Konsprasyon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Konsprasyon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Şubat 2012 Çarşamba

Beyaz komünistlik... Bir davranış ayıbı.

Beyaz komünistlik...
Uzun zamandır yazmayı düşünüyordum. Zor bir konu… Çünkü eğer anlatımını düzgün oturtamazsan herkes bir yanından tutar, anlatmak istediklerinin tam tersi bir söyleme ister istemez çanak tutmuş olursun. Bir bakmışsın her davranış ve söylemi ile bembeyaz parlayan bir dostun; “çok haklısın dostum, ben de çok kızıyorum bunlara, en iyisi silip atacaksın arkadaşlıktan.” diye seni tebrik edebilir, ya da hiç de kastetmediğiniz bir başka dostunuz da “ Ya öyle mi? Bizi beyaz komünist olarak görüyorsun ha? Demek, sen de... Neyse öyle olsun.” gibisinden sana gönül koyabilir. Dedim ya zor konudur. Söylemek istediklerini iyi anlatmak zorundasın.

Ama yine de anlatmayı deneyeceğim. Anlatmak zorundayım.  Çünkü öteden beri kendimce gözlemlediğim, yine kendimce rahatsız olduğum bir haldir bu “beyaz komünistlik.”

Fazla ilerlemeden hemen altını çizmek istiyorum. Beyaz Komünistlik öncelikle bir davranış biçimidir ve bu davranış biçimine benim de kendimce verdiğim addır. Elbette bu ad bazı kişilere daha çok yakışmaktadır. Ama birçok kez, hemen tüm komünistlerin içine düştükleri sırnaşık, bulaşıcı, hastalıklı bir davranış biçimidir. Çevresindeki arkadaşlarından başka bir yere koymaktır kendini. Belki bana da bulaşan bir davranış biçimi… Belki diyorum; zira bu elbiseyi giydiğinde insanın kendi beyazlığını görmesi zor. Beyazlık daha çok karşıdan görünüyor.


Yıllar önce tanıştım bu davranış biçimiyle. O zamanlar ismini koyamamıştım O her şeyi bilen abilerden birine yakın olmaktan mı yoksa diğerlerine göre fazladan bir şeyler bildiklerini düşündüklerinden midir anlayamıyordum. İlginçtir, o zamanlar –ilkel, ham bir alçak gönüllülükten kaynaklansa gerek- sanki normal bir hal gibi geliyordu bana... Hatta hak edilmiş bir tavır diye düşünüyordum. Bir bildikleri vardı mutlaka… Belki de bir şeyleri bizden daha iyi biliyorlardı ya da bizim yapamadıklarımızı onlar yapabiliyorlardı. Samimiyetle sorduğum bir soru abilerimizce “bir türlü öğrenemediniz” edasıyla, azarlarcasına yanıtlanırken, onlar da “bunu da bilemeyecek ne var” gibisinden hafiften gülümserler, ben de mahcup mahcup dinlerdim.

Zamanla bu tavrın, bir şeyleri bilip öğrenmekten çok, biliyormuş gibi yapmayı tercih etmenin büyük kolaycılığı ve iş yapıp hata yapma riski yerine, iş yapmadan yapılan hataları eleştirebilme çekiciliğinin yansıması olduğunu anladım.

Çoğu kez devrimci kavgamızı, tüm ağırlığı ile hepimiz adına tek başına omuzluyormuşçasına, bıyıkları aşağı çekiştirerek, göstermelik ciddiyetle takınılan o somurtkan hal ile kendini gösterirdi. Birlikte yapılan her türlü girişimde, topluluğu hafiften fırçalama fırsatları hiç kaçırılmaz, “arkadaşlar sessiz olalım, sırayı bozmayalım” gibi uyarılarla değerlendirilirdi.

