Yıllar önce, 12 Eylül zamanlarında, Halil Rıfat Paşa taraflarında Hülya ile buluşurduk.
O mezun olmak üzere olan bir tıp fakültesi öğrencisiydi bense polis tarafından arandığım için, üniversiteye gidemiyordum.
Nedense Halil Rıfat Paşa daha emniyetli geldiği için oralarda buluşurduk.
O sıralar TKP’nin İzmir gençlik örgütlenmesini üstlenmişim. Tepede bir kişi, aşağıda üniversite, semtler, liseliler, çevre ilçelerin sorumlularıyla da genelde oralarda buluşur, sokak aralarında gezerek görüşürdük.
Onlara birkaç seksiyonu da katarsak, yaklaşık on kişiyle değişik periyotlarla buluşmam gerekiyordu.
Neyse, amacım bu konulara girmek değil. Onlara da sıra gelecek elbet.
Ama şimdilik Hülya ile neden Hail Rıfat Paşa’da ve akşam saatlerinde buluştuğumuzu anlatmak için kısaca değinyorum.
Öncelikle, oralarda bir evde kalıyordum.
Yukarıdan gelen talimat gereği çok fazla dışarılarda dolaşmamam gerekiyordu.
Bazen bir günde iki üç görüşme gerçekleştirirdik.
Zorunlu olarak o civarlarda buluşuyorduk.
Bol miktarda ara sokaklarıyla gerçekten bu tür faaliyetlere uygun bir semtti.
Yani Hülya ile orada buluşmak bir anlamda teknik olarak gerekliydi.
Hülya ile buluşacağım günleri ne kadar boş tutmaya çalışsam da bir türlü olmuyordu.
O yüzden gündüz saatleri örgüt görüşmelerini halledip garanti olsun diye akşam üzerilerine denk getiriyorduk
Kış zamanlarıydı kısa bir süre sonra hava kararırdı.
Biz buluştuğumuz kafede göz açıp kapanıncaya kadar zamanımızı doldurunca, ara sokaklardan Hülya’nın bineceği dolmuşa kadar birlikte yürürdük.
Evlerin pencerelerinden ışıklar sızardı. Alt katlardaki pencerelerin önünden geçerken camların buğulanmış olduğunu görürdük.
İçeride soba yandığının işaretiydi.
Biz Hülya ile o soğuk akşamlarda sokaklarda gezerken, o evlerdeki sıcak ortamları imrenerek konuşurduk; "Bizim de böyle sıcaktan camları buğulanmış pencereleri olan evimiz olacak mı?" diye…
Doğrusu zor bir hayaldi.
Beni polis arıyor, eğitimim yarım kalmış ve ben hemen tüm kişisel beklentilerimi bir türlü gelmeyen, -aslında sürekli ötelenen- devrim sonrasına ertelemiş durumdaydım.
Nasıl bir ruh haliyse, sevgilimle birlikte sıcak bir evin hayalini kurmaktan bile suçluluk duymaktayım.
O, bir iki dakika sonra Bostanlı, Şemikler sınırındaki evine gitmek üzere taksi dolmuşlara binecek, akşamın o saatlerinde defalarca taşıt değiştirerek uzun bir yol kat edecekti.
Bense, oturulabilir olmaktan çok, gözden ırak ve dikkati çekmemesi gibi özelliklerinden dolayı tercih edilmiş, üç beş eşya ile güya döşenmiş, o soğuk örgüt evime dönecektim.
Her şeye rağmen hayal kuruyorduk.
Umut ne kadar derinlere gömülse de yeşerebiliyordu.
O kısacık zamanın bitmesini hiç istemezdim.
Ama zaman acımasızdı. Hülya da evdekileri fazla meraklandırmamalıydı.
Bir sonraki buluşmamızın tarih ve saatini kararlaştırıp ayrıldığımızda, boğazımda koca bir yumruk, yine ara sokaklardaki birinci kattaki evlerin buğulanmış camlarına imrenerek bakarak, kaldığım o soğuk eve dönerdim.
Daha sonraları, örgütsel ilişkilerimizin darmadağın edilip, içinin dışına çıkarıldığı, benim bile umudumun paramparça olduğu, -aralıklı da olsa- uzunca sayılabilecek bir süre boyunca kaçaklık yaşadım.
Yine öyle evlerde, bazen de yakınlarımın evlerinde kaldım.
O evlerde soba yanıyordu, ama zorunlu misafirliğimin, -bana yansıtılmasa bile- o evde potansiyel bir tehlike olmam nedeniyle yarattığı tedirginlik yüzünden, o sobanın sıcaklığını yaşayamıyordum.
Birçok kez soğuk kış gecelerinde ara sokaklarda, o ışık sızan pencerelere, özellikle birinci katların buğulanmış camlarına bakarak dolaşmak zorunda kaldım.
Bir iki gecemi de parklarda bankların üzerinde, köpeklerle arkadaşlık ederek geçirdim.
İçinden ışık sızan pencereler hala dikkatimi çeker.
Geçenlerde Türk Telekom'un reklamını izlerken bu anlattıklarım aklıma geldi.
O reklam filmindeki kardan adamı kendimle özdeşleştirdim.
Siz de izlediniz mi?
Akşam vakti. Issız bir sokakta kar yağıyor.
Sadece bir kardan adam var. Işık sızan bir pencereye bakıyor.
Reklam bu ya..? Her nasılsa kardan adam pencereye yaklaşıyor, evdeki o sıcak ve mutlu ortamı imrenerek izlemeye başlıyor.
Sonra pencereden evin içini görüyoruz.
Sıcacık bir ev ortamı ve evin hemen bütün fertleri 'Evde Limitsiz Fiber İnternet'in nimetlerinden yararlanmakla meşguldür.
Mutfakta anne ve küçük kızı kek yaparken bir notbookla İnternet'ten tarifini alıyor.
Baba tabletten haberleri izlerken en küçük çocuk da Tv’den Tivibu izliyor.
Büyükbaba gözükmüyor.
Babaannenin elinde de cep telefonu var. Belki de WhatsApp’tan “Üçüncü Bahar” grubundan arkadaşlarıyla yazışıyor.
Reklam filmi öyle bir imaj veriyor ki sanki evin o sıcak ortamı tümüyle 'Evde Limitsiz Fiber İnternet' sayesindeymiş gibi.
Kardan adam daha fazla dayanamıyor fesatlıktan havuç burnu düşüyor.
Ses;”Kusura bakma kardan adam. Bu kış evde olmanın tadı bambaşka.” diye başlar, fiber internetin özelliklerini sayarak devam eder.
Hiç dikkat ettiniz mi?
Reklam filmlerinin senaryolarında genellikle, satılan ürünü almayacak ya da alamayacak kadar aptal, cahil, tutucu birileri vardır.
O ürünün getirdiği “olağanüstü imkanlardan” yararlanamadığı için, o ürünü alacak ya da alabilecek kadar zeki, bilgili ve açık görüşlü olanları kıskanır, fesatlanır komik durumlara düşer.
Reklamın ana fikri şudur: Bu ürünü almayan komik ve kötüdür.
İsterse almamasının nedