ÖSO etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÖSO etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Mart 2018 Salı

KÜRESEL DOLANDIRICILIK ve ETİK AKIL..!

Karşıyaka'da oturduğum ve henüz çalıştığım zamanlardı.
İşten yeni gelmiştim. Kapının zili çaldı.
Kapıyı açtığımda, kızlı erkekli bir grup gencin, yüzlerinde eğreti ve mahcup gülümse ile bana baktığını gördüm.
En öndekinin duruşu, bakışı farklıydı.
Yüzündeki gülümseme diğerleri gibi eğreti olsa da, o mahcup değildi. Aksine kurnaz ve pişkin bir duruşu vardı.
Besbelli ki o grubun lideriydi.
Evlere aktif satış yapan bir firmanın elemanları olduğu daha ilk bakışta anlaşılıyordu.
Kalabalık olmalarının nedeni ise, yeni elemanlarının yetiştirmek için, başlarında daha tecrübeli bir elemanları eşliğinde tecrübe satışı yapıyor olmalarıydı.

Başlarındaki tecrübeli(!) eleman; "Tebrikler beyefendi, firmamızın sattığı 'falan marka' su arıtma cihazını %50 indirimle satın alma hakkını kazandınız." gibisinden, ezber olduğu çok belli olan kalıp bir cümle ile lafa başladı.
Ben, "Niye..?" diye sordum.
Birden şaşırdı. O kendisine fazlasıyla güven duyan hali değişti. Ne söyleyeceğini bilemedi.
Her halde verdiği 'müjdeyi' anlamadığımı düşünse gerek ki o kalıp cümleyi bir daha tekrarladı.
"Tebrikler beyefendi, firmamızın sattığı 'falan marka' su arıtma cihazını %50 indirimle satın alma hakkını kazandınız."
Ben, "Tamam da niye?" diye tekrar sordum.
Şaşkınlığı ve telaşı biraz daha artmıştı. Ben sanki, "%50 diyorsun ama, ne bileyim liste fiyatından satmadığını?" diye sormuşum gibi, elindeki, -defalarca kullanılmış olmasından dolayı olsa gerek- yıpranmış bir broşürü bana göstererek, "Bakın beyefendi broşürde de gördüğünüz gibi bu cihazın fiyatı -geçmiş zaman olduğu için uyduruyorum- 800 lira. Ama siz %50 indirim hakkı kazandığınız için size 400 liraya veriyoruz." gibisinden stokundaki ikinci ve son ezberini sıraladı.
Ben, "Tamam da kardeşim, ben niye böyle bir 'indirim hakkını' kazandım?" diye tekrar sordum.
Ezber stokunda bu soruya uygun cevap kalmamıştı.
Bu defa, "Beyefendi firmamız kampanya.. İşte bu yüzden kazanan müşterilere % 50 indirim yapıyoruz. ...olduğu için, o yüzden 800 lira olan alet, kampanya 400 lira... İsterseniz deneme yapalım." gibi başı sonu belli olmayan bölük pörçük cümlelerle bocalamaya başladı.
Ancak yüzündeki kurnaz ifade hala değişmese de, ses tonundan biraz sinirlendiği anlaşılıyordu.
Ses tonunda beliren bu sinirlilik hali de beni biraz kızdırmıştı.
Ben de o meraklı, soran hali bırakarak, daha kararlı bir ifade ile; "Bak kardeşim, sen bana %50 indirim hakkı kazandığımı söylüyorsun. Ben de sana bu hakkı niye kazandığımı soruyorum. Ne yaptım da ben böyle bir hakkı kazandım? Bilmeden bilet aldım da piyango mu çıktı, bir sınavı mı kazandım, televizyonda bir programa katıldım da sordukları soruyu mu bildim?"
Sustu. İçinden, "Adamın zoruna bak. Neyi soruyor akşam akşam. Çattık!" diye düşünüyordu sanırım.
Ben yanıt vermesine fırsat vermeden, "Yoksa bizim evimiz Apartmanın en alt katında ve 1 numara olduğu için mi, piyango bana çıktı?"
Suratı tamamıyla değişmişti. O kurnaz ifade de kalmamış, sadece öfke, kızgınlık ve kin vardı.
Öyle bir yanıt verdi ki şaşırma sırası bana gelmişti.
Belki de o kısa konuşmamızdaki, kendisinin de inandığı tek doğru sözünü söyledi; "Abi biz burada ekmek parası kazanmaya çalışıyoruz."
Evet doğru söylüyordu, kendince ekmek parası kazanmaya çalışıyordu ve ben de biraz yumuşadım. Ama kendince.!? Bu son cümlesinin doğru olması beni akşamın bir vakti kazıklamaya çalışmasını haklı kılmıyordu.
Daha 'abi' bir tavırla; "Bak abicim, sen ekmek parasını kazanacaksın diye, beni yemekten kaldırdığın yetmiyormuş gibi, sana öğretilen laflarla bana paçoz bir aleti satmaya çalışıyorsun.
Belki farkında değilsin ama hak etmediğim bir şeyi alacağımı düşünerek  bana hakaret etmiş de oluyorsun.
Sen, değil  200 liralık aleti 400 liraya satmaya kalkışmak, bana, 'Al bu parayı sen kazandın' diyerek bin lira vermeye kalkışsaydın, ben o parayı da senden almazdım." benzeri uzunca bir konuşma yaptım.
Geçmiş zaman, birebir olmasa da aramızda geçen konuşma yaklaşık böyleydi.
Grubun başındaki genç dahil hiç biri böyle bir tepki beklemiyordu.
Kapıyı yüzlerine kapatmayıp ya da tersleyip kovalamadığıma göre, pazarladıkları cihazı kolayca satabilecekleri birini bulduklarını düşünmüşlerdi.
Ama kazın ayağının öyle olmadığını anlamışlardı. Karşılarındaki adam biraz cins çıkmıştı

Fazla morallerini bozmamak için sattıkları aletle de samimi olarak ilgilendim. Teknik bazı sorular sordum. Hiç bir bilgileri olmadığı gibi aletin bir kullanım kılavuzu bile yoktu.
Eğer satış yapacaklarsa öyle, "indirim hakkı kazandın" gibi beylik satış taktikleri yerine, alet hakkında daha fazla bilgi edinselerdi doğrusu daha güven verici olurlardı.
Bu konuda da konuştum mu hatırlamıyorum ama onları başımdan savmayıp uzun uzun konuşmamın bir nedeni vardı.
Kendimce; sadece uyanıklık değil, dürüst ya da hakkaniyetli olmanın da kandırılmayı engelleyeceğini anlatmaya çalışmıştım.
Gençler üzerinde ne gibi etkisi oldu bilmiyorum. Ama onca konuşmadan sonra nihayet kapıyı kapattığımda ellerinin boş kalmasına eminim bozulmuşlardır.

Aslında beni yemekten alıkoyan, eşimi de biraz kızdıran bu uzun konuşmayı yapmamın başka bir nedeni daha vardı.
O sıralar Saadet Zinciri denilen dolandırıcılık sistemi revaçtaydı. Hiç ummadığım arkadaşlarım da bu sistem içerisine girmişlerdi. Bu duyumlar beni üzmüş ama bir o kadar da şaşırtmıştı.
Üstüne bazı arkadaşlarım beni bu sisteme dahil etmek için beni ikna etmeye çalışmaları, üzmek  ve şaşırtmaktan öte kızdırmıştı da.
Yani o sıralar bu konularda duyarlıydım. Bir veya bir kaç gün önce onlarla da tartışmıştım.
Akşamın bir vakti o gençleri karşımda görünce her iki tavırda da benzerlik görmüştüm.
Birileri beni bir şeye ikna etmeye çalışıyordu.
Eğer ikna olsaydım, beni ikna etmeye çalışanlar için iyi olacağı kesindi.
Örneğin arıtma cihazı satan, bu satıştan pirim ya da kar payı alacaktı.
Saadet Zincirine girmeye ikna etmeye çalışan arkadaşlarım da en azından zararlarından bir kısmını benim üzerinden kurtarmış olacaklardı.

Peki benim için iyi olacak mıydı? Her iki durumda da iyi olmayacağı kesindi.
Birincisinde satmaya çalıştıkları cihazın beş para etmediğini, ben kısa bir incelemeyle anlamıştım. Ancak kendilerinin bundan haberi bile yoktu. İncelemeye, bu konuda bilgi edinmeye gerek bile duymamışlardı.
Çünkü böyle bir etikten haberleri bile yoktu. Açıkçası 12 Eylül sonrasının, her ne şekilde olursa olsun köşe dönmek üzerine kurgulanmış hakim yaşam anlayışının bir sonucu olan bu gençler için beklediğim şeydi.

Ama ya beni Saadet Zincirine eklemeye çalışan arkadaşlarım..?
Saadet Zincirinin de ne mene bir dolandırıcılık olduğu, eninde sonunda üyelerinin elinde patlayacağı aslında başından beri belliydi. Yani eğer sisteme dahil olsaydım, o da benim için iyi olamayacaktı. Nitekim kısa süre sonra sistem patlayınca bu kanıtlanmış oldu.
Sistemin en büyük özelliği şuydu: Bir şekilde para yatırarak sisteme dahil olan bir kişi, yatırdığı parayı çıkarmak ve kar etmek için başkalarını sisteme girmesi için ikna etmeleri gerekiyordu.
Çünkü senin kazancın, sisteme katabileceklerinin yatıracakları paradan çıkıyordu. Onların kazançları da kendi katabileceklerinin yatıracakları paradan çıkacaktı.
O zamanlar söyleniyor mu bilmem ama bugün bu sisteme piramit sistemi deniyor.
Piramit alttan beslendikçe ayakta kalıyor. Sonuçta birileri mutlaka zarar edecekti.
Ya da şöyle diyelim; senin kazancın, başkalarının zararının -piramitteki konumuna göre belirlenen- bir miktarından,  birikiyordu. Ve bu başkalarının içinde, senin sisteme girmeye ikna ettiğin kişilerin de olması büyük olasılıktı.
Beni sisteme girmem için ikna etmeye çalışan arkadaşlar, benim zarara girmemi istemiyor olsalar bile, -ki yakından tanıdığım bazıları asla bunu istemezlerdi- sonuçta benden, sisteme girmek için ikna ettiklerimi (bunlar arkadaşlarım, yakınlarım olabilirdi) zarara sokmamı istiyorlardı.
Onlar kendisi için iyi olduğunu düşündükleri şeyden benim de yararlanmamı istemişlerdi.
Ama her şey yolunda gitse bile, birlikte başkalarının zarar etmesine neden olacaktık.
Böyle bir duruma düşmek benim için kötü bir şeydi ve o dostlarım benim kazanç sağlamamı isterken, diğer yandan hiç düşünmedikleri, bambaşka bir konuda bana kötülük yapmış olacaklardı.
Benim kendime olan saygımı yitirmeme neden olacaklardı.
Oysa 'o bambaşka konuyu' düşünmeleri gerekirdi. Hatta kendileri için de...
Eğer işler kendileri için iyi gitse bile (ki işlerin kendileri için de iyi gitmediğini hatırlıyorum) sisteme girmelerine -dolaylı ya da değil- neden oldukları bir çok kişi için iyi gitmeyeceği kesindi.
Yani hak etmedikleri ve başkalarının zararından elde ettikleri kazancın peşine düşmemeleri gerekirdi.
Bunun için ne çok zor bir akıl yürütme ne de fazlasıyla yüksek bir etik gerekirdi.

Anlattıklarım, 12 Eylül Darbesinin solculara yönelik tutuklama, işkence hapis gibi saldırılarının bir parça da olsa etkisinin azaldığı yıllarda olanlardı. 1996, 1998 yılları arası...
Darbenin üzerinden 16-18 yıl geçmiş, solcuların çoğu salıverilmişti. Ama bir çoğunun akıl ve vicdanlarının tutukluluğu demek ki devam ediyordu.
Toplumu kurtarma savaşı mağlubiyetle sonuçlandığına göre artık bireysel kurtulma zamanı diye düşüyorlardı belki de.
Evet yıllarca süren mücadele ve sonrasında gelen kaçaklık, tutukluluk vs. esnasında ertelenen  evlilik, bir iş güç sahibi olmak gibi yaşamsal görev ve haklar gecikmiş zamanlarda baştan kurulması gerekiyordu. Geciken zamanı telafi etmek adına yaşanan telaş, bir çok kez bizleri o güne kadar biriktirdiğimiz değerlerden uzaklaştırıyordu. Savrulmamak çok zordu.
Bunun bir nedeni de günün esen rüzgarlarının bilinçli, yönlendirici, itici gücüydü.

Kendi adıma, -alabildiğine nesnel olmaya çabalayarak düşündüğümde- bu rüzgarlara karşı direndiğimi, mücadeleye girdiğim genç yaşlarımdan beri biriktirdiğim bu değerlerden uzaklaşmamayı başardığımı rahatlıkla söyleyebilirim.
Bu rahatlığımın nedeni, o günlerdeki yaşantımın, bu yazımı okuma ihtimali olan arkadaşlarımın gözü önünde, şahitliğinde geçtiğini bilmemdir.
Yine de o sözünü ettiğim telaşı ben de yaşadım. İşlerimi yoluna koymak için alabildiğine çabaladım.
Ama sırtımda taşıdığım o değerlerin ağırlığı, ayaklarımın bir birine dolaşmasına neden oldu. Defalarca tökezledim.
Çalıştığım iş kolunda, piyasanın yararlı, teknik yeterliliği üst düzeyde olan, dürüst, danışılabilir biri olarak tanınsam da iş hayatımı o piyasadan resmen sürülerek bitirdim.
İşte o biriktirdiğim değerler gereği, bir çırağın dövülmesine karşı gösterdiğim tepki ve sonrasında sergilediğim -yine o değerler gereği- uzlaşmaz tavır, bu piyasadaki varlığımı imkansız hale getirdi.
Sonrasında yaptığım iş başvuruları çok daha iyi koşullarda sonuçlanmak üzereyken, son noktada alınan "duyumlar" nedeniyle sonuçsuz kaldı.

Yaşadığım  bu kişisel deneyimin benzerlerini bir çok arkadaşım da yaşamıştır sanırım.
Hemen belirteyim; bir şekilde kendi piyasasında varlığını başarıyla sürdüren ya da başarılarla dolu bir iş hayatından sonra, yeteri kadar birikimle emekli olan arkadaşlarımı suçlamak istemiyorum.
Bunlardan bir kısmının Türkiye ortalamasının çok üzerinde nitelikleri olduğunu bizzat ben biliyorum.
Ben de iş hayatımın belli dönemlerin de -pek paraya dönüşmese de- önemli başarılar kazanmıştım.
Ama çok kesin konuşmamak kaydıyla, iş hayatındaki kalıcı başarının temel kıstası galiba piyasaya uygun yeni değerler edinmek.
Konu uzun ve daha detaylı bir irdeleme gerekse de, kendimce bir çıkarsamamı aktarmadan edemeyeceğim. O yeni değerlerden bir tanesi de sanırım, dolandırılmayı ve dolandırmayı olabilir görmek... Yani hepimizin kerhen bulunduğu o büyük piramitteki konumunu yükseltmek, sağlamlaştırmak için, önce o değerleri benimsemek, hazmetmek ve piramidin uygun  bir yapı taşı olman gerekiyor.
Bunun bir diğer anlatımı; "Risk almak, Piyasa koşullarını dikkate almak" oluyor.
Piyasa dediğimiz şey de Kapitalizmin ta kendisi...

Son zamanlarda gündeme gelen  Çiftlik Bank gelişmeleri, bu yukarıda anlattığım yaşanmışlıkları çağrıştırdı bana.
Sonuçta Çiftlik Bank olayı da insan zaaflarından yararlanan bir dolandırıcılık olayı.
İnsanlardaki kolay yönden, oyun oynarken(?!) para kazanmak arzusu, tezgahın motor gücüydü. Alabildiğine yüksek kar vaadi yanında "yüksek Reklam bütçesinden kurtulmak" için, üyelerin yeni üyeler bulmaya motive edilmesi, dualı açılışları ile görüntü, piramit sistemini işaret ediyordu.
Piramit sistemi kötü geçmişi nedeniyle öne çıkarılmasa da sistemin çatısı piramit işlevselliğinde çalışıyordu.
Çok belliydi ki sisteme önce girenlerin kar payları, üretimden elde edilen kazançlardan değil, -çünkü üretim işlikleri sadece göz boyamaydı- sonradan girenlerin başlangıç yatırımlarından ödeniyordu. Sisteme ilk girenler, primlerini garantilemek adına yeni üyeler çekmek için ellerinden geleni yapıyorlardı.
Ancak bir süre sonra sisteme herhangi bir aşamada girip de zarar edeceklerini anlayanlar, en azından zararlarını karşılayabilmek adına, sistemin yürümesi için yöneticilerden daha fazla çabalıyor, düştükleri batağa başkalarını da çekmeye çalışıyorlardı.
Dolayısıyla Piramit Sistemi açıkça olması bile fiili olarak işliyor, Kapitalizmin değerleri de işlevlerini sürdürüyordu; dolandırılmayı ve dolandırmayı olabilir görmek...

Ben meseleyi kendi biriktirdiğim değerler üzerinden irdelemek istiyorum..
Bana göre dolandırılmamak, kandırılmamak için elbet belli düzeyde de olsa zeka, akıl yürütebilme yeteneği gerekiyor.
Ama asıl gerekli olan yetenek, sanırım kazanma hırsına gem vurabilmek. Özellikle birileri önüne, hak etmediğin, ötesi, başkalarının zararlarından doğan kazanç fırsatları çıkardığında gerekiyor, bu yetenek.
Ancak burada ; "birileri sana hak etmediğin bir kazanç fırsatı sunuyorsa, altında bir çapanoğlu olabilir, akıllı olmak lazım" gibi beylik ve haddim olmayan bir nasihat vermek istemiyorum.
Farklı bir aklı anlatmaya çalışıyorum.
Kendini koruyan o akla, hak etmediğin ve başkalarının zararlarından doğacak kazançlar konusunda bir etik duygusunu da eklemek gerekiyor. Bu, seni ve başkalarını aynı anda koruyan akla, "etik akıl" diyebiliriz. Evet, "seni de koruyacaktır" zira ne kadar piyasanın kurdu olsan da, senden daha kurt olanlar mutlaka çıkacaktır. Hiç beklemediğin anda kendini bu piyasada karşına çıkan ustaca kurgulanmış bir dolandırıcılık ağı içinde, hem ayakçı hem de kurban (*) olarak bulabilirsin.
Tabii meseleye böyle baktığında; piyasaya, yani kapitalizme karşı -en azından düşünsel bazda- bir karşı duruş gerekiyor.
Bana, "Bu bireysel duruşun bir yararı olur mu?" diye sorarsanız, "Elbette tek başına mümkün değil." derim.
Ama toplumsal bir karşı çıkışın bir parçası olmak mümkün, hatta toplumsal bir dönüşüm de mümkün. Bugün gerçekleşmesi mümkün görünmese bile...
Ama bütün toplumsal dönüşümler, o dönüşümlerin gerçekleşmesi mümkün olmadığı zamanlarda amaçlanır, üzerine kafa yorulur, çaba sarf edilirse gerçekleşebiliyor.

Aslında "etik akıl" en çok da toplumsal bir gereksinim.
Çünkü "vicdani akıl" da diyebileceğimiz bu unsurun, tek tek bireylerden çok toplumsal değerler içindeki yeri ve önemi azaldı.
12 Eylül Darbesinin toplum üzerinde uygulamak istedikleri konusunda yeteri kadar kafa yorulmadı. 12 Eylül'le birlikte toplumda öne çıkarılan, makul bir insanlık hali olarak kabul edilebilir kılınan, "fırsatçı, köşe dönücü anlayış" AKP iktidarında kutsanma aşamasına geldi.
AKP ile iktidara gelen İslamcı çevre, dinsel inançları ile -iktidarda olmanın onlara sağladığı- kazanç fırsatlarını birbiriyle uyumlulaştırmayı -küresel algı odaklarının da desteği ile- başardı.
Örneğin ekonomik kalkınma, zenginleşme "cihat" olarak tanımlanmaya başladı.
Ancak bugün, her ne kadar bu "ekonomik cihat" bir milli dava olarak yutturulmaya çalışılsa da, övünülen abartılı ekonomik verilerin, hiçbiri kamusal alanlarla ilgili değil.
Erdoğan kendi ailesinin, siyasi çevresinin ve ülkenin gedikli büyük sermayesinin ekonomik semirmesini milli dava ve bir cihat olarak sundu ve kendi taraftarlarına kabul ettirdi.
Bugün medyanın en etkili ve en yaygın kesiminde bu anlayış vazediliyor.
Sonuçta bireysel zenginleşme kutsanmış, Allah'ın bahşettiği kazanç fırsatını değerlendirmek oluyor.
"Allah da onlara hem dünya kazancını ve hem de ahiret mükafatının en güzelini verdi. Allah güzel davrananları/iyilik yapanları sever." (Âl-i İmrân / 148)
Tabii burada asıl mesele "güzel davranışın" nasıl yorumlanacağında düğümleniyor.
Sanıldığının aksine dinsel inançlar ve öğretilerin çok farklı şekillerde yorumlanabilmesi diğer öğretilere göre daha fazla mümkündür.
Çünkü tüm mekan ve zamanlarda mutlak doğru olduğu iddiası onu esnemez ve katı yaparken, bu iddianın kofluğu onu aynı zamanda kırılgan ve zayıf yapar.
Kolaylıkla zaman ve mekana göre yorumlanır, hatta gerekirse konjonktüre göre değiştirilir.
Bu yüzden dinsel inançlara bağlı olarak şekillenen etik anlayış, (biz buna dinci ahlak anlayışı diyelim) dini yorumlama yetkisini elinde tutan egemen kesimin çıkarlarına göre de şekillenmiş olur.
AKP iktidarı ile yükselen, topluma zorla dikte ettirilen İslamcılık, toplumdaki tüm değerleri, kültürü, etik anlayışı hallaç pamuğu gibi atarken, bir şeye dokunamadı, daha doğrusu dokunmadı; kapitalist kültürü ve ahlak anlayışına...
Aksine dinsel bir kılıf giydirerek kutsamış oldu.
Kapitalist kazanma güdüsü (kâr) ile Allah'ın güzel davrananlara bahşettiği 'dünya kazancı'nı (Âl-i İmrân / 148) elde etme arzusu uyum içinde özdeşleştirilerek 'uygun' bir topluma dönüştürmek için zemin hazırlandı ve düğmeye basıldı.
Neye uygun..? Kolayca yönetilmeye ve kolayca dolandırılmaya uygun.
Ve ne yazık ki toplumun önemli bir kesimi için bu dönüşüm gerçekleşti.
Üstelik burada sözü edilen dolandırıcılık yukarıdaki örneklerden farklı. Burada tek tek bireysel hatta kitlesel bir dolandırıcılıktan söz etmiyorum.
Yani bu dolandırıcılığın kurbanı sadece o "toplumun önemli bir kesimi" değil.
Burada kurban, toplumun tümü, -Türkiye örneğinde konuşursak- Emekçi Anadolu Ulusunun bizzat kendisi, kaybedilecek olan da yalnızca para değil.
Kaybedilecek olan, yaşamsal kaynaklarıyla, ağacı, deresi, havası, suyu, toprağıyla  koca bir ülke.
Küresel dolandırıcıların ve onların ülkemizdeki ayakçılarının göz koyduğu şey Emekçi Anadolu Ulusunun geleceği. Öyle uzak değil, hemen, bugünden yarına yakın geleceği...
Barışı, huzuru, evlatlarının canı, sosyal kazanımları, işleri güçleri...
Küresel Kapitalizm sofistike aklı, dolandırıcılık tekniklerini öylesine geliştirmiş ve güçlendirmiş durumda ki, artık kurbanlarını da kendi dolandırıcılıklarının ayakçısı olarak kullanabiliyor.
Tıpkı Saadet Zinciri, Çiftlik Bank dolandırıcılık sisteminde olduğu gibi...
İşte sözünü ettiğim; ahiret ve bu dünyadaki kazançları, küresel ve ulusal algı odakları tarafından ustaca uyumlulaştırılan o "toplumun önemli bir kesimi", bugünbu büyük dolandırıcılık piramidinin hem kurbanı, hem ayakçısı durumunda.

Peki bu dolandırıcılık piramidinin hem kurbanı, hem ayakçısı olma hali sadece mütedeyyinlere özgü mü?
Kapitalist ahlak anlayışının tüm dünyada yörenin kültürel özellikleri ile uyum içinde özünü kaybetmeden yaygınlaştırılması, küreselleşen kapitalizmin en önemli başarısıdır.
Küresel Kapitalizm, her ülkede, hangi ideolojik temelden gelirse gelsin, hemen her düşünce sistemine göre kılık değiştirebilen, kendisiyle uyumlu düşünce kalıpları üretmeyi başarmış durumda.
Sadece liberal sol, liberal İslamcı değil, kendini komünist, sosyalist, devrimci, sosyal demokrat, radikal İslamcı, mütedeyyin, Cihadist, Kürt, Türk milliyetçisi, Atatürkçü vs. olma iddiasındaki hemen her kesimin, iddialarından vazgeçmeden, Küresel Kapitalizmin çıkarlarına uygun söylem ve davranış içinde olabileceği paket ideolojileri oluşturup piyasaya sürebiliyorlar.
Ben bu paket ideolojileri paket yazılımlara benzetiyorum.
Paket yazılımlar, yakın zamana kadar aynı iş kolundaki farklı firmaların kullanacağı şekilde tasarlanırdı.
Hemen her iş kolu için ayrı ayrı paket yazılımlar vardı.
Ancak yazılım teknolojisinin bugün vardığı noktada artık,  hangi iş kolunda olduğu fark etmeksizin her firmanın kullanabileceği yazılımlar üretilebiliyor.
Artık, belli bir algoritmaya (algoritma: bir yazılım terimi, bir sorunu, problemi çözmek ya da belirli bir hedefe ulaşmak için izlenen yol) ve akış diyagramına sahip bir yazılım, hemen her sektöre uyarlanabiliyor.
Her hangi bir sektördeki her hangi bir firma aynı yazılımı, profesyonel bir destek eşiliğinde kendisine göre "uyarlayabiliyor". İşte tam da burada o uyarlama işini yapacak "profesyonel destek" çok önemli oluyor.
Eğer firma yeteri kadar kurumsal ve güçlü değilse, aslında o yazılım firmaya değil, firma o yazılıma göre uyarlanmış oluyor. Böylece o firma adeta, yazılımcı firma tarafından yönetilmiş olur.
Görünüşte firmanın amblemleri, renkleri, ürün, bölüm, görev adları yazılımda yer alır. İlk bakışta yazılım, o firma için özel olarak tasarlanmış gibi görünse bile, yazılımın algoritması mantığı değişmemiştir. Aslında firma karmaşık bir ağ hiyerarşisi içinde Küresel Kapitalizme enterkonnekte olmuş olur.


