24 Ekim 2012 Çarşamba

YILGINLIKTAN HAYRANLIĞA...

Gelecekteki gelişmeleri tarihsel gelişmeler gibi ele alabilir miyiz?
Örneğin tarihsel bir olayı ele aldığımız gibi; onu doğuran önceki gelişmeleri ve o olayın neden olduğu gelişmeleri ele alabildiğimiz gibi?
Gelecekteki olası olayları bugünün meselelerine kanıt olarak sunmak ne derece doğrudur?
Kanımca olayların yönelimlerine bakarak, nereye varacağını tam bir kesinlikle bilmemize olanak yoktur.
Bir merkezden belli bir kuvvetle ve belli bir süre önce atılmış bir taşın ölçülebilir koşullar da nasıl bir yol izleyip nereye düşeceğini kestirebilirsiniz.
Bunun için bile;
Tam şu anda -anı dondurduğumuzu varsayarak-bulunduğu yer,
bu yere gelinceye kadar izlediği eğri  -yol-,
fırlatıldığı andan bu ana kadar geçen zaman,
taşı fırlatan kuvvet,
dışarıdan etkileyen kuvvet –yerçekimi, rüzgar vs.
ve bu dış etmenlerin kuvvetlerinde zaman dilimlerindeki değişimler,
ayrıca şu anda aklıma gelmeyen ya da bilmediğim birçok etmen tümü birlikte değerlendirilerek kapsamlı bir hesap gerekir.
Buna karşın hala kestirimdir.
Yani bu taşın izleyeceği öngörülen yol ya da düşeceği öngörülen yer henüz hiçbir tezinizin kanıtı değildir.
Ta ki öngörüleriniz gerçekleşinceye kadar…
Yani taş o yolu izleyip, o yere düşünceye kadar…

Toplumsal süreci irdelerken, benzeri yöntemler kullanılarak gelecekle ilgili kestirimler yaparken, çok daha dikkatli olmak zorundasınız.
Çünkü hiçbir zaman kesin ölçümleriniz yoktur.
Etmenler çok daha fazladır, her an yeni etmenler oluşur ya da bir kısmı ortadan kalkar.
Denetlemeniz hemen hemen olanaksızdır.

Toplumsal sürecin gelecekteki olası gelişmelerini kestirme çabaları hep olagelmiştir ve hep olacaktır.
Bunda sakınca da yoktur.
Elbette yöntembilim kurallarına uygun olarak…
Elbette “yalnızca bir öngörü” olduğunu unutmamak kaydıyla…
Ama en önemlisi bu –gelecekle ilgili- öngörülerimizi bu günün meselelerini çözümlemede bir delil gibi sunmamak kaydıyla…
Dün ve bugün birbiri ve gelecek hakkında fikir verebilir.
Ama “gelecek” bugün ve dün için fikir veremez.

Böylesi bir girişe gereksinim duymamın nedeni; bu yazı boyunca gelecekle ilgili öngörü de bulunduğumda ya da bulunur göründüğümde bu öngörülerin bir kestirim yani bir tahmin olduğunu baştan kabul ettiğimi vurgulamak içindir.
Bunun yanında kapitalizmin yaşadığı süreci koşulsuz bir şekilde olumlama eğilimine ve bu sürecin aşamalarının nasıl olacağı konusunda "sınırsız bir kendinden emin olma haline” de bir karşı duruştur.

Tarihsel süreç ve günümüzün verilerine bakarak işçi sınıfının üretimden gelen gücünün, gelişen teknolojinin sonucu olarak giderek azalmakta olduğunu söyleyebiliriz.
Artık yüzlerce işçinin üretebileceğini bir robot yapabiliyor.
Dolayısıyla üretimi durdurabilmekten (grev) kaynaklanan yaptırım gücü kalmadı diye düşünülebilir.

Ancak bu bir süreçtir.
Bu süreç henüz tamamlanmamıştır. Tamamlanacağı da asla kesin değildir.
Böylesi bir iddia da bulunmak bu kadar kolay değildir.

Bu gün yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz yani tükettiğimiz şeylerin ne kadarını robotlar üretiyor.
Ne kadarına emek değmiyor?
Ne kadarını emek değdirmeden üretebiliriz?
Bunu gerçekten tespit ettik mi?

