toplantısından birini kaçırdıysanız üzülmeyin.
İkisi de birbirinin aynı. Birini izlemeniz yeterli.

Eğer kendini diğer bütün CHP'lilerden daha ulusalcı, daha Atatürkçü görüyor ve yönetimin kuruluş değerlerinden saptığını, kendini de bu değerlerin teminatı olarak görüyorsan, CHP içinde ama CHP için de çalışmak zorundasın.
Basın toplantılarında CHP'nin muhalif kitlesinin kafasını karıştırarak, CHP'ye saldırarak başkanlığın size hediye edileceğini düşünüyorsanız, çok beklersiniz.
CHP'yi döverek adam edemezsiniz.
Ayrıca sizin adam olduğunuz da kendinden menkul bir iddia...
CHP'nin gözünü diktiğiniz bu hazır kitlesi, Erdoğan'ın eli kulağındaki Tek Adam Rejimine tek başına engel olamaz.
Bir de o kitleden Erdoğan'ın yarattığı kirli dezenformasyondan yararlanarak kendinize parça koparmaya çalışırsanız, bilin ki o elinizdeki parça hiç bir işe yaramaz.
Belki "Atam sen kalk ben yatam" kıvamında, marjinal bir parti kurabilirsiniz ama 2019 seçimlerinden sonra elinizdeki o partinin pek bir anlamı kalmaz.

Sonuç olarak;
Canan Kaftancıoğlu'nun İstanbul İl başkanlığına seçilmesini, "CHP'li olmayanların CHP'ye müdahalesi olarak görüyorum.
Anayasa referandumunda Hayır Cephesinin yükselen dinamiğinin hızını kesen bir yönlendirme olduğunu düşünüyorum.
Öteden beri dillendirdiğim Erdoğan'ın karşısındaki cepheyi dizayn etme girişimlerine destek mahiyetinde bir girişim.
Ancak sonuçta CHP'nin kongresinden demokratik yöntemlerle seçildi.
Umarım yanılırım ve 2019 seçimlerinde olumlu katkısı olur.
Artık şimdi bu kitlenin kırılma noktaları üzerinde zıplamanın zamanı değil.

Şimdi Erdoğan'a muhalefet edenlerle yan yana durma zamanı.
Ne birilerinin önüne geçmek, ne peşine takılmak ne de çelme takmak...
Hayır'cı potansiyeli gerçek bir Hayır Cephesine dönüştürmek gerekiyor.

Nadi Öztüfekçi
18 Ocak 2018

17 Aralık 2017 Pazar

SAVAŞLAR MAÇ, ÖLENLERİN LİSTESİ DE SKOR TABELASI DEĞİL.

Böyle bir yazıyı şu sıra yazmakta açıkçası tereddüt ettim.
En azından güncel bir yazı değil diye düşünülebilir.
Hani şu sıralar dehşet yaratacak bir terör eylemi yaşanmıyor ya..?
Sanki olası bir terör eyleminden söz edersem böylesi bir eylemi çağırıyormuş konumunda olmaktan korkuyorum.

Bir kaç gün önce bomba yüklü bir aracın yakalandığı haberi çıktı. Yetkililerin anlattığına göre büyük bir facianın eşiğinden dönülmüş.
PKK'nın bunu üstlenip üstlenmediğini bilmiyorum. Ancak üstlenip üstlenmemesi bu habere tereddütlü yaklaşmamızı engellemiyor.
Bu haberin doğru olması da yani gerçekten bomba yüklü bir aracın patlatılması eylemi PKK tarafından planlanması da, yalan uydurma olması da mümkün.
İşte bu yazıyı yazma nedenim de bu...
Gündeme düşen haberlerin doğruluğuna güvenimiz kalmadı.
Medya'nın çoğunluğu bu haber Erdoğan-AKP iktidarının büyük bir faciayı önlemesi bakımından, bir başarı haberi olarak veriyor. Son günlerde üst üste iktidarın foyasını ortaya çıkaran bir dolu olaydan sonra gereken lüzum üzerine üretilmiş bir haber olabilir.
Ama diğer yandan PKK'dan beklenmeyecek davranış olduğunu da söyleyemeyiz. İnkar etse bile bunun doğru olması şüpheli. Çünkü kendisi için bir başarısızlık(!)
Ve bizler, olup bitenler hakkında doğru bilgi alamıyor, dolayısıyla da sağlıklı bir düşünce üretemiyoruz.

Aynı zamanlarda Facebook sayfalarına, CHP milletvekili Tuncay Özkan'ın TBMM'de yaptığı konuşmayı haber eden bir paylaşım düştü.
Tuncay Özkan,  mecliste görüşülen MİT'in 2018 bütçesiyle ilgili bu konuşmasında “PKK’ya operasyon yapmak isteyen MİT’in 4 Daire Başkanı’nın rehin alındığını ve halen de örgütün elinde olduklarını” iddia ediyor.
Bu haberi de yaygın medyada pek göremiyoruz. Çünkü bu haber Erdoğan-AKP iktidarı için başarı değil.
Paylaşımı Politika Gazetesi yapmış.
Bu gazete, Tarihi TKP'nin, legal ya da illegal olarak çıkardıkları yayın organlarının ve TKP'nin yetiştirdiği değerlerin ismini kullanmak üzerinden varlık bulabilen bir kesim tarafından çıkarılıyor.
Bu kesim, tarihi TKP'nin bütün değer ve isimlerini kullansa da pratikte yaptığı HDP'den daha fazla HDP propagandası yapmak
Normal koşullarda, Tuncay Özkan'ı günahı kadar sevmeyen, onun Ergenekon Davasından dolayı içeride yatmasından hoşnutluğunu defalarca getirmiş olan bu kesim, tarihi TKP kökenli sol çevrelerde "Almancı"  olarak biliniyor.
Bu yazının konusu  bu grubu değerlendirmek değil. Sadece Tuncay Özkan'ın mecliste yaptığı bir konuşmasının bu kesim tarafından paylaşılmasındaki ironiyi vurgulamak istedim.

Bu yazının asıl konusu, bu tür haberlerin nasıl ve ne amaçla sızdırıldığı ve ama çok daha önemlisi nasıl ve neden gizlendiğini değerlendirmek.
Önce şu konuda tartışalım. Bu haber -ya da  bu tür haberler- kamu oyundan saklanmalı mı?
Baştan söyleyeyim zaten saklanamayacağı apaçık olan bu haberin saklanması bana kalırsa saçma...
Hükumetin bu konuda net bir açıklama yapamamasından da anlaşıldığı kadarıyla haberin doğruluk yanı var. Haberin asıl vurucu önemi, bu konuda PKK ile pazarlık yapılıp yapılmadığı sorusunun yanıtında...
Haberin "sızdırma"  şeklinde ortaya çıkması da bu pazarlığı işaret ediyor.
Anlaşılan taraflardan biri, bu olayın duyulup duyulmamasını, bu pazarlıkta koz olarak kullanıyor.
Yani isteğini elde edemezse, "açıklarım haa!" gibisinden bir mesaj gönderiyor.
Ama isteğinin ne olduğu henüz belli değil.
Genelde olduğu gibi, bu konuda da her şey bizlerin gıyabında gelişiyor. Gelişmelerden, bizlerde oluşturulmak istenen algıya uygun hale getirildiğinde haberdar oluyoruz.
Aslına bakarsanız bu iğrenç savaş, tümüyle bir algı ve propaganda savaşı. Bu savaşın amacından tutun da gerekçelerine kadar her şey sahte.
Bu savaşın tek gerçek yanı var ölümler, yaralanmalar, evlat acıları, üzüntü ve gözyaşı.