İşte paket ideoloji dediğim şey tam da böyle bir şey.
Paket ideolojiler, birbirine göre çok farklı, hatta karşıt söylemlere, amaçlara, algıya sahip bir dolu düşünce grubunu, mevcut imajlarından vazgeçmelerine gerek duymaksızın, Küresel Kapitalizmin çıkar ve gereksinimlerine uygun söylem ve davranışta birleştirebilen ideolojilerdir.
Bu kesimlerin içinde, kendine solcu diyen ya da gerçekten solcu olduğuna inanan kişi ve yapılanmalar da var.
Tıpkı o kurumsal ve yeteri kadar güçlü olmayan firmalar gibiler.
İdeolojik formasyon ve kurumsal  anlamda yeterli olmayan bu 'sol' yapılanmalar da küresel algı odaklarınca piyasaya sürdürülmüş paket ideolojiler ediniyorlar.
Böylece Küresel Kapitalizmin kendi çıkar ve gereksinimleri doğrultusunda ürettiği dezenformasyonu baz alan siyasi tahliller yapıp, aynı doğrultuda söylemlerde bulunuyorlar.
Örneğin Erdoğan-AKP iktidarının Küresel Kapitalizm çıkarları doğrultusunda Suriye'nin bir kentini, Afrin'i işgal etmesinin arkasındaki gerçek amacı yok sayıyorlar.
Neydi Afrin Harekatının amacı? Suriye'ye karşı yapılmış, Suriye'nin eli kulağında geri alacağı bir kenti -önce davranarak- işgal etmekti.
Aslında ABD adına tutulan bir nöbet değişimiydi. Nöbet, PYD'den ÖSO'ya devredilmiş oldu.
Bu harekat ABD'ye rağmen değil, ABD onay ve nezaretinde yapıldı.
Yıllardan beri bölgemizde ve Suriye'de ola gelenler büyük bir gasp ve dolandırıcılık operasyonudur.
Hedef kurbanlar içinde Ortadoğu'nun tüm emekçi ulusları ve Emekçi Anadolu ulusu vardır.
Görünürdeki ABD karşıtlığı 2019 seçimleri öncesi gerekli bir imaj çalışmasından başka bir şey değildi.
Ancak Erdoğan'ın kof ABD karşıtlığı o kadar öne çıkarılıyor ki bu harekatın ABD'nin nezaret ve de onayında yapıldığı gerçeği örtülüyor.
Bir zaman sonra Erdoğan'a karşı ABD ile işbirliği, "makul" ve "üzerine düşünülebilir" bir çare olarak dilllendirilebiliyor.
Solculara, ABD ile işbirliğini 'makul ve olabilir' kabul ettirmek, üst düzey bir maharet ve algı operasyonudur. Bu aynı zamanda ,"etik aklın" toplumsal erozyonunun, sol cenahtaki yansımasıdır.
Ama en çok, büyük bir dolandırıcılık operasyonunun hem kurbanı, hem ayakçısı olma halinin sadece mütedeyyin kesimde değil, solcularda da olduğunun açık bir göstergesidir.

Her iki kesime de uygulanan bu dolandırıcılık operasyonunda da dolandırıcı odak aynı. Küresel Kapitalizm ve onun Türkiye'deki temsilcisi Erdoğan...
Her iki varyasyonda da tipik dolandırıcılık unsurları var.
Kolaycı ve hak etmedikleri kazançlar peşinde koşan potansiyel kurbanlar ve belli bir pay almak adına bu potansiyel kurbanları ikna etmeye çalışan ayakçılar, her iki tarafta da var.
İlginç bir ortaklık daha var; her iki tarafın ayakçıları da kendi mahallesinin içinden seçilip yetiştiriliyor.
Büyük dolandırıcının çizdiği mizansene inandırıcılık kazandırma görevi, mütedeyyin mahallede İslamcılara, laik ve solcu mahallede de mutasyon solculara düşüyor.

Eli binlerce Müslümanın kanına bulaşmış Küresel Kapitalizmin planları uyarınca diğer Müslümanlara karşı saldırmayı "Cihat" sanan Türkiyeli mütedeyyinler, büyük bir dolandırıcılığın potansiyel kurbanları.
Diğer Müslümanları öldürerek, "ahiret mükafatının en güzelini" nasıl elde edecekleri konusunu ilahiyatçılara bırakıyorum. Ama savaşlar hiç bir zaman yoksulların, "dünya kazancını" elde etmelerini getirmemiştir.
Savaşın getirdiği şey; ölüm, yıkım, yoksulluktur. (**)

Öte yandan, binlerce emekçinin teri, evi, yurdu, sosyal kazanımları ve kanı pahasına krizini ötelemek isteyen Küresel Kapitalizmin destek nezaretinde, işgal edilen topraklarda kurulan kışla topluluklarını Komünal Kantonlar sanan solcular da aynı dolandırıcılığın bir başka versiyonunun kurbanı olurken, buradan hareketle ABD emperyalizmi ile işbirliğini makul göstererek ayakçısı oluyorlar.
Bir başka örnek; bu, hem kurban, hem ayakçı solcuların; Kürtlerin kendi ulusal amaçları için verdikleri mücadeleden Türkiye için bir demokratik devrim çıkarma beklentisi içine düşmeleri, bu dolandırıcılığın kurbanı olma hali ise, bu beklentiyi yaymaya çalışmaları da ayakçılık görevidir.
Ancak, Erdoğan'ın seçimlerle yıkılamayacağını, böylece; dolaylı ya da direk bir ABD müdahalesinin demokrasimize iyi geleceğini zımni ya da  açık propaganda eden "solcuların" kurban olduğu söylenemez. Önceki yazılarımda Mutasyon Solcular olarak tanımladığım bu güruhun, bu dolandırıcılık operasyonunda  sadece ayakçı oldukları söylenebilir.

Bu ülkenin yakın tarihinde bir çok "popüler" dolandırıcılık olayı yaşanmıştır.
Sülün Osman (Osman Ziya Sülün), Banker Kastelli (Cevher Özden), Banker Bako (Baki Cengiz), Jet Fadıl (Fadıl Akgündüz) Kenan Şeranoğlu (Saadet Zinciri Kurucusu), Selçuk Parsadan (Siyasilerin Dolandırıcısı) gibi isimler de ülkemizin geçmişteki ünlü dolandırıcılarının bir kısmı.
Bunlara yakın zamanda Mehmet Aydın (Çiftlik Bank kurucusu) eklendi. Daha da eklenecektir.

Ama en tehlikeli ve ölümcül olanı, Küresel Kapitalizmi ve onun tetikçi ABD Emperyalizminin bölgemize ve ülkemize yönelik olanıdır. Gasbı ve dolanı aynı anda içeren, büyük, uzun erimli bir operasyon bu.
Uzun bir süreden beri sürdürülüyor.
Şöyle bir baktığınızda; ayakçıları, kurbanları, senaryoları ile tipik bir dolandırıcılık ve gasp operasyonu.
Ama bu operasyonda hazırlanan senaryolara inandırıcılık kazandırmak için kan dökülüyor.
Bu senaryoda savaşlar, ölümler gerçek.
Bu dolandırıcılık operasyonunun ortaya çıkarılması, bu tezgahın bozulması gerek.
Etik aklın devreye girmesi gerek.

Nadi Özütüfekçi
28 Mart 2019


(*) AYAKÇILIK: Bir dolandırıcılık deyimi. Dolandırma girişimi esnasında asıl dolandırıcının uygulamaya koyduğu senaryoya  inandırıcılık kazandırmak için, olayla ilgisi yokmuş, örneğin orada tesadüfen bulunuyormuş gibi devreye giren kişiler.
Asıl dolandırıcının elemanlarıdır. Bknz: Barış Sülünleri 
Sülün Osman namıyla anılan ünlü dolandırıcı anlatıyor;

"Benim dolandırdığım insanlar dolandırıcıydı aslında. Yani bana yaklaşma sebepleri beni dolandırmaktı. On tane bilezikle geliyorum adamın önüne akşam vakti. Kuyumcunun kapısındayız. Ve dükkân kapalı. Karımın hastalığını anlatıyorum, acilen bilezikleri bozdurmam gerektiğini, o an nöbetçi eczaneye gidip hastaneden istedikleri ilaçları almamın şart olduğunu söylüyorum falan...