Gerçekten;
   Fabrikalarda biz
   Tarlalarda biziz
   Biziz hayatı yaratan
Değişti mi?
Hayır!
Henüz değişmedi. Umut ediyor diliyorum ki değişmeyecek de.

Ayrıca işçi sınıfının hayatı yaratma gücü, yalnızca üretme ve bunu durdurabilme imkânından da kaynaklanmıyor.
Emeği ile geçinmek zorunluluğu, onu hayata karşı her kesimden daha fazla dürüst ve nesnel olmasını getiriyor.
Hayata karşı bu alçak gönüllü ve nesnel yaklaşımı da bilinçli olmasını sağlıyor.
Bilişim ve teknolojinin gelişmesinden herkes kadar o da nasipleniyor.
Hatta -nimetleri açısından değilse bile- her kesimden daha fazla.
Çünkü teknoloji ve bilişim sadece üretim makinelerini geliştirmiyor, yeni yöntemleri ve üretim tekniklerini de geliştiriyor.
Yani bilgi bazen iş makinesinin kendisi oluyor ve bu ‘makineyi’ de işçi kullanıyor.
Üstelik kendisiyle birlikte taşıyabileceği bir makine bu...
Bir işçi paydos ettiğinde, işten atıldığında ya da emekli olduğunda, yani bir şekilde iş yerinden ayrıldığında normal bir iş makinesini evine götüremiyor ama bilgi dediğimiz bu makineyi beraberinde götürebiliyor.
Patron bu bilgi denilen makinenin mutlak sahibi olamıyor, ister istemez işçi sınıfıyla paylaşmak zorunda kalıyor.

Bu yönüyle düşündüğümüzde beyaz yakalıların mavi yakalılardan giderek uzaklaştığı kanısı da yanlış…
Aksine mavi yakalılara beyaz yakalılardan ya da beyaz yakalılara mavi yakalılardan katılımlar oluyor.
Bu, her iki kesimin özelliklerinin bir birine taşımasını getiriyor.
Yeni bilgi ve emeğin tecrübesi birbirine ekleniyor. Kafa emeği kol emeğine, hatta tasarım emeği, üretim emeğine yakınlaşıp birbirini geliştiriyor.
Yani her şeye rağmen üretim ve emek toplumsallaşıyor.
Her şeye rağmen işçi sınıfı gelişiyor.

Peki, süreç yalnızca bu yönde mi gelişiyor?
Elbette hayır.
Yaşamda değişik yönlerde işleyen birçok süreç var.
Bunlar bazen birbirini kesiyor, geriletiyor ya da tetikliyor.
Ama her süreç yaşamda ve tarihte kendi izini bırakıyor.
Tarihsel süreçler ne yazık ki her zaman emekten yana gelişmiyor.
Tam aksi yöndeki süreç de aynı anda işlemeye devam ediyor.

İnsanın doğa ve tarih nezdindeki gelişimi de bu süreçlerden biri.
Yani insanın, yaşamı ve tarihi etkileme gücü (öznel etmen de diyebiliriz) diğer birçok etmen karşısın da oransal olarak artıyor.
Bir anlamda öznel etmenin gücü, görece de olsa nesnel etmen karşısında artıyor.

Çok kaba bir örnekleme yapacak olursak;
Bundan yüz yıl önce tüm insanlık, dünyayı yok etmeye karar verseydi ve bunu -o zaman elinde olan tüm imkânlarla- tam bir işbirliği içinde uygulamaya kalksaydı, yine de başaramazdı.
Aynı durumu şu anki koşullarda düşünecek olursak aynı cevabı verebilir miyiz?
Yukarıda verdiğim örnek bu süreci tam olarak tanımlamaya yetmez elbette.
Ancak insanın doğa ve tarihsel gelişimi etkileme gücünün artmasının, aynı zamanda kendisinin en önemli sorunlardan biri olduğunu düşünüyorum.
Bu durumun sorun olan kısmı bu gücün daha çok kimin elinde olduğudur.
Bu gücün bileşenlerinin ne olduğuna bakarsak ve bunların daha çok kimin elinde olduğunu düşünürsek sorunun cevabının ne olabileceği de açıktır.
Bu gücün bileşenleri, teknoloji, bilişim, sermaye kuruluşları, kıtalar ötesi imha silahları, tüm ölümcül silahlar, ordular, ulaşım ve iletişim araçları, medya, nükleer enerji santralları, petrol kuyuları, hızlı üretim makineleri (robotlar), zihin yönlendirme teknikleri, devletler, uydular, gizli açık örgütlenmeler ve sayabileceğimiz daha birçok şey.
Yani “Küresel Sermaye”.
Ya da kim ne ad verirse… Burada önemli olan yukarıda saydıklarım üzerinde kimin daha fazla egemen olduğu...
İşçi sınıfının olmadığı açık.

Ne yazık ki,
     Fabrikalarda biz
     Tarlalarda biziz
     Biziz hayatı yaratan
Tehlikede gözüküyor.
Çünkü karşısındaki Küresel Sermayenin yaşama karşı hiçbir sakınması yok.
Gözünü kar hırsı bürümüş durumda.

Burjuvazi bir taraftan kendi karlılığını arttırmaya çalışırken diğer yandan işçi sınıfının bu gelişmesini engellemeye çalışıyor.
İşçi sınıfının yerine üst teknoloji ürünü robotları getirmeye çalışıyor.
“Yalın üretim”*, Altı Sigma**” gibi birim iş gücünden en fazla verimi alabilecek üretim ve çalışma teknikleri geliştiriyor.
Daha az işçiden daha fazla kar etmenin koşullarını zorluyor.
Yani her zaman olduğu gibi yine “zora” başvuruyor. Ancak “zor” dediğimiz şey de değişip, gelişiyor.
Teknolojik bir “zor” bu…
Klasik şiddetin de gereksinim duyuldukça başvurulduğu, dezenformasyonun, tüketim bağımlığını arttırma tekniklerinin, sofistike zihin yönlendirme stratejilerinin kullanıldığı bir “zor” dan söz ediyorum.
Teknoloji, gelişmesinde en önemli katkıyı sağlayan emekçilerin, en büyük düşmanı haline geliyor.
Bir yandan geniş kitleleri işsiz bırakırken diğer yandan işsiz kalan bu kesimleri daha fazla tüketmeye zorluyor.
Teknolojinin gelişmesini kayıtsız koşulsuz olumlamak yanlış…
Teknolojinin insandan yana, doğa ve yaşamla uyumlu gelişiminden söz etmiyorum.
Ancak bu gelişimin temel dinamiğinin kar hırsı olması durumundaki süreci de iyi düşünmek ve irdelemek gerekir.
Üretimin, geniş kitlelerin işsiz kalması pahasına insan emeğinden hatta denetiminden arındırılıp otomatikleştirilip, kompüterize edilmesi yani robotlaştırılması olumlu bir süreç değil.
O robotlar daha fazla enerji harcıyorlar.
Çok daha fazla yaşamsal kaynak tüketiyorlar.
Çok daha fazla maliyetliler.***

Böyle bir süreç olumlu değil.
Çünkü üretimi ve dolayısı ile gücü tekelleştiriyor.
Emek değerini yitiriyor. Satılacak meta olmaktan çıkıyor.
Onun yerine yaşamsal kaynaklar metalaşıyor.
Ve sonra tekelleşiyor.
Yaşamın kendisini metalaştırıyor.
Yaşam tekelleşiyor.
Bu durum yalnızca işçi ve köylüler için değil milyonlarca insan için bir yıkım demektir.
“Modern Köleci Toplum” un ön koşullarının adım adım oluşması demektir.