Gerçek savaşlarda taraflar, sadece başarı haberlerini verirler. Bu bir taktik gereğidir.
Her iki taraf da kendi taraftarlarının moralini, onların zafere dair inançlarını diri tutmak için karşı tarafın kayıplarını daha çok ve önemli, kendi kayıplarını ise daha az ve önemsiz göstermeye çalışırlar.
İşte yazının başında sözüne ettiğim MİT'le ilgili haber de taraflardan biri için bir başarı, karşı taraf için de bir zaaf ve zayıflık olarak düşünüldüğü için sızdırılmıştı.
Politika Gazetesinin paylaşmasındaki ironi de bu noktada odaklanıyor.
Politika bu paylaşımla, bu savaşta yanında olduğu tarafın bir başarısını haber ediyor.

Ancak ülkemizde yıllar süren, sadece ölümlerin ve dökülen kanların gerçek olduğu bu savaş, bir algı ve propaganda savaşı olduğu için, taraflar sadece başarı haberlerini değil, kendileri açısından mağduriyet haberlerini de piyasa ediyor.
Hükumet de, PKK da başarı veya mağduriyet haberlerini birbiriyle paçal ederek, başarı ve mağduriyetin siyasi rantını aynı anda edinmeye yönelik bir tarzda yayıyor.
Bunu kurgu bir olay üzerinden örnekleyerek açıklamaya çalışalım.
Bu topraklarda yaşanmış olaylar içinden seçip bir araya getirerek kurgulayalım.

Diyelim ki PKK askeri konvoyun geçeceği yola tuzak kuruyor, yolun kenarına patlayıcı döşüyor ve askerler geçtiği sırada patlatıyor. Üç asker şehit oluyor. Askeri araçlar devriliyor hasar görüyor.
Arkasından TSK bir operasyon düzenliyor.
Bir iki gün sonra da bu eylemi yapan PKK'lılar kıstırılıyor ve çatışma çıkıyor.
Çatışmada her iki taraftan da ölen ve yaralananlar oluyor.
Kurgu olay kısaca böyle olsun. Ancak siz de kabul edeceğiniz gibi bu kurgu, yaşamaya ve duymaya alışık olduğumuz gelişmeler.

Peki böyle bir haber bize nasıl yansıyor?
Onu da tıpkı gerçekteki gibi kurgulayalım.
Önce kurulan tuzak olabildiğince dramatik bir şekilde verilir.
Haber; "... kurulan hain tuzakta 400 kilo patlayıcı kullanıldığı tespit edilmiş oluşan şiddetli patlamada askerleri taşıyan kamyon devrildi, iki erimiz şehit oldu. Bir uzman çavuş yaralandı." şeklinde verilir.
Ama askeri konvoyun o yoldan geçeceği istihbaratını PKK'nın nasıl edindiği üzerine bir soru sorulmaz hatta gündeme bile gelmez.

Ardından ölen şehitlerin ailelerinin bilgilendirilmesi haberleri görüntüye gelir.
Büyük bir Türk Bayrağı mütevazi bir evi boydan boya kaplamaktadır. Evin önünde resmi araçlar...
Sonra evin içi görüntüye gelir.
Biri kadın iki subay, bayılan anne, ayakta duramayan bir sandalyeye çökmüş bir baba, feryat figan ağlayan bir eş, şaşkın bir veya iki çocuk ve taziyeye gelmiş kameraya doğru bakan yakınlar, komşular...
Haber, genellikle evin önünde veya ilçenin meydanında toplanan 40-50 kişinin, "Şehitler ölmez, vatan bölünmez" diye slogan atttığı görüntülerle biter.
Ardından diğer şehidin yakınlarının bilgilendirilmesi haberine geçilir.
Görüntüler üç aşağı beş yukarı aynıdır. Tek fark vardır. Bu defa ağıtlar Türkçe değil Kürtçe yakılmaktadır.

Bu eylemden bir iki gün sonra TSK'nin başlattığı operasyonun sonucunun haberlerini izleriz.
Operasyonun sonucu, adeta başarılı bir maçın skorunu verir gibi, "... operasyonda dört gerilla etkisiz hale getirilirken iki gerilla yaralı olarak ele geçirildi, bir uzman çavuş yaralandı, bir er de şehit oldu" şeklinde verilir
Altı insanın öldüğü, üç kişinin yaralandığı bu olayın haberinin bu şekilde verilmesinin amacı, PKK karşıtlarının, ölenleri ve yaralıları kıyaslayarak "oh oh üç şehit verdik ama dört gerilla da öldü, yaralılarda ikiye iki olsa da, toplamda altıya beş galibiz" diye düşünmesini sağlamak.
Arkasından yine şehitlik bilgisinin aileye ulaştırılması, cenaze merasimleri ve her defasında cenaze namazı kıldıran imamın üst perdeden tekbiri, "Allahu Ekber.."
Mağrur ve mağdur halleri yine paçal edilerek algılara kazınır.
Bitmedi. Böylesi haberleri,  "acaba ölen dört kişi arasında bizim yeğen de var mı" diye izleyen önemli bir kesim daha vardır. Ne yazık ki amaçlananlardan biri de budur.
Böylece Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan beri var olan çatlağın tam da üstüne, kırılmaya dönüşmesi için darbe üstüne darbe vurulmuş olur.

Karşı cephenin de amacı farklı değildir.
Ayrıca günümüzde, iletişim ve bilişim alanında teknolojinin vardığı bu noktada tarafların hiçbiri,  bu haberleri taraftarlarına  kendi yorumuyla sunabilme imkanından yoksun değildir.
Onlar da taraftarlarının, "Tüh altıya beş mağlup olmuşuz diye düşünmesini" istemezler.
Twitter'da, -eğer araştırırsanız- PKK'nın da benzer haberleri kendi, başarısını öne çıkarak verdiğini görebilirsiniz.
Yukarıda örnek olsun diye kurguladığım PKK'nın TSK'ya kurduğu tuzak, sosyal medyada, "İşgalci Türk Ordusuna karşı, falanca yerde falanca tarih ve saatte, alanda görevli birimlerimiz tarafından başarılı bir uyarı eylemi gerçekleştirilmiştir. İki TSK mensubu savaştan düşürülürken, iki araç da kullanım dışı bırakılmıştır." benzeri şeklinde duyurulur.
O "iki TSK mensubu" yukarıda sözünü ettiğim -biri Kürt olan- yoksul Anadolu çocuklarıdır.

TSK'nın sonradan düzenlediği operasyonun haberi de, PKK kaynaklarınca farklı şekilde duyurulur.
PKK'nın açıklaması, "...aslında  ölen gerilla sayısı dört değil  bir olup, yaralı arkadaşlarımız da başarılı bir şekilde güvenli bölgeye aktarılmıştır" mealinde olur.

Aynı haberi iki taraftan da izlemeye çalışırsanız ortadaki ölümler üzerinden sürdürülen bir yarış havasını gözleyebilirsiniz.
Yukarıdaki eylem ve operasyonlar dediğim gibi bir kurguydu. Elbete bu olaylarla ilgili olan haberler de kurguydu.
Örneklerle daha iyi anlatabileceğimi düşündüğüm için yaşanmış olaylardan esinlenerek kurguladım.
Demem o ki, -yine yukarıda dediğim gibi- bu kurgu bize yabancı değil.
Bunu, yaşanmış bir örnek üzerinde görmek mümkün.