Hakiki olsalar bileziklerin fiyatı bin lira. Diyorum ki 300 liraya ihtiyacım var. Paranın gerisi umurumda değil, yeter ki karım ameliyat masasında kalmasın... Adam sabah kuyumcuya gidip bilezikleri bin liraya bozdurabileceğini ve birkaç saat içinde havadan 700 lira kazanacağını düşünüyor. O arada benim ayakçım da ortaya çıkıyor ve o almak istiyor bilezikleri. Telaşlanıyor adam kazanç imkânı kaybolacak diye. 300 lirayı verip alıyor bilezikleri, ben de kayboluyorum ortalıktan. Adam ertesi sabah kuyumcuya gidip de bileziklerin sahte olduğunu öğrenince, dolandırıldım, diye karakola gidiyor. Ben aranıyorum. Demiyorlar ki ona, be adam 1000 liralık bileziği 300 liraya almayı düşünürken aklında ne vardı, diye. Gayet açık ki, beni dolandırmayı planlamıştı. Ben hayatım boyunca beni dolandırmaya kalkışmamış tek bir kişiyi dolandırmadım."
Yukarıdaki alıntı Avni Özgürel'den...

(**)Suriyeli mültecilerin durumu bunun en büyük kanıtıdır.
Onlar sadece savaş kurbanı değil, aynı zamanda büyük bir dolandırıcılığın kurbanıdırlar.
Bugün ülkemizde ve Avrupa'da yaşama tutunmaya taşıyanların bir kısmı savaş ortamının baskı ve zulmünden kaçtılar. Ama, onların zorlu yaşamlarının görüntüsü "rejimden kaçtılar" dezenformasyonu için kullanıldı. Böylece  ulusal ve küresel çapta bir dolandırıcılık operasyonunun istemeden de olsa ayakçısı oldular.
Ama bir kısmı da bu dolandırıcılık operasyonunun başka bir aşamasının kurbanıydı. Kendi ülkelerinde kalıp mücadele etmek yerine Avrupa'daki özgür ve modern yaşama kolayca ulaşabilecekleri vaatlerine kandılar.CIA ajanları ve insan kaçakçıları tarafından dolandırıldılar.


21 Mart 2018 Çarşamba

YAĞMA ve GANİMET PAYLAŞIMI ÜZERİNE BUYRUKLAR...

ÖSO militanlarını ölme pahasına Afrin Harekatına katılma nedenlerinden biri ortaya çıktı.
Yağmacılık ve ganimet...
Yağmacılık köklü tarihsel alt yapısı olan toplumsal bir davranıştır.
Hemen tüm kültürlerde vardır.
O kadar toplumsallaşmış bir davranış biçimidir ki kurallara bağlanmıştır.
Örneğin İslam'ın henüz yeni şekillendiği zamanlarda yağma ve ganimetin, nasıl yapılıp paylaşılması hakkında 9-10 ayet indirilmiştir. (*)
Afrin'de yağma yapan ÖSO askerleri de aslında, -inançları gereği- Allah'ın kendilerine bahşettiği hakkı kullanıyorlar.
Allah adına "cihat" yaptıklarını ve Allah'ın kendilerini mükafatlandırdığını düşünüyorlar.
Aşağıda ganimetlerin paylaşımı ile ilgili ayetlerden örnekler var.
O ayetleri incelediğinizde hepsinin de Medeni Ayet olduğunu görürsünüz. Yani Hz. Muhammedin Medine'de olduğu zamanlarda inen ayetler.
Çünkü o sıralar Mekke'ye giden ya da Mekke'den gelen kervanlara Cihat adına saldırılıp yağmalanıyordu.
Elbette yağma sonucunda elde edilen ganimetlerin paylaşılması sırasında sorunlar çıkıyor ve bunların kurallara bağlanması gerekiyordu.
Allah adına yapılan Cihatların temel motivasyonu bu ganimetlerdir.
Enfal Suresinin 69. ayetinde şöyle diyor:
"Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve hoş olarak yiyin ve Allah'a karşı gelmekten sakının. Muhakkak ki, Allah bağışlayıcıdır ve merhamet edicidir."
AKP Genel Başkanı ve kendisine endeksli medya Afrin Harekatının temel motivasyonu olarak İslam'ı yoğun şekilde kullandı.
TSK askerleri böyle bir yağmaya katılmadılarsa (umarım katılmamışlardır) bunun tek nedeni laik cumhuriyetin bugüne taşıdığı gelenek ve aşıladığı bilinçtir.
Erdoğan'ın ve avenesinin etrafa yaydığı yoğun İslam şovenizminin ÖSO militanlarına yansıyan kısmında kaça katlandığını bilemiyoruz.
Ama ortaya çıkan görüntüler Cihat adına savaşan bu Allah'ın askerlerinin bu savaşa katılmalarındaki temel motivasyonun ne olduğunu gösterdi.
Açıkçası bu görüntüler hiç şaşırtıcı değil.
Tam bu noktada bir hatırlatma yapmak istiyorum.
15 Temmuz Darbe Girişimi diye adlandırılan büyük algı operasyonununda, adeta kahraman ilan edilen, "darbeyi önlemek" adına yaptıkları yasa ve vicdan sınırlarını aşan davranışları bir kalemde suç olmaktan çıkarılan o güruh üzerine biraz düşünelim.
Her ne kadar kurdukları HÖH (Halk Özel Harekatı) adlı dernek kapatılsa da örgütsel yapılarının sürüdüğünü düşündüğüm bu güruhun, temel anlayışlarının ÖSO militanlarının ekseriyetinden farklı olduğunu hiç sanmıyorum. Her ikisinin temel motivasyonu aynı; İslamcılık ve cihat kültürü...
O yüzden önümüzdeki günlerde -herhangi bir nedenle- size karşı yapacakları bir "özel harekatın-cihatın" zaferle sonuçlandığında olabilecekler, ÖSO'nun Afrin'de yaptıklarından farklı olmayacaktır.
Bunun delili aşağıya alıntıladığım ayetlerin (Kuranda ayet kelimesi delil anlamında da kullanılır) ta kendisidir. Örneğin Fetih Suresi 19. Ayet: "Allah onları elde edecekleri birçok ganimetlerle de mükâfatlandırdı. Allah çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir."