Kapitalizm gelişen teknoloji sayesinde bunalımlarını eskisine göre daha kolay öteleyebiliyor.
Ama aşamıyor,  yalnızca öteleyebiliyor ve her öteleme, aslında daha büyük bir bunalımın tohumlarını atıyor.
Üstelik eskisi gibi bunalımın yükünü emekçilerin sırtına yüklemesi yetmiyor.
Yaşamın geleceğinden çalıyor.
Bu süreç kötü bir süreç
Küresel egemenler için milyonlarca insan boşuna oksijen tüketen, su içen, beslenen, kitleler haline geliyor.
İtlaf çözüm alternatifleri arasına giriyor.
Abartılı gelebilir.
Ama kapitalizmin tarihini inceleyin, sizce kapitalizm kendi varlığını sürdürebilmek için neyi göze almadı ki?
Salt kendi esenliği için milyonlarca insanın yaşamının yok olmasını göze almadı mı, hala daha binlerce insanın yaşamı bu uğurda yok olmuyor mu?
Şeytanın en büyük mahareti unutulmasını sağlamakmış.
Şeytan unutuldu ya da tanrılaştı. Artık kimse kapitalizmle mücadeleden söz etmiyor.
Şeytan’ın rahiplerine göre; “eğer kapitalizm, barıştan kar ederse dünya da barış hüküm sürer”miş.
Tıpkı tanrıların öfkesini çekmemek için kurban sunmak gibi… Ya da Şeytanın…
Kapitalizmin gazabına uğramamak için kar etmesini sağlamak…
Öyle ya! Nasılsa kapitalizm yenilemez. Öyleyse uzlaşalım. Hatta tapınalım.
"Stockholm Sendromu" deyimi  bambaşka durumlar için, yerli yersiz defalarca  kullanılmıştır.
Ama yıllar sonra kapitalizmin yenilmezliğini keşfedip(!) hayranlığa evirilen duygular için kullanılması bence en uygunu...

Oysa; Kapitalizmi yenilgiye uğratmak mümkün.
Yeter ki mücadele etmekten vaz geçilmesin.
Yeter ki öncelikle mücadele edilmesi gereken başat tehlike olduğu unutulmasın.
Yeter ki hakkından gelebileceğimiz ama bu umursamazlık devam ettiğinde yaşamı fethedecek en büyük tehlike olduğu hatırlansın.
Umarım daha kısa ama konunun ayrıntılarını irdeleyen yazılarda düşüncelerimi aktarma fırsatım da olur..

Şimdilik;
           'Fabrikalarda biz
           Tarlalarda biziz
           Biziz hayatı yaratan' ın
hala geçerli ve tehlikede olduğunu hatırlatmak istiyorum
Saygılarımla

Nadi Öztüfekçi
24 Ekim 2012





*Yalın Üretim: Birim zaman da daha az stokla, daha az israf, daha fazla üretimi amaçlayan üretim tekniği... Daha az israf diye tanımlananlar; daha az stokla (mümkünse sıfır stokla)  üretmek, işçilerin üretim dışı boş zamanlarını azaltmak, güvenlik, eğitim, gibi en rantabl zaman ayırmak gibi kavramlar... İlk bakışta mantıklı ve iyi niyetli gözükse de derinlemesine inildiğinde daha fazla kar odaklı, çalışanları üretim mekanizmasının tam bir parçası haline getiren bir sistem görebileceğiniz bir üretim felsefesi.
**Altı Sigma: Yalın üretime benzer amaçlara kaliteyi de ekleyen, aynı zaman da çalışanlar arsında mükemmelliğe ulaşma yolunda 'judo sporu'nda olduğu gibi kuşaklarla derecelendirme yapan, mistik yanları da olan, bir verimlilik ve kalite öğretisi.
*** Tabii, maliyet kavramından neyi anladığımıza bağlı olarak..
Yaşamı açıklamaya sadece parasal birimler yetmiyor. Yaşamsal maliyeti tanımlayacak yeni birimlere ihtiyaç var. Örnekle açıklamaya çalışırsak; 3 kuruşa mal olan bir pet şişenin, 10 kuruşa mal olan şişeye göre doğaya olan maliyeti çok daha fazladır. Ayrıca gelişmiş teknoloji ürünü üretim makinalarında yapılan üretim devre dışı bırakılan insan gücü yerine kullanılan aksam, daha büyük kütlenin getirdiği ısınma ve soğutma gereksinimi fazladan enerji tüketir. Daha fazla fosil yakıt, su gibi yaşamsal kaynaklar tüketir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Lütfen hakaret içeren yorumlar yazmayın.