ABC Gazetesinden bir haber:
"PKK'nın askeri kanadı HPG, 13 askerin şehit olduğu helikopteri kendilerinin düşürdüğünü ileri sürdü.
PKK'nın askeri kanadı HPG (Halk Savunma Güçleri), Şırnak Şenoba'da 13 askerin hayatını kaybettiği helikopteri kendilerinin vurduğunu ileri sürdü.
HPG'nin açıklamasında, 31 Mayıs günü Şırnak'ın Uludere İlçesi'ne bağlı Şenoba kırsalında düşen Cougar tipi askeri helikopterin, Besta ve Kato dağlarında düzenlenen bir operasyondan döndüğü ve bu operasyonu koordine eden kurmay heyetini taşıdığını belirtilerek, 'Alanda görevli birimimiz tarafından ateş altına alınmış, isabet alan helikopter uzaklaşmak isterken düşmüştür' denildi."
Yani HPG 13 askerin hayatını kaybettiği bu olayı üstlenerek siyasi propaganda fırsatı olarak görmüştü.
TSK de kaza olduğunda ısrar etmişti.

TSK MİT mensuplarının kaçırılması meselesinde de bilgi saklama çabası çabası içinde olmuş, PKK da "sadece üst düzey MİT yöneticileri değil 20 kişin daha ellerinde olduğunu açıklamıştı.
Buna benzer bir çok konuda karşılıklı bir yarış söz konusu. Yarış, "kim karşı tarafa daha çok kayıp verdiiyor" algısı üzerine yapılıyor.
Bu yarışta kim öne geçiyor bilemem ama beni ilgilendiren yanı, bu kaybın bir çok kez insan yaşamı olması...

Çift taraflı bir algı yarışması yapılmakta.
Her iki taraf da hem en mağdur, hem de en mağrur görünme çabasında.
AKP hükumeti mağduriyet kısmını daha çok şehit cenazeleri üzerinden yürütüyor.
PKK ise hendek çatışmalarında sivil ölüm ve yaralanmalarını öne çıkarıyor.
Aslında bu kanlı algı savaşının gerçek mağduru şehitler ve ölen siviller.
Her iki kesim de bu savaşın gönüllü katılımcıları değil.
Ne askerler zorunlu askerlik olmasa bu savaşa katılacaklar ne de hendek savaşlarında ölen, evleri yıkılan, günlerce mahsur kalan siviller bu savaşı sürdürmek istiyorlar.
Hatta ben bir kısım gerillanın da gönüllü katılımcı olmadığını düşünüyorum.
PKK bölgede giderek bir üst yapı kurumsallığına dönüştü, hegemonyası ve o coğrafya nüfusu üzerinde yaptırım gücü arttı.
Bu durum; artık PKK gerillası olmanın da yerine getirilmesi gereken dönemsel bir borç olduğunu sonucunu doğuruyor.
Bu açıdan bakarsak PKK Gerillaların önemli kısmının da gönüllü olmadığını söyleyebiliriz.

Bu savaşı ısrarla sürdürenler bu algıdan çıkarı olanlar... Her iki taraf  mağdur olmaktan da mağrur olmaktan  da kazanıyorlar.
Bu algı savaşının görünürdeki gerekçesi Kürt Meselesinin, tarafların birbirine daha fazla kayıp verdirmesiyle çözülecek bir sorun olmadığını kendileri de biliyorlar.
Herkes biliyor ki; ne bütün dağları, şehirleriyle Güneydoğu coğrafyası denetim altına alınabilir ne de TSK ve PKK mensupları birbirini öldürerek bitirilebilir.
Bu savaş bu sorunu çözmek amacıyla sürdürülmüyor. Aksine çözümsüzlük yaratmak amacıyla sürdürülüyor.
Bu zımni bir ortaklık.
2019 Seçimlerinden sonra açığa çıkarılması düşünülen, o zamana kadar gizli tutulacak olan, Küresel Kapitalizm ve Emperyalizm nezaret ve gözetiminde sürdürülen bir ortaklık...
Anti-emperyalist mücadelenin, antikapitalist zeminden, ısrarla şoven temellere kaydırılmaya çalışılmasının nedeni de bu ortaklığı, bu gözetim ve nezareti gizlemektir.

Bu iğrenç savaşı bir maç gibi, ölüm ve yaralanma skorları üzerinden izlemenin, Roma dönemi arenalarında ölümüne dövüşen gladyatörlere tezahürat yapmaktan farkı yoktur.
Her iki tarafın da kayıpları bizim kayıplarımızdır.
Yukarıda kurguladığım olay aslında bu toprakların yaşanmışlığıdır.
Kimse tek başına beş üç ya da üç iki galip ya da mağlup değildir.
Yukarıda kurguladığım olay üzerinden alırsak aslında on bir sıfır mağlubuz.
Gerçekte ise ülke olarak yüzlerce, binlerce sıfır mağlubuz.

Nadi Öztüfekçi
17 Aralık 2017

11 Ekim 2017 Çarşamba

BİR HAPİSHANE MEKTUBU ve DAHA FAZLASI...

Dün ağabeyimle birlikte annemin evini boşalttık.
Ölüm telaşıyla pek incelemeye fırsat bulamadığımız çantaları valizleri karıştırdık.
Anacım meğer neler saklamış.
Mesela 9 Eylül Üniversitesi Mühendislik Fakültesinin bana gönderdiği “İlişiğiniz kesildi” yazısı… 
Sonradan inada bindirip Üniversite sınavına girmiş, İstanbul Hukuk fakültesini kazanmıştım. İlkinde kaydolamamış, ertesi sene yine girip aynı yeri bir defa daha kazanmış, kaydımı da yaptırmıştım.
Ama bu defa da –mahkemem sonuçlandığı için- bir gün bile devam edemeden kaçak duruma düşmüştüm.
İşte o kayıt olma hikayesinin bir anısı olarak İstanbul Hukuk Fakültesi öğrenci karnesi…
Annem o valizde benim ilk okul karnelerimi, benim de dahil olduğum TKP operasyonları haberlerinin yer aldığı gazete kupürlerini ve benim ona ceza evinden gönderdiğim mektupları da saklamış.
Dün o mektupları okurken çok duygulandım.
O mektupların birinde selam gönderip sözünü ettiklerimden beş kişi bugün hayatta değil.
Anneannem, Yengem, Dayım, İhsan Bey Amca ve o mektubu yazdığım annem de…
Hayatta olanlarsa, Eşim Hülya, Ablam ve Ağabeyim…
Ve her biri, benim aracılığımla ülkemizin yaşamak zorunda olduğu bir dönemle, 12 Eylül Faşist darbesi ile yüzleşmek zorunda kaldı.
Tıpkı o dönemin diğer 12 Eylül Mağdurları Yakınları -daha doğrusu mağdurları- gibi…

İlişikte söz konusu mektubun görselleri var.
Gerek fotoğraf kalitesi, gerekse benim olağanüstü kötü el yazım nedeniyle okunamaz kaygısıyla aşağıya mektubun metin halini de aldım.
Birkaç yazım hatasını düzeltmenin dışında görsellerini gördüğünüz orijinal metnini değiştirmedim.
Elbette parantez içine aldığım numaralar orijinal metinde yok.
O parantez içinde numaralar aşağıya aldığım yazının başlığında sözünü ettiğim "daha fazlasının"  açıklamalarına ait.

İşte mektup:

Sevgili Anneciğim,
Ne zamandan beri sana mektup yazmak istediğim halde bir türlü oturup yazamadım. Aslında yazmam gerektiği halde bir türlü yazamadığım bir sürü insan var.
Bu gece herkese yazmaya karar verdim. Önce senden başlıyorum.

Anneciğim sağlığın nasıl? Dilerim iyisindir. Kendine iyi bak ve benim için de fazla üzülme.
Bu zamana kadar sana yeterince dert oldum. Bundan sonra benim için üzülmeni hele hele hastalanmanı hiç istemem.

Benim durumum pek o kadar fena değil. Eninde sonunda burası bir hapishane yani güllük gülistanlık bir yer değil. Ama bir cehennem de sayılmaz.
Bu zamana kadar başıma gelen bunca dert, bunca sorunu hesaba katarsak burası onların yanında o kadar kötü gelmiyor insana.

Bu yüzden anneciğim kendini benim için üzmene gerek yok. Aslında hiçbir derdi kafana takmana gerek yok. Birçok sorun bizim dışımızda, kafamıza taksak da takmasak da var olmakta devam ediyor. Ve çoğu dert ne kadar üzülürsek üzülelim çözümlenemiyor. Önemli olan bu tür dertlerden en az zararla kurtulmayı bilmek.

İstersen sana buradaki yaşantımı biraz aktarayım. Sabahlarda erken saatlerde sayım oluyor. Herkes elbiselerini giyip yemekhanede toplanıyor. Sayımdan sonra kahvaltı oluyor. Genellikle çorba getiriyorlar. Kahvaltıdan sonra havalandırmaya çıkıyoruz.
Temiz havada biraz volta attıktan sonra herkes işinin başına oturuyor. Hapishane insana dışarıda yapmayacağı bir sürü şey yaptırtıyor. Koca koca adamlar oyuncak gemi yapıyorlar ya da ufak sazlar yapıyorlar.
Ben şimdilik el işi yapmıyorum. Şu sıralar yoğun bir şekilde İngilizce çalışıyorum. Bayağı ilerlettim sayılır. Yakında şakır şakır konuşamazsam da derdimi anlatabilecek düzeye gelirim. Burada ayrıca yaptıklarıma gelince;
Öğle yemeğinden önce salata yapıyoruz. 4-5 arkadaş birlikte yediğimizden ortak hazırlıyoruz. Salata hazırlamak benim hoşuma gidiyor. Bugün sabahtan çamaşır yıkadım. Pek o kadar iyi olmasa da yavaş yavaş öğreniyorum.

Anneciğim gördüğün gibi buradaki günler geçip gidiyor. Sağlığım da iyi. Arada bir spor yapıp iyi de besleniyorum. (1)
Kısacası en önemli sorunum sevdiklerime olan özlemim.

Bu ziyarette Hülya geldi. Buraya geldiğimden beri 3. Gelişi. Genelde pek şanslı sayılmazsam da bu konuda oldukça şanslıyım. Kızcağız benim için elinden geleni ardına koymuyor. Burada bir çok mahkum, yakınları tarafından terk edilmiş ya da pek ilgi görmüyor. (2)
Benim hiç olmazsa bu konuda pek sıkıntım yok. İnsanın sevdiği ve sevildiği yakınları olması büyük bir destek… İleride benim için yapılan tüm fedakarlıklara karşılık elimden geldiğince bir şeyler yapmak isterdim. Gerek sen gerek ablam benim için bir çok fedakarlıkta bulundunuz. Bunları ödemek imkansız biliyorum. Ve ben bu zamana kadar sizin için pek bir şey yapamadım. Zaman zaman bunları düşünüp üzülüyorum.
Örneğin ağbimin düğününde bile bulunamadım. Üstelik düğünün hemen ertesinde benim için koşturup durdu, üzüldü.(3) Bütün bunlar aklıma geldikçe üzülüyorum. Ama sen de bilirsin ki başınıza açtığım bunca derde rağmen bencil ve vurdumduymaz bir insan değilimdir.
Yaşamım boyunca dürüst olmaya çalıştım. Ne yaptımsa doğru olduğuna inandığım için yaptım. Kimseye zarar vermek istediğimden değil. Elbette bir takım hatalarım olmuştur. Ama iyi niyetimi hiçbir zaman bırakmadım. Neyse bütün bunlardan söz edip seni daha fazla üzmeyeyim.

Anneciğim Anneannem, Dayım ve Yengem nasıl iyiler mi? Onlara selam ve sevgilerimi iletiver.
Anneanneme söyle hastalanıp ölmesin. Çıkınca ona türkü söyleyeceğim. (4)
Yengemin sağlığı nasıl iyi mi? Ona da epeyi yük oldum. Ve bana oldukça anlayışlı davrandı. (5)

Anne, önümüzde günlerdeki bir görüşe geldiğinde getirmeni istediğim bazı şeyler var. Biliyorsun burada bir kez içeriye bir şeyler alıyorlar. O yüzden kışlık ve yazlıkları birlikte almak zorundayım.
Şu sıralar ihtiyacım olan şeyleri yazayım istersen. Bir eşofman, bir spor şortu, 2-3 tane yazlık gömlek, tişört ve kışlık giyecekler. Pek acelesi yok ama yakın zamanda getirebilirsen sevinirim.

Anneciğim mektubumu burada kesiyorum. Dilerim yazımı okuyabilmişsindir. Beni soran herkese selamlarımı ilet. Birçoğuna ben yazacağım zaten. Sen komşulardan soran olursa selamımı söylersin.
Hayriye Hanım teyze ve İhsan Bey amcaya (6) da selamlarımı ilet.

Şimdilik hoşça kal. Sevgi ve özlemle öperim.
Nadi


İşte daha fazlası;

(1)    Gerçekte iyi beslenemiyorduk. Burada annemin fazla üzülmesini istemediğim için yalan söylüyordum.
Aslında eşimin ve ailemin bana gönderdikleri parayla gayet iyi beslenme imkanım vardı.
Ama ben o parayı görmüyordum bile. Bir dilekçeyle komün saymanının bana gönderilen parayı çekmesini sağlamıştım.
O para komünde kullanılıyordu. Hiç parası gelmeyen ya da çok az gelen arkadaşlarımız vardı. Ben de komünden payıma düşenlerle beslenmek zorundaydım.
Elbette bu benim tercihimdi, kimse beni buna zorlamıyordu ve bugün de aynı şeyi yapardım. 
Ama ne yazık ki ceza evi komünleri bir dayanışma aracı olarak bir gereklilik olsa da suistimal edilmeye de çok açıktı. Bu suistimali komün yöneticileri ya da komün saymanları değil, sıradan komün üyeleri yapıyordu. Ailelerin gönderdikleri paranın bir kısmını başka arkadaşlarının üzerinden geçirip komüne çok azını veriyorlardı. Kimileri de ailelerine, “bana göndereceğiniz parayı hesabıma yatırın, çıkınca iş kurarım” diye mektuplar yazmış ve tespit edilmişlerdi. Sonuçta iş inada biniyor komün birkaç dürüst insanın parasıyla idare etmek zorunda kalıyor, doğru dürüst beslenemiyorduk. Ben dışarı çıktığımda karaciğerim büyümüş olarak çıkmıştım.
(2)    Eşim Hülya, bu süreç içerisinde bana fazlasıyla sahip çıkmıştı. Görüşe gelebilmesi için ceza evinde nikah kıymıştık. Bkz. : Bir Nikah Öyküsü
Yalova’da zorunlu hizmetini yaparken, hemen her görüş günü (açık görüşlerin hepsinde) ziyaretime gelirdi.
O ziyarete gelebilmek için gece acil nöbeti üstlenir, 24 saat uykusuzluktan sonra, nöbet izninde hiç uyumadan Çanakkale'ye gelirdi. Ziyaretten sonra tekrar Yalova’ya döner dinlenemeden göreve başlardı.
Sevgili eşim yaşantım boyunca bana destek oldu.
Ve bütün bunlar bir yazı altı notuna sığmayacak kadar fazla...
(3)    Ağabeyimin düğünü normal düğünler gibi olmamıştı. Benim mahkemem sonuçlanmıştı ve aranıyordum. Geceye benim aranıyor olmam damga vurmuştu. Elbette çoğu sıkıntılı, ama kısmen de gülünç durumlar yaşanmıştı.
Ben doğal olarak katılamadım. En az 10-15 polis düğüne davetsiz olarak katılmışlardı.
Sonradan anlattıklarına göre düğünün sonunda olan tebrik kuyruğuna bazı polisler de katılmıştı.
Ama hiçbiri takı takmamış.

Aramalar o kadar yoğunlaşmıştı ki ağabeyim ve eşi düğün gecesi bizim evde kalmışlardı. O ev benden dolayı gözetim altındaydı. Aslında iki yıl süren kaçaklığım süresince bütün yakınlarımızın evi açığa çıkmıştı. Başımı sokacak yer kalmamıştı.
O geceyi de ağabeyimin kayın pederinin evinde geçirmiştim. Ev karakolun bulunduğu caddeye paralel olan ana caddedeydi.
Sabah o evin de aranmak üzere olduğu bilgisi geldi.
Sıkıntı vermek istemedim, evden çıktım umutsuz ve plansız bir şekilde yürümeye başladım.
Bir iki dakika sonra yanımda bittiler.
Ağabeyime haber vermişler, düğün gecesinin ertesinde karakola gelmek zorunda kaldı. Polisler benim taksiyle gitmeme izin verdiler. Tanıdık bir taksici bizi, arkada iki polisin ortasında ben, ağabeyim de önde olmak üzere Buca ceza evine götürdü.
Ağabeyim izin verdikleri yere kadar bana eşlik etti.
Ben yakınlarıma verdiğim sıkıntının bitmiş olmasından dolayı biraz rahatlamış ama yepyeni bir maceraya atılmanın heyecanıyla, iki yıllık cezamın iki ayını geçirdiğim Buca ceza evinin kapı altından içeri girdim.
(4)    Bildiğim en kötü ses ve en kötü şarkı, türkü söyleyen kişi benim.
Ne var ki anneannemin kulakları ileri derecede sağırdı. Benim Türküleri yüksek perdeden ve adeta anons eder gibi söylememden hiç rahatsız olmazdı.
Aksine sözlerini de anlayabildiği için hoşuna bile giderdi. Ben de türkü söylerken yanımdan kaçmayan tek kişi olan anneanneme bol bol türkü söylerdim.
Anneannem, ben içeriden çıkıncaya kadar yaşamıştı.
Çanakkale'den kalabalık bir grupla Menemen'e geldiğimizde Anneannem ilk görüşmemizde mektupta onun için yazdıklarımı hatırlattı bana, "Ölmesin demişsin, bak ölmedim" dedi.
Gerçi ben çıkar çıkmaz, eşimin zorunlu hizmetini yaptığı yere, Yalova’ya gitmiştim.
Ama sık sık İzmir'e geliyorduk ve her geldiğimde, onun çok hoşuna giden bet sesimle bol bol türkü söyledim.
Ne yazık ki çıktıktan 7 ay sonra –tam da askere giderken- öldü.
O günden sonra kimse benden türkü dinlemedi.
(5)    Sevgili Yengem… Kaçaklığım boyunca olabilecek her türlü desteği vermişti. Evsiz kaldığımda birçok defa geç saatlerde giderdim.
O saatlerde uyumaz benim saniyelik zil sesimi duyar kapı otomatına basardı.
Bir gece yine dayımlara gidiyordum. Karşıdan gelen iki adamın konuştuklarına tesadüfen kulak kabarttım. Biri diğerine, “Birkaç günden beri o apartmanı gözlüyorlar, galiba birilerini yakalayacaklar” gibi bir şeyler söyledi.
Birden irkildim. Bu defa sokağın öbür başından yaklaşıp uzaktan dayımların apartmanına baktım.
Ya bana öyle gelmişti ya da tahminim doğruydu. Birkaç kişi apartmanı uzaktan gözlüyordu.
Riske girmek istemedim. Özellikle yakınlarımı zor durumda bırakamazdım.
Geri döndüm. O geceyi parkta geçirdim.
O günden bu yana kimseye bir şey söylemedim.
Yıllar sonra bir sohbet sırasında yengeme hem teşekkür edip bu olayı anlatmak istedim. Yengem lafı değiştirdi fırsat vermedi. Ne yazık ki Yengem de dayım da öldü.
Keşke bu yazımı okuyabilseydiler. Ama o zamanlar ben yazı yazmıyordum ki…

(6)    İhsan Bey Amca diye hitap ettiğim ağabeyimin kayın pederi…
Kızının düğün gecesinde evinde bir kaçak barındırmıştı. Damadının kaçak kardeşini…
Üstelik evi karakolunun çok yakınındaydı.
Az kaldı onun evinde yakalanacaktım.
12 Eylül Faşist Darbesi kimisini ateşiyle yaktı.
Kimisini de rüzgarıyla ürpertti...


Nadi Öztüfekçi
11 Ekim 2017







10 Temmuz 2015 Cuma

Bu İdeolojiyi Sen de Savundun!

Ben TKP hareketine 1976 yılında katıldım.
Yani İGD’nin kurulması ile aynı yıllarda… Menemen’de MİGD (Menemen İlerici Gençler Derneği) İzmir İGD Şubesinden önce kurulmuştu. Sosyalizm ve Komünizm ideolojisi ile bu yapılanma içinde tanıştım.
Öyle, daha önce başka bir ideoloji veya yapılanmadan TKP’yi “daha devrimci yapmak” üzere falan transfer olmadım, bu ideolojinin alt yapısından yetiştim.
Yani bu hareketin içine girdiğimde beraberinde getirdiğim bir rütbem yoktu.
Sıra neferiydim. Diğer binlerce sıra neferi gibi…

73 Atılımı ile birlikte benim kişisel deneyimlerimin çok benzerini yaşayan binlerce genç, İGD’nin ve doğal olarak TKP’nin 73 Atılımının temel aldığı ideolojiyi benimsediği, bu ideolojinin yaşamda karşılıklarını görebildiği için bu harekete katıldı.
Aynı durum daha önce başka siyasi yapılanmalar içinde olup sonradan TKP’ye katılanlar için de geçerlidir. Ya da geçerli olmalıdır. TKP’nin 1973 Atılımı sadece bir örgütlenme atağı, kadrolaşma kampanyası değildir.
Aynı zamanda ideolojik bir netleşmeyi de içerir. Yani diğer siyasi yapılanmalardan TKP’ye katılanlar -ki bir çoğu kısa süre içinde TKP'nin üst yönetiminde yer almışlardı- TKP’nin prestijine, bu atılımın mimarı konumundaki İ. Bilen yoldaşın karizmasına değil, 73 Atılımı ile öne çıkan TKP’nin ideolojisini benimsedikleri için bu harekete katılmış olmaları gerekir.
Bu dönem ile ilgili bilgileri olanların ölümüne suskunlukları birçok konuyu karanlıkta bıraksa bile; o dönemin yayın organları, özellikle ATILIM gazetesi, TKP ideolojisini hiçbir yanlış anlamaya, yanılgıya yol açmayacak netlikte açıkça ortaya koymaktaydı.
Kaldı ki 73 Atılımının ideolojik alt yapısı günün moda kavramları üzerinden, hamasi duyguların kullanıldığı oportünist bir mantıkla, popülist kaygılarla türetilmiş argümanların dolgu malzemesi olarak kullanıldığı bir zeminde temellendirilmemişti.
Aksine söylenmesi gerekeni çekinmeden söyleyen, mahalle trendlerine prim vermeyen, baskılarına da pabuç bırakmayan yapısı gereği özellikle gençlik kesimlerinde savunulması zor bir ideolojiydi.
Sol içerisinde en çok eleştirilen, savunucularının en fazla saldırıya uğradığı bir ideolojiydi.
Kısacası TKP 73 Atılımının en önemli özelliği ideolojisiydi.
Bugün o dönemlerde bu hareket içerisinde yer alıp kendisini kandırılmış, yanıltılmış olarak görenlerin hiçbir haklılık yanı yoktur.
Böyle bir ideolojinin “bilmeden” savunulmasına imkan yoktur. İster bir başka ideolojik yapılanmadan gelsinler, isterse ideolojik bilincini TKP hareketi içerisinde edinmiş, bir dönem bu ideolojiyi savunan ya da savunur görünen herkes, neyi savunduğunu biliyordu.
73 Atılımı; kadrolaşma yöntemi, örgütlenme ve hiyerarşik biçimlenmesi, içerisinde barındırdığı kariyerist eğilimler, adamcılık, artizanlık hatta ihanet ve birçok açıdan hedef tahtasına konabilir, kıyasıya eleştirilebilir.
Böylesi bir yapının, bu hareket içerisinde iyi niyetle yer almış insanlara olumsuzluklar, vicdanları rahatsız edebilecek bir dolu haksızlıklar içeren yansımaları olmuştur.
Eleştirilmesi, ortaya çıkarılması, üzerine gidilmesi gerekir. Bu eleştiri ve özeleştiri mekanizması sürecinde “bilmiyordum”, “anlamamıştım”, “mecbur kaldım”, “kandırıldım” gibi mazeretler hoş da görülebilir.
Ve elbette o dönem İdeolojik açıdan da eleştirilebilir. Eleştirilmelidir de…

Ama buna soyunan kişilerin bu eleştirilere başlamadan önce kendilerinin sıkı bir öz eleştiri yapması gerekir.
İdeolojik eleştiriler, örgütsel bazdaki eleştirilerde olduğu gibi “bilmiyordum”, “anlamamıştım”, “mecbur kaldım”, “kandırıldım” gibi mazeretleri kaldırmaz. Komik kaçar.
Adama sorarlar; “Bütün o dönem boyunca, en inanmış TKP’liyi oynarken, en ufak soruyu, kafa karışıklığını ihanetle yaftalayıp, bu ideolojiye toz kondurmazken; aklın, vicdanın, bilincin ve mantığın neredeydi? diye…

Bugün de TKP’nin 73 Atılımının ideolojik temelleri en fazla saldırıya uğrayan ideoloji. İlginç bir çelişkidir ki; ismi ve tarihsel varlığı en fazla nemalanılan TKP, ideolojisi de en fazla eleştirilen, hatta saldırılan bir parti.
Neden acaba..?
Belki de 73 Atılımı ile birlikte TKP’nin oluşturduğu ideoloji bugün hala birilerini rahatsız ediyor.
Yerine oluşturulan her biri bir algı çarpıtması olan paket ideolojilerin TKP’nin ideolojisinin yerini dolduramadığı somut, elle tutulu bir gerçek.
Bugünün parametreleriyle, bugüne dair çözümlemeler üreten gerçekten komünist bir ideolojinin varlığı bence birilerinin kabusu olabilir.
Diğer yandan, TKP’nin 73 Atılımın ideolojik temelleri bir yerlerde kotarılıp piyasa edilen paket ideolojilerde kendini bulamayan birçok komünist için de esin kaynağı olabilir.
Bu ideolojinin temel argümanlarını baz alan açılımlar, o günlerden bu yana değişen değişmeyen olgu ve unsurlar, tamamlanan, süregelen ya da sonradan başlayan süreçleri dikkate alan tartışmalardan sonra varılacak düşünsel ortaklıklar, günümüzün düşünsel sis bulutlarını dağıtabilir.
Böylece 73 Atılımının “ne ki…”, “söz yok” gibi söylemlerini tekrarlayan, liderlerinin ismi ve resimleriyle bezenmiş ikinci sınıf imitasyonlarının yerine ana felsefesini bugüne ulaştırmayı başarabiliriz.

İzmir’de ilk defa düzenlenen İGD’nin kuruluş yıl dönümü gecesinde, henüz facebook yokken “Bu Tarihte Sen de vardın” adlı bir mail grubu oluşturulmuştu.
Aslında “O tarih” diye kast edilen şey her ne kadar İGD'nin kuruluş yılı 76 ve 80 yılları arası olsa da, asıl başlangıç 73 Atılımıydı. “Sen” diye de 73 Atılımı, yansıması ve TKP üyesi ve sempatizanı olanlar işaret ediliyordu.
Yanlış anlaşılmasın burada bu mail grubunu kuranlar eleştirilmiyor.

Aksine onlara her şeye rağmen teşekkür borçluyuz.
Eleştirdiğim şey, o günlerde hakim kılınan anlayış.
Bu anlayış o günlerde TKP kökenli tüm girişimlerine de yansımış ve yansıtılmıştı.
Her girişim “O tarihte var olanlar" üzerinden yürütülmek istendi. Oysa belki de yanlış olan buydu.
Çünkü daha baştan kısıtlama getiriyordu. “O Tarihte” olma sınırı...
O tarihte herkes olamazdı. Özellikle yaşı genç olanların “O tarihte” orada olmaları imkansızdı ve baştan dıştalanmış oluyorlardı.
Oysa eser miktarda da kendini devam edegelen TKP geleneğinin devamcısı olarak gören gençler de vardı.
Bence çıkış noktası “Bu İdeolojiyi Sen de Savundun” olmalıydı.
“O tarihte” herkes olamayabilirdi ama “O ideolojiyi” yaşlı, genç, o zaman ya da bu zaman, herkes savunabilirdi.
Zaten bugünlere ulaşması gereken ve yarınlara götürecek olan şey; 73 Atılımının, bugün yaşlılığın bütün sendromlarıyla muzdarip, Romatizmalı, kanserli kadrolarından oluşan örgütselliğinden daha çok, bugünün parametreleriyle, bugünün atmosferinde yaşayabilen ideolojisi olmalıydı.
Ne ismi ne kadroları ne de örgütsel ilişkileri...
Üzerinde ortaklaşılabilecek olan yegane unsur göz ardı edildi. Baştan mahkum edilerek yok varsayılmak istendi.
Aslında TKP’ye dair her şey, yok edilebilir, yağmalanabilir, dağıtılabilirdi ama ideolojisi yok edilemezdi. Ancak yok var sayılabilirdi…
Öyle yapıldı ve sofistike tekniklerle kısmen de olsa başarılı olundu.