Özellikle devrimciliğin iyi günlerinde yapılan “düğünsel eylemlerin” kamberleri olmak çok cazipti. Yasal mitingler, izinli afişlemeler, kuruluş geceleri ve kongreler “Beyaz Komünistler” için biçilmiş kaftandı. Büyük ciddiyetleri ve disiplinleri ile görevler alır, inisiyatifler geliştirirlerdi. Sloganları onlar başlatır, saygı duruşuna onlar çağırırlardı. Bazen birlikte yapılan moral eğlentilerinde ipin ucu sayelerinde asla kaçmazdı. Her şey adabınla yapılır, en oynak, en fıkır fıkır halk türküleri bile büyük bir ciddiyetle söylenir, “gerektiğinde” “uygun tarzda” oynanırdı.

Seminerleri en ciddi onlar dinler, kafalarına hiçbir soru takılmaz, her şeyi şıpın işi anlarlardı. Kitaplardan birkaç alıntı ezberler, hemen herkesin bildiği doğruları, “bakın siz bilmiyorsunuz ama” edasıyla sıralarlardı. İşte o eda çok önemliydi. Söylenenler sıradan, eklektik hatta yanlış da olsa, uygun bir edayla söylenmesi her türlü kararmayı örter, bembeyaz olurdu. Seminerler ise çoğu kez bembeyaz bir kaynaktan ulaşırdı bize. Geldikleri yerde özel beyazlatma işleminden geçmiş, TKP’yi kafalarındaki yere getirmeyi misyon edinmiş bu beyaz abiler, kendilerini TKP için bir şans olarak görürler, seminer boyunca tüm beyazlıkları ile bunu bizlere hatırlatırlardı.

Zamanla devrimciliğin pek de öyle düğünümsü eylemlerden ibaret olmadığını, mücadelenin bize en acımasız bir şekilde gösterdiği zamanlar başladığında, bu beyaz arkadaşlarımız çoktan köşe taşlarının üzerine oturmuştu. Düğünler bittiğine göre kamberliğin de pek anlamı yoktu. Artık her şeyi ile hak ettikleri yangın da ilk kurtarılacaklar listesinde yerlerini almak zamanıydı. Elbette bu liste fazla uzun olamazdı. Öyle kolay yer bulunmazdı o listede… Ama yangın esnasında kullanılacak ekipman ve malzeme listesinde her zaman yer bulabilirdiniz.

Belki acemilik, belki zamanın koşulları ya da her kurum ve yapılanmada karşılaşılabilecek doğal bir durum. Ne derseniz deyin… Beyazlık bizde de (komünistler) yaşandı ve yaşanıyor. Beyaz davranış biçimi; nadiren aktörler değişse de genel bir yerleşiklik için de benim kendimce “Beyaz komünistlik” diye adlandırdığım bir olgudur.

Bir zamanlar keskinlik ve davaya bağlılık üzerinden kendini bir kesimden her anlamda  “daha” olma ön kabulüydü. Daha devrimci, daha Marksist, daha Leninist, daha komünist olmak… Bir asalet unvanı gibi yani… O zamanın popüler nitelikleri neyse işte onlardan daha fazla taşıyorlardı kendilerinde.

Bir sıra neferi olmak onlara göre değildi. Elbette birileri yazılamalar, afişlemeler ve diğer sıradan(!) işleri yapacaktı. Korsan eylemler yapacak, okullarda, mahallelerde her türlü fiziki saldırıları göğüsleyecek birileri gerekliydi elbet.

Ama onları yönetecek birileri de gerekliydi. Onlara Marksizm’i Leninizm’i öğretecek, en keskininden eylem direktiflerini verecek, kendilerinin parmaklarının ucuyla bile dokunamayacakları ateşlere gözünü kırpmadan, büyük bir umursamazlıkla sürecek birileri... İşte bu işi yapacak olanlar kendi ve kendileri gibi olanlardı. Diğerlerine göre daha iyi düşünüyorlar, daha becerikliler, daha akıllı, daha cesur, daha değerli, daha yakışıklı veya daha güzel daha, daha daha…