Allah adına savaşanların ganimetlerle mükafatlandırılması sadece İslamiyete ait bir kültür, gelenek değildir. Savaşlarda elde edilen ganimetlerin nasıl paylaşılacağı, ilk önce, uzun uzun Tevrat'ta (**) anlatılmıştır.
Esasen, din, talan ve ganimet savaşların temel motivasyonudur.
İsa peygamberin mal biriktirmeye, savaşlara karşı olması ve bu nedenle İncillerde ganimet paylaşımı hakkında herhangi bir bilginin olmaması Hristiyanlığın savaş ve talanlarda dahli olmamasını getirmez.
Hristiyanlık tarihi boyunca Kiliseler Tevrat'taki cihat ve yağma emirlerinden esinlenmişler, savaşlara öncülük etmiş, Haçlı Seferleri düzenlemişlerdir.
Haçlı seferlerinin de temel motivasyonu talan ve ganimettir.
İstanbul ilk talanını 1453'te Fatih tarafından fethedilmesinden 250 yıl önce Hristiyanlar tarafından yaşadı. Haçlı seferi için gerekli olan, bir taht anlaşmazlığını çözmek karşılığında vaat edilen parayı tedarik etmek üzere Kudüs'e giden Latin Katolik Haçlı ordusu İstanbul'a yöneldi. İşler planlandığı gibi gitmeyince İstanbul, 1204'te Latinler tarafından işgal edilip 3 gün boyunca yağmalandı.
Sultan Mehmet'in 1453'teki fethinden sonra da 3 gün boyunca yağmalandı.
Amerika'nın keşfi insanlık tarihinin en büyük talanlarının bu kıta üzerinde yapıla gelmesinin başlangıcı olmuş ve Kilise hemen hepsinde -Amerikanın bizzat keşfi dahil- baş aktörlerden biri olmuştur.

Yağma ve talanın hemen hepsinin ardında din faktörü olmuştur. Hem de sadece Yahudilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık değil, hemen bütün dinler, savaşların ve yağmanın meşru kılınmasında  rol oynamışlar, yağmanın ve ganimet paylaşımının kurallarını belirlemişlerdir.
Ama yağma ve ganimetin kurallarının en gelişmiş hali kapitalizmin kendisidir.

Kapitalizmin bir tanımı da insan emeğinin, doğanın, toprakların, yaşamsal kaynakların, yer altı ve yer üstü zenginliklerin talan edilmesinin ve paylaşımının kurallara bağlanmasıdır.
Emperyalizm Kapitalizmin üst düzeyde gelişmiş halidir.
Bu üst düzeyde gelişmişlik hali, talan ve ganimetlerin paylaşım konusunda da öyledir.
Özellikle üç dinin de doğduğu Ortadoğu'da toprakların, yer altı ve yer üstü zenginliklerinin paylaşımında da, tıpkı Tevrat ve Kuran'da olduğu gibi yapılıyor.
Nasıl Allah Musa'nın da, Muhammet'in de paylarını belirlediği gibi paylaştırma görevini de bizzat kendilerine veriyorsa, büyük devletlerin payları da özel olarak ayrılıp, paylaşım da bizzat büyük devletlerin kendisi tarafından yapılıyor.
PYD ve ÖSO'nun payları konjonktüre göre bir ona, bir buna paylaştırılıyor.
Yakın zamanda bizzat ABD'nin desteği ile PYD'ye verilen topraklar, -ABD'nin uzun veya kısa vadeli strateji ve taktiklerine endeksli olarak- Küresel Kapitalizmin bölgedeki en önemli aktörlerinden olan Erdoğan-AKP iktidarınca, bu defa ÖSO'ya veriliyor.

Bu kanlı,"dostlar alışverişte görsün" senaryosunu gerçekçi kılmak adına da binlerce kişi ölüyor.
Sonuçta Suriye toprakları yağmalanmış oluyor.
Ama en kötüsü yağma kültürü yerleşmiş, kanıksanmış ve meşrulaştırılmış oluyor.

Afrin'de ortaya çıkan görüntüler gösterdi ki bir zamanlar insanların yaşadığı evler, çalıştığı iş yerleri çoktan yağmalanmış, insanlar yurtlarından sürülmüş, yurtları da paralı askerlerin dövüşüp, savaşıp, birbirini öldürdüğü arenalara dönüşmüş.
Ne yazık ki; ölümlerden, dökülen kandan başka her şeyin sahte, her şeyin tezgah olduğu, kanlı ölüm senaryolarını sahnelendiği bu ARENALAR da kanıksanmış ve meşrulaşmış oluyor.

Nadi Öztüfekçi
22 Mart 2018



(*) KURAN'DA GANİMET PAYLAŞIMI İLE İLGİLİ AYETLER
8:1 - Sana ganimetlerin bölüştürülmesini soruyorlar. De ki, ganimetlerin taksimi Allah'a ve Resulüne aittir. Onun için siz gerçekten mümin kimseler iseniz Allah'tan korkun da biribirinizle aranızı düzeltin. Allah'a ve Resulü'ne itaat edin.
8:41 - Şunu da biliniz ki, ganimet olarak aldığınız her hangi bir şeyden beşte biri mutlaka Allah içindir. O da peygambere ve ona yakınlığı olanlara, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara aittir. Eğer siz Allah'a iman etmiş, hak ile batılın ayrıldığı o gün, iki ordunun karşı karşıya geldiği o (Bedir) günü kulumuza indirdiğimiz âyetlere iman getirmiş iseniz bunu böyle biliniz. Ve biliniz ki, Allah, herşeye kâdirdir.
8:69 - Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve hoş olarak yiyin ve Allah'a karşı gelmekten sakının. Muhakkak ki, Allah bağışlayıcıdır ve merhamet edicidir.
48:19 - Allah onları elde edecekleri birçok ganimetlerle de mükâfatlandırdı. Allah çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.
48:21 - Bundan başka sizin güç yetiremediğiniz, ama Allah'ın sizin için kuşattığı ganimetler de vardır. Allah herşeye kâdirdir.
59:6 - Allah'ın, onlardan peygamberine verdiği ganimetlere gelince siz onun üzerine ne at, ne de deve sürmediniz. Fakat Allah peygamberini, dilediği kimselerin üzerine salar. Allah her şeye kadirdir.
59:7 - Allah'ın o kent halkından, Resulüne verdiği ganimetler, Allah'a, Resul'e, ona akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara, yolcuya aittir. Ta ki içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın. Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size neyi yasakladıysa ondan sakının ve Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı şiddetlidir.
59:8 - Bir de göç eden fakirlere aittir ki yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah'ın lütuf ve rızasını ararlar; Allah'a ve Resulüne yardım ederler. İşte doğru olanlar onlardır.
60:11 - Eğer eşlerinizden biri, sizden kâfirlere kaçar da siz de savaşta galip durumda olursanız, eşleri gitmiş olanlara ganimetten, harcadıkları kadar verin. İnandığınız Allah'a karşı gelmekten sakının.

(*) TEVRAT'TA GANİMET PAYLAŞIMI İLE İLGİLİ YAZILANLAR
“(Yeşu onlara) Evlerinize büyük servetle, çok sayıda hayvanla, altın, gümüş, tunç, demir ve çok miktarda giysiyle dönün' dedi. Düşmanlarınızdan elde ettiğiniz ganimeti kardeşlerinizle paylaşın.” (Tevrat Yeşu Kitabı 22: 8

“RAB Musa'ya şöyle dedi: 'Sen, Kahin Elazar ve cemaatin aile başları çapul malı, insanlar ile hayvanları sayacaksınız. Çapul malını savaşa katılan askerlerle cemaatin geri kalanı arasında paylaştıracaksınız. Savaşa katılan askerlere düşen paydan insan, sığır, eşek, davardan vergi olarak RAB'be 500/1 pay ayıracaksın. Bu vergiyi askerlere düşen yarı paydan alacak, RAB'be armağan olarak Kahin Elazar'a vereceksin. Öbür İsraillilere düşen yarıdan, gerek insanlardan, gerek hayvanlardan sığır, eşek, davardan 50/1ini alıp RAB'bin Evinin (mabet) hizmetinden sorumlu olan Levililer'e vereceksin.' Musa ile Kahin Elazar RAB'bin buyurduğu gibi yaptılar.” (Tevrat, Sayılar 31: 25-31

"Ordu komutanları, biner ve yüzer kişilik birlik komutanları Musa'ya gidip, 'Efendimiz, yönetimimiz altındaki askerleri saydık, eksik yok' dediler, 'İşte, ele geçirdiğimiz altın eşyaları, pazıbentleri, bilezikleri, yüzükleri, küpeleri, kolyeleri getirdik. Günahlarımızı bağışlatmak için bunları RAB'be sunuyoruz.' Musa'yla Kahin Elazar altını, her tür işlenmiş altın eşyayı onlardan aldılar. Biner ve yüzer kişilik birlik komutanlarından alıp RAB'be armağan olarak sundukları altının toplam ağırlığı 16 750 şekeldi . Savaşa katılan her asker kendine yağmalanmış maldan almıştı.” (Tevrat, Sayılar 31: 31-53



1 Eylül 2014 Pazartesi

1 EYLÜL BARIŞ GÜNÜ ve IŞİD'İN MİSYONU...

IŞİD;  emperyalizmin taşeron ordu-devleti…
Görevi:  Küresel Sermaye adına kadastro memurluğu yapmak, Küresel Sermaye adına yeni nazım planı çıkarmak. Yani sınırları ortadan kaldırıp, yerine küresel sermayenin ihtiyaç ve istekleri doğrultusunda perfore ve portatif sınırlar çizilmesinde taşeronluk görevi yapmak.

Emperyalizmin son teknoloji ürünü, fetva, maaş ve prim-vaat üzerine güdülenmiş bu demonte ordu-devlet; aslında bir prototip. Üstelik %100 finansal denetimli ve ideolojisi olmayan tam bir profesyonel ordu. Yani bir şirket devleti…  Anayasası da görünüşte İslami argümanlarına dayanan, ama aslında sahibinin günübirlik çıkar ve ihtiyaçlarına göre değişebilen fetvalardan oluşuyor. Taşeronluğunu üstlendiği kesimlerin gereksinim ve isteklerine uygun sipariş edilmiş fetvalarla yönlendirilen bir teşkilat Irak topraklarında arkasında kan ve dehşet izleri bırakarak ilerliyor.
Bu örgütün çift yumurta ikizi El Nusra Özgür Suriye Ordusu bileşenlerinden biri iken Suriye’de kazandığı mevzilerin haberini bir zafer haberi olarak sunulduğunu hatırlıyorum. Ta ki Rajova’da giriştiği katliamlara kadar.

Yakın zamanda El Nusra ve IŞİD’in birleştiği haberlerini okuduk.  El Nusra birlikleri Suriye’den Irak’a gelip IŞİD’e bağlılıklarını bildirmişler. Suriye’de zaman zaman çatışır gibi gözükseler de görevlerini yaptılar. Suriye bölündü. Türkiye’yi Ortadoğu bataklığına sürüklediler. Şimdi birleşip daha da güç kazandılar. İlerleyişleri daha kanlı ve daha geniş izler bırakacak gibi görülüyor. Şimdi Irak’taki taahhütlerini yerine getiriyorlar. Irak’ta sınırlar silinip yerine perfore ve portatif sınırlar çiziliyor. Bu kanlı kaos ortamının yarattığı fırsatlardan yepyeni oluşumlar ortaya çıkıyor ve daha da çıkacak gibi duruyor.

Görülüyor ki Türkiye de bu bataklığın daha ortalarına çekilecek. Hem de Demokratik ve sol güçlerin istek ve arzuları eşliğinde...
Suriye’de başarılamayan bu defa başarılacak gibi görünüyor. Eskisinin parantezinin kapatıldığı, açılan “yeni” parantezdeki, Ortadoğu’daki oyun kurucu, “yeni” Türkiye; gerekli formatlamadan sonra, yeni “Yemen” ağıtlarının “bu ne dumandır” figanlarının göğe yükseldiği yeni yaşamına adımlarını atacak.
Emekçilerin, yoksulların, işçi sınıfının ‘Kuzuların Sessizliği’ni yaşadığı onların temsilcilerinin(!) alkış kıyamet şenliklerle kutladığı bir garip yolculuk yaşıyoruz.

Toprak Testi ile Pirinç İbriğin nehirdeki yol arkadaşlığını bilirsiniz. Toprak Testinin sağlam, darbelere dayanıklı bir yol arkadaşı olarak tercih ettiği Pirinç İbrikle yolculuğu uzun sürmez. Nehir yatağının daralıp dikleştiği, suların çalkantılı ve deli aktığı bir bölümünde Toprak Testi ile Pirinç İbrik çarpışır.
Toprak testi kırılıp nehrin dibini boylar. Pirinç İbrik yoluna devam eder.
Yakın zamanda savaş gemileri ve uçaklarıyla ile ülkeler bombalayan ABD ile birlikte hareket etmeye hevesli kesimlerin akıbetinin de toprak testiden farklı olmayacağını düşünüyorum.

NATO, ABD, Emperyalizm kelimelerinin esamisinin bile okunmadığı Ortadoğu tahlilleri eşliğinde 1 Eylül Barış günü anılıyor. Sadece ırkçılık teması işlenip, Irkçılığın arkasındaki kadim destekçisi Tekeller, Küresel Sermaye ve onların kanlı, sabıkalı kuruluşları emperyalist devletler es geçiliyor.
Emperyalizmin bunca yıldır bu coğrafyadaki yaptıkları, amaçları ve emelleri göz ardı edilip sorun IŞİD ve İsrail gibi iki taşeron yapılanma, devlet-organizasyon’a indirgeniyor.
Küresel Kapitalizm aradan yine sıyrılıyor.

1 Eylül Barış günü bir farkındalık gününe dönüşmeli. Ne kendi organize ettiği güçlere karşı göstermelik müdahale yapan ABD, ne lojistik ve silah destekleriyle AKP iktidarı ne de bu kirli tezgahın arkasındaki emperyalizm bu farkındalıklardan kaçamamalı.

IŞİD istendiğinde kolayca engellenebilir. Ortadoğu'nun gerçek başbelası Emperyalizm'dir. Onun ortaya koyduğu iğrenç savaş tezgahlarıdır.
Barış gününde savaş çığırtkanlığına pabuç bırakılmamalı.