Bence henüz iş işten geçmiş değil.
TKP ideolojisi bugüne komünist bakış açısının temellerini içinde barındırıyor.
Biraz daha yaratıcı ve biraz daha dönemine yönelik araştırıcı yaklaşılarak, tartışılarak ideolojik ortaklaşmaya ulaşılabilir.
Unutulmasın nereye gidilecekse bu ortaklaşmadan sonra gidilecek.
Her şey denendi birlik olmak için ama düşüncede birleşmek denenmedi.
Bence denemeye değer. Ya sizce?

Nadi Öztüfekçi

10 Temmuz 2015

24 Ağustos 2014 Pazar

TKP'nin geçmişi... Anlak ve Ahlak


Önce bir anlak testi yapalım.
Bir blog yaratmak ve orada yazı yazmak neden tercih edilir?
Bu benim için facebook ve twitter gibi yönlendirici sosyal medyaya karşı bir direniş gibi bir şey.
Bir kere facebook ve twitter'ın sınırlarından kurtuluyorsun.
Örneğin yazılarında bold ve italik vurgulamalar kullanıp kendini daha iyi ifade edebiliyorsun.
Birden fazla resim kullanıp, sağa sola yaslayabiliyor, mesajlarını güçlendirebiliyorsun.
Yazı içerisinde yazı ve resimlere bağlantı (link) yükleyip yazının bütünlüğünü bozmadan açıklayıcı olabiliyorsun.
Yazılarını derli toplu bir yerde tutup, söylediklerinin ve yazdıklarının arkasında olacağını dostuna düşmanına gönül rahatlığıyla ilan edebiliyorsun.
Böylece kendini de disipline edip tutarlı, olmaya zorluyorsun. (Tabii tutarlılık senin için önemliyse.)
Elinden geldiğince anlaşılır olmaya gayret ediyor yazdıklarına emek sarf edip seni okuyanlara saygısızlık etmiyorsun.
Senin yazılarını paylaşmak isteyenlere de kolaylık sağlıyorsun.
Görüşlerinin bir bütün olarak anlaşılmasını istiyorsan bunu bir kaç yazıya bölme imkanını elde ediyor uzun yazılarla seni okuyanları sıkmıyorsun.
Ve elbette blogda yazdığın yazıyı facebook’ta paylaşacaksan içinden konu hakkında fikir verecek bir paragrafı alıntılayıp öyle paylaşıyorsun. Yazının geri kalanına bir ‘tık’la, üstelik "bedava" ulaşılabiliyorsa bunda bir sorun yoktur. Bunun etik olmayan bir yanı da yoktur. Elbette reklamla ilgisi de…
Ortalama bir anlak düzeyi bunu kolayca kavrar.
Eğer hala anlaşılamadıysa o zaman bu düzeyde bir sorun var demektir.

Peki, reklam ve tanıtım yanlış mı? Elbette değil. Bir takım ortaklıklardan dolayı bir araya gelinmiş sayfalarda sadece kitap değil, insanların yaptığı herhangi bir işin bile -belli sınırlar dahilinde- tanıtımı hoş görülebilir. Abartmadan, hoşgörünün sınırlarını zorlamadan yapılan, sonu kazanca dayanan bir takım tanıtımlar 'dayanışma' parantezi içinde kabul edilebilir.
Hele tanıtımın söz konusu bir kitapsa…

Ama etik denilen bir şey vardır. Asıl tartışılması gereken şey budur.
En sıradan bir ürün reklamının bile bir etiği vardır. Üstelik bu ürün bir kitap, hem de ortak bir geçmişin ve ideallerin söz konusu edildiği bir kitapsa; bu durumda etik, misliyle aranması gereken bir unsurdur.

Ne fikir farklılıkları ne para kazanma kaygısı ne de “tanınma hırsı” hoş görülmez değil.
Ancak bu sayfalarda ‘etik’ (ahlak) yeterince kavranıp, yeterince önemsenmezse diğer tüm konular; siyasi görüş, politika, sosyalist idealler vs. hepsi magazin unsurlarına dönüşür.
İşte anlak denilen şey burada da devreye giriyor.
Eğer bu anlak denilen şey zayıfsa faklı tutumlara, farklı tepkilerin nedenini anlamakta zorlanırsınız.
Örneğin kitaplarınızı tanıtırken sayfalarında size hiç bir engel çıkarmadığını bildiğiniz birileri size belli durumlarda -örneğin; 'dayanışma'yı 'abanışma'ya dönüştürdüğünüzde- tepki gösteriyorsa ve siz bunun nedenini bir türlü anlayamıyorsanız ortada bir anlak sorunu vardır.
Ancak bütün bunları anlayıp da anlamazlıktan geliyorsan o zaman ortada bir ahlak sorunu vardır.
Üstelik bu defalarca başınıza gelmiş ve sizler her defasında  "ekmeğime engel oluyorlar" ayaklarındaki tebelleş işportacılar gibi şaşkın(!) ve mağduru(!) oynuyorsanız ya ‘anlak’ ya da ‘ahlak’ düzeyinizde durum vahimdir.