Hiçbiri, o fiziki saldırıları göğüsleyen, yazılamalarda gözcülük yapan, can güvenliğinin sıfır olduğu yerlerde bildiri dağıtıp afiş asan o “diğer” kesimin neden o işleri yaptığını düşünmedi. Hiç birinin aklına gelmedi ki aslında o sıra neferleri yeteneksiz oldukları için o işlere talip değillerdi. Birileri o işleri yapması gerekiyordu ve o işler “Beyaz Komünistlerin” yapamadığı işlerdi. Yoksa sorun Beyazların yapabildiklerini yapamamalarından kaynaklanmıyordu. O zamanlar için onca telaş arasında bunun anlamı da yoktu. Yapılacak o kadar çok şey vardı ki...  Hem ezkaza böyle bir şeyden söz ettiğinizde kafası karışıklar listesinde yer almanız işten bile değildi. Çünkü kolay görünebilen bir şey değildi. Beyazlığın muteber olduğu, herkese yansıdığı o ortamda insanlar “beyaz körlük” içinde oluyor.

Belki, bu davranış biçimine verilecek başka adlar olabilir ya da zaten önceden tanımlanmış bir davranış biçimine dahil de edilebilir. Önemsiz, her hangi bir tanımlaması olamayacak, birbiriyle ilintisiz davranışlar olarak değerlendirenler de çıkabilir. Ben bir tanımı olabilecek bir davranış biçimi olarak görüyorum ve “beyaz komünistlik” adının da uygun olduğunu düşünüyorum.

Yıllarca birlikte yaşadık beyaz komünistlikle –komünistlerle-… Belki zaman zaman biz de bulaştık o beyazlığa…  Dediğim gibi; sözünü ettiğim şey bir davranış biçiminin adıdır. Ama yine dediğim gibi; bu davranış biçiminin bir süreklilik halinde görüldüğü kişiler de tanıdım devrimcilik yaşamımda. Onlara bu davranış biçimi bir başka yakışıyordu. Dolayısıyla “beyaz komünistlik” tanımını da herkesten fazla hak ediyorlardı.

Devrimcilik yaşamım boyunca yaşadıklarımın kendimce önemli olduğunu düşündüklerimi yazmak istiyorum.  Ve bu yaşadıklarımdan bu güne dair çıkarsadıklarımı da elbette…  Açık söylemek gerekirse “Beyaz komünistlik”  önemli gördüklerim arasında değildi. Önemli önemsiz birçok konuda kafa yorduğum gibi bu konuda da epeyce düşünsem bile yazmaya değecekler arasında görmüyordum.  Ta ki, son yıllarda net bir şekilde, beyaz komünistliğin nadiren rastlanılan bir davranış ayıbı olmaktan öte, artık popüler ve muteber bir davranış sayıldığını gözlemleyinceye kadar…

Bir zamanların popüler söylemlerine herkesten fazla sahip çıkanlar, en ufak bir sorgulamayı adeta günah sayanlar, otorite ile en ufak çelişkisi olanları linç etme yarışında en önde koşanlar, şimdi değişen rüzgarların doğrultusunda yelken açıyorlar. Aslında davranış biçimleri öz olarak hiç değişmedi. O zaman da popüler olanın peşindeydiler, şimdi de… O zaman da otoritenin en yılmaz savunucularıydılar, şimdi de…

Yıllar önce Çanakkale Cezaevi’nde, Sovyetler Birliği’nin Afganistan işgalini eleştiren bir arkadaşımızı, sorumlusu olduğum komünden atılmasına karşı çıktığımdan dolayı, bir diğer koğuştaki İGD komünü tarafından aforoz edildiğimi hatırlıyorum. Zaten yokluğun diz boyu olduğu komünde kalmaya pek de hevesli olmayan arkadaşımıza özel rica etmiştim komünde kalması için.  Arkadaşımız da onca maddi olanaklarına karşın bir süre komünde kalmıştı.  Yukarı koğuştaki komün sorumluları uzunca bir süre bizimle ilişkiyi kesmişlerdi. Onlara göre Kâbe’ye dil uzatılmıştı ve bende buna göz yummuştum.

Yıllarca Kâbe gibi tapılan, yollarında hacı olma şerefine nail olabilmek için en dini bütün görünme yarışlarının yapıldığı Sovyetler Birliği yıkıldığında, secde pozisyonu değişmedi, sadece kıblenin yönü değişti. Kavgadan galip çıkan Kapitalizm, Kâbe’nin kendisi oldu. O yıllarda Sovyetlerin Afganistan’ı işgaline yapılan eleştiriye büyük bir sofulukla saldıranlar, şimdi Ekim Devrimi’nin yapılmasının yanlışlığından dem vuruyorlar.

Onca zamandır Dünya’nın altı üstüne gelmesine, bütün kavramların içeriği boşaltılarak bir çorap gibi ters yüz edilmesine karşın bazı şeylerin hiç değişmediğini görüyoruz. Gücü arayıp bulmadaki yeteneğin hala önemli bir meziyet ve ona tapınma yarışının da geçerli bir davranış biçimi olduğunu görüyoruz.

Yeni trendler keşfedilip peşine düşülüyor. Güncel, popüler söylemler kolayca konuşma diline yerleşiyor. “Değişim”, “paradigma” kelimelerinin arasına sıkıştırılmış mistik söylemler “bakın ben neler biliyorum” edasında, mail grupları ya da facebook sayfalarında boy gösteriyor. Yani o beyaz elbise, yıllardan sonra ufak tefek tadilatlardan geçmiş olarak yine podyumlarda boy gösteriyor. Eskinin o “bildik” yüzleri, farklı(!) diye sundukları o bildik “beyaz kostümleri” ile yine moda (trend) dünyasının popüler simaları arasına giriyor.

Önceleri dünya sosyalist sistemine “daha” fazla bağlılık, “daha” Marksist,  “daha”  Leninist görünme yarışı üzerinden yürütülen beyaz komünistlik, günümüzde günceli yakalamak, değişimi fark etmek, gelişen dünya ve değişen koşulları algılamakta diğerlerine göre “daha” olma üzerinden yol alıyor.
Bir zamanlar kendilerine göre “daha” inançsız, “daha” az Marksist-Leninist, “daha” eksik komünist gördüklerini, şimdi de “bağlandığı yerde otlayan” değişim ve gelişmeyi kendilerine göre “daha” az fark eden, -bir zamanlar herkesten fazla sahiplendikleri-  “köhnemiş” değerlere hala bağlı kalan bağnazlar olarak görüyorlar. Kendileri için kurdukları sırça grupların, o mükemmel kristalizesini bozan unsurlar olarak, yarattıkları suni “kırılma noktaları”  ötesinde bırakmaya çalışıyorlar.

Yıllar sonra abilerimizin abileri kapitalizmin “ne güzel bir sistem” olduğunu keşfedip de “bir Marksist olarak işçi sınıfının gelişmesi için kapitalizmi desteklemek gerektiğini” söylediğinde, içlerinden “demek yeni trend bu…” derken, yüksek sesle “vallahi ben de böyle düşünüyordum” diyerek ortaya çıktılar. Büyük bir sofulukla sahip çıktıkları Marksizm için,  “ Bize göre hastalığın nedenleri doğrudan doğruya Marksist teorinin kendi iç çelişkilerinde ve tarihsel aşılmışlıktadır” diye buyurulduğunda söylenenlere değil de söyleyene bakmak gibi “beyaz komünistliğin” en tipik davranış biçimini sergilemekten geri durmadılar.

Zamanında “en Sovyetik” olma yarışlarında herkese nal toplatanlar, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının nedenlerini;  Ekonomide gelişmeyi sağlayan piyasa, rekabet, kâr gibi kurumlar, … Toplumu merkezi planlayıp düzenleme anlayışı sonucu yok edildi” gibi gerekçelere bağlayan kongre tutanaklarındaki derin(!) saptamaları altlarını çize çize ezberlediler.
Bir anlamda kendilerinin de inkarı sayılabilecek bu büyük ideolojik değişmeyi kolayca sindirdiler. Bir komünist olarak akıl ve vicdanlarının bilimsel verilerle harmanlandığı mantık süzgeçlerinden geçirmeden, o bembeyaz mantalitelerinin “bakınız ben neler biliyorum” arşivine kolayca attılar.

Ama yaşam gerçekten değişiyordu. Yaşamın dinamiklerinin o beyaz kristal dünyayı çatlatacak kadar güçlü olduğunu hesaplayamadılar. Asıl değişimin nerede olduğunu göremediler ya da beyaz dünyalarında oluşabilecek lekeler kaygısıyla görmek istemediler. Bilgi paylaşımının ve iletişim olanaklarının teknolojik gelişim sonucunda hızla artmasını, deneyim ve bilgi birikimlerinin paylaşımında ki kullanım tekelinin artık kendilerinde olmadığını ayırt edemediler.

Yıllar sonra, “şimdi arkadaşlar, şöyle yapıyoruz…” deme zamanlarındaki alışkanlıkla “arkadaşlar, bu konuda böyle düşünmeliyiz” dediklerinde “niye?” karşılığı şaşırttı beyaz dostlarımızı.
Şimdiye kadar; yazılama, afişleme, korsan eylem ve söylenen diğer şeyleri yapar, dövüşür,  işkence görür, hapis yatar, ölür diye bildiklerinin, aynı zamanda okur, sorar, düşünür, üstelik yazabilir de olduklarını öğrenme şaşkınlığı giderek kızgınlığa dönüştü.  Bu kızgınlıklarını kendi kurdukları yazışma gruplarını kapatmaya kalkarak gösterdiler.
Özellikle 12 Eylül referandumunda “Hayır” oyu verenlere karşı gösterdikleri alaycı ve üstenci tutum çok ilginçti. Niçin “Hayır” dediklerini dinlemek gereği bile duymadan, 12 Eylül darbesini savunmakla suçladılar o faşist darbenin hışmına uğramış, eziyetini çekmiş eski yoldaşlarını...
Stockholm Sendromu, “İşkencecisine aşık olmak” gibi beylik benzetmelerle aşağılamaya çalıştılar.

12 Eylül darbesinin fiziksel (Tutuklanma, hapis, kaçaklık, mültecilik) etkilerinin devamında oluşan atalet döneminde beyaz komünistlik halleri uykuya yattı. Daha çok kokteyllerde görünme, anı tazeleme buluşmaları gibi, bir zamanlar etkili ve yetkili görevlerde bulunmuş zevatın emeklilik halleri tarzında yürüdü.

Dünya’ya çekilmeye çalışılan formatın önemli bir parçasıydı 12 Eylül darbesi. Türkiye’deki birçok değişimin (değiştirmenin) başlangıcı oldu. Fiziksel etkileri yok olmaya yüz tutsa da 12 Eylül akıl tutukluluğu bence hala sürmekte. Bu durum Dünya’nın en büyük formatlama operasyonuna maruz kalmanın haklı nedenlerini de taşımakta. Geçmişte birlikte olduğumuz birçok arkadaşımızın –aktif, pasif- değişik düşünsel konumlarda olmasını açıkçası mazur karşılamaktayım.