Anlak ve ahlak birbirini besleyen şeyler. Anlak düzeyiniz yeterli olmalı ki neyin etik olduğunu, neyin olmadığını anlayabilesiniz. Aynı şekilde ahlak düzeyiniz de yeterli olmalı ki anladığınızı anlamazlıktan gelmek sahtekarlığına sapmayasınız.
Ne yazık ki bu denge birçok kez sağlanamıyor.
Bu durum bazıları açısından "umutsuz vaka" ve onların kendi hallerine bırakılmasını gerektiren, "nevi şahıslarına münhasır" özel bir durum olabilir. Yaratılan 'ortam'dan nemalanmaya çalışan küçük esnafın tipik fırsatçılığı olarak önemsiz bir durum olarak da değerlendirilebilir.
Ama o 'ortam'ı yaratan daha etkili, daha organize ve bilinçli odakların nemalanmaktan öte çok önemli ve nesnel nedenleri olduğunu düşünüyorum.
İşte bu noktada; bu ortam yaratıcılarının bütün sol değerleri alt üst etme amaçlarının mülayim denekleri olmak istemiyorsak, genelde bir topluluk olarak bizlerin de ortak anlak ve ortak ahlak geliştirmesi gerekiyor diye düşünüyorum.
Her konuda her şeyi aynı düşünmek ve aynı davranmaktan söz etmiyorum elbette.
Ancak bazı kavramlar ve değerler üzerinde de ortaklıklar oluşturulabilmeli.
En azından uzun bir siyasi geçmiş yaşayanlar arasında, ortak geçmişe ait değerlendirmelerde ortak bir anlak ve ahlak geliştirebiliriz diye düşünüyorum. Biz derken TKP geleneğinden gelenleri ve TKP tarihini doğru, nesnel ve önyargısız olarak incelemenin, Türkiye solunu doğru anlayabilmenin ön koşullarından biri olduğunu kabul eden, tüm Türkiye solunu kast ediyorum.
Az veya çok geçmişine saygılı, gerçeğe ve hakkaniyete önem veren TKP’liler ve Türkiye solunu…
Bence TKP tarihini -yakın geçmişi dahil- değerlendirirken acilen geliştirilmesi gereken ortak bir anlak ve ahlaka gereksinim var.
Sözünü ettiğim aciliyet; “TKP tarihi bir an önce doğru düzgün değerlendirilsin” anlamında değil.
Bu değerlendirmelerin yapılırken gerekli ortak anlak ve ahlaktan söz ediyorum.
Acil olan bu! Hem de çok acil…
Zira TKP tarihindeki zengin ayrıntılar, bir sürü değer, bugüne ve geleceğe ışık tutabilecek bir dolu ders haramiler tarafından yağmalanıyor. Tıpkı "Radikal Müslüman" IŞİD militanlarının Suriye ve Irak’taki arkeolojik kazı alanlarında yaptığı tahribat ve yağma gibi, TKP tarihi de "radikal muhterisler" tarafından koparıla parçalanıla pazarlanıyor. Bütünlüğü bozularak, günümüzün trendlerine göre yontulup, boyanarak, orijinalinden saptırılıp, bu her iki 'radikal'in de arkasındaki gücün yaratığı piyasada pazar ediliyor.
TKP tarihi ile ilgili olağanüstü bir dezenformasyon alıp yürüyor. Sınıf bağlamından koparılmış, piyasa koşullarına göre formatlanan "sol muhalefet" yaratma çabası ile at başı giden bir dezenformasyon bu...
İşte, bu dezenformasyona karşı durabilecek ortak anlak ve ahlakı geliştirmek gerekiyor.

Nasıl bir ortak anlak ve ahlak?
Elbette adı üzerinde, ortak varılacak bir şey bu. Ama aklıma gelen bir iki örnek üzerinden tartışmayı başlatayım. İsterseniz önce anlak ve ahlak kafiyesinden vazgeçerek bundan sonrası için “ortak akıl” ve “ortak ahlak” kavramları üzerinden yürütelim.

Önce;
Bu tartışmaları sosyal medya sınırlarına hapsetmekten vazgeçip doğru düzgün tartışma platformlarına taşımak gerekir. Öyle facebook’un kaygan sayfalarında olduğu gibi söylediklerimizle birlikte sorumluluğumuzun da kayıp gitmeyeceği sayfalara, örneğin bloglara taşımak gerekir. Böylece tartışmalarımıza sorumluluk ve ahlak gelir. Sonra; yukarıda anlattığım gibi kendimizi daha iyi ifade edebileceğimiz, söylediklerimize referanslarımızı, savlarımıza kanıt olacak belgeleri linkleyebileceğimiz teknik imkanlara sahip olur, tartışmalarımıza akıl da getirmiş oluruz.

Devam edelim.
Tartışmaları yavaş yavaş yakın geçmişe kaydırmak zamanı gelmedi mi? Alzheimer hastaları gibi uzak geçmişlerde feryat figan dolaşmak yerine belleklerimizden silinmesine fırsat vermeden yakın geçmişimize canlı bir zihinle yaklaşsak..? Güçlü bir bellek imecesi oluşturarak ortak aklımızı güçlendirsek..?
Tanıkları, sanıkları, yetkilileri ve sorumluları -giderek azalsa da- henüz sağ ve esenken kirli çıkımızdakileri ortaya döküp, ortak ahlakımızı da temizlesek nasıl olur?

Bitmedi.
Kendimizin de hatasıyla, sevabıyla TKP geçmişinin bir parçası olduğumuz gibi bir ortak akıl yürüterek, gazozuna ilaç katılarak kötü emellere alet olmuş genç kız masumiyetini bırakmak gibi ortak bir ahlak geliştirmeli değil miyiz? Sorumlularının ve tanıklarının artık yaşamadığı hatalar için, trendist eleştiriler veya sahte özeleştiri gösterileri yerine bizzat sorumlusu veya mağduru olduğumuz hataların hesabını vermek veya sormamız gerekmiyor mu? Başkaları adına utanıp özür dilemeyi bırakıp kendi adımıza özür dileyip utanmamızın zamanı gelmedi mi?

Nihayet;
TKP’nin Türkiye’deki sol hareketi,  yasaklı bir parti olarak ağır baskı ve gizlilik koşullarına karşın bugüne taşıyan en önemli köprü olduğu gibi önemli bir gerçeği görebilecek bir ortak akıl geliştirmek yerine,  solun başındaki bela olarak görmek ve tanıtmak gibi bir haksızlığa karşı çıkacak bir ortak ahlak geliştirme görevimiz yok mu? TKP tarihine eleştirel bakmak, solun yaşadığı hemen her sorundan TKP’nin mesul tutulmasına karşı tepkisizlik mi gerektiriyor?

Yukarıda saydığım başlıklar TKP tarihine eleştirel yaklaşımın ortak akıl ve ortak ahlakını geliştirmedeki gerekli tartışma konularının sadece bir kaçı. Daha da geliştirilebilir ya da benim başlıklarıma farklı yorumlar getirilir.
Ama ben inanıyorum ki TKP geleneğinden gelen yoldaşların geliştirilecekleri ortak akıl ve ortak ahlak; son zamanlarda piyasa edilen “TKP’nin 12 Eylül Cuntası tarafından asılan bir üyesi olmadığından dolayı utanması gerektiği” (*)gibi bir anlayışa şiddetle karşı çıkar.
Bu ortak akıl ve ahlak Kemal Türkler’in katledilmesinin 12 Eylül’ün öncel bir infazı olduğunun farkına varır ve bu faşist Cuntanın birincil hedeflerden birinin TKP olduğu gerçeğini teslim eder.
Bu ortak akıl ve ahlak TKP İstanbul İl Sekreteri Mustafa Hayrullahoğlu’nun işkencede öldürülmesinin aslında yargısız bir infaz olduğunu bilir ve onun yiğitliği ile gurur duyar, anısına saygı duyar.


Bu ortak akıl ve ahlak TKP tarihinin en nesnel ve en acımasız eleştirisi ile art niyetli karalamalar arasındaki farkı gözlemleyecek TKP tarihi üzerinden haksız para ve itibar rantı peşinde koşanları teşhir edecektir.
Evet TKP tarihi gerçekten incelenmeli. Hem de bütün nesnelliği ile…
Çünkü o tarihte çok önemli dersler var.
Çünkü o tarih; hatası ve sevabı ile devamcısı ve aktörlerinden biri olduğumuz tarih.
Çünkü o tarih; asla Radikal Muhterislerin hoyrat ve rantçı ellerinde metalaşmasına göz yumulamayacak kadar değerli bir miras.

Saygılarımla
Nadi Öztüfekçi
24 Ağustos 2014
 



(*) Yazının yazıldığı tarihlerde. Genellikle Tarihsel TKP üyelerinin takip ettiği Sosyal Medya sayfalarında katıksız TKP düşmanlığı üzerinden ilgi toplamaya çalışan bir eski TKP'li tarafından “TKP’nin 12 Eylül Cuntası tarafından asılan bir üyesi olmadığından dolayı utanması gerektiği” gibisinden absürt değerlendirme yapılmıştı.