Ancak AKP nin kurulması ile ileri bir aşama kazanan, “Yetmez Ama Evet” sürecinde ise kendini artık açık bir şekilde deklare eden tutumu kolay unutabileceğimi sanmıyorum.
Yazı boyunca anlatmaya çalıştığım “beyaz komünistlik” tanımını en hak etmiş davranış olarak görüyorum. Çünkü yenilenden yana olmayı kendine yakıştıramama, kazanacak olanı arama ve kazanandan yana olma eğilimi, yetkili ve etkili abilerin “bir bildiği vardır” mantığı etkili oldu dostlarımızın bu tercihinde.
Referandum süreci boyunca kökenleri Komünizmle Mücadele Dernekleri’ne uzanan kesimlerle birlikte tavır alıp, onlarla tam bir senkronizasyon içerisinde yazılar yazdılar.
Sosyal medya sayfalarında yeminli antikomünistlerin, azılı solcu düşmanlarının yazılarını paylaştılar. Engin Ardıç gibi yazarların(!) komünist ve solculara ağır hakaret ve aşağılamalarla dolu alıntılarını, “iki nokta üst üste ve yanında bol miktarda kapalı parantezler” eşliğinde yorumlarına taşıdılar.
Yaratılan “bak onlar bile” senaryosunun gönüllü konu mankenleri oldular.  Rakip takımdan transfer olmuş oyuncuların taraftarlar nezdindeki o geçici itibara tercih ettiler geçmişlerini.
İşte bu davranışları ile beyaz komünist unvanını hak ettiler.

Bir yanlış anlaşılmayı önlemek için hemen belirteyim. Söylemek istediğim “Beyaz Komünistlik eşittir Yetmez Ama Evet’çilik” değil. Buradan hareketle referandumda bir nedenden dolayı “Evet” demiş tüm dostlarımı da beyaz komünist olarak görmüyorum. Çünkü yukarıda da belirttiğim gibi beyaz komünistlik bir davranış biçimidir ve bu davranış yanlışlığına zaman zaman ben dahil herkes düşebilir ya da terk edebilir. Ve ben ileride bu konuyu, geçmiş ve güncele ait daha somut örneklerle yazmayı umut ediyorum.

TKP’nin örgüt içinde yaşadığı sorunlarının birçoğunun kaynaklarından birisidir bu beyaz tavır. Belki de konsprasyonun oluşturduğu ortamda daha iyi filizlendi. Gerçekte düşmana karşı bir silah olan konsprasyon, birçok kez beyaz komünistliğin aracı oldu. Dikey örgütlenmenin de getirdiği altlı üstlü denetim zorluğu ile birleşince adamcılık, grupçuluk ve daha birçok beyaz komünist davranış biçimi için elverişli bir ortam oluşuyordu.
Burada ki amaç o zamanlar uygulanan konsprasyon ve dikey örgütlenme modelini eleştirmek değil. Eleştirilir de elbette.
Ancak asıl konumuz bu modelin benim beyaz komünistlik olarak tanımladığım davranış biçimine sağladığı olanaklar.
Bir pundunu yakalamak üzerinden yapıldı hesaplar. Her aşamadaki Parti yöneticiliğinin getirdiği sorumluluktan daha çok, sağladığı yetki duygusu belirledi tavırları.
Tıpkı “Yüzüklerin Efendisi” filmlerinde olduğu gibi, yüzüğü ele geçirmek mantığı hakim oldu bir süre… Hatırlıyorum. O filmde olduğu gibi yüzüğü (o sıralar “mühür” olarak adlandırılıyordu) vermekte zorlanıyordu insanlar. Keşke yakın geçmişimiz yeterli ölçüde tartışılsaydı. Komünistlerin içinde ki o beyaz tavır daha iyi örneklenebilirdi.
Ne yazık ki bir zamanlar konsprasyon uygulamasından yararlanarak kendine yol bulan beyaz komünistlik şimdi de gerekli ya da gereksiz uygulanan konsprasyon sayesinde teşhir edilemiyor.

Yakın geçmişimize ait konuşabileceğimiz birçok şey olduğunu düşünüyorum. Ben kendimce hedefimde herhangi bir kişi olmadığı, asıl amacım olumlu olumsuz, tavır ve davranışların değerlendirilmesi olduğundan zaman içerisinde yazmaya çalışacağım.

Şimdi yine klasik özrümü dilemek istiyorum. Yazımı kısa tutamadığım için, anlatmak istediklerimi daha kısa yazarak anlatmayı beceremediğim için özür dilerim, acemiliğime verin.
Okumasaydınız size hak verirdim.
Okuduysanız teşekkürler.

Saygılarımla
Nadi Öztüfekçi
15 Şubat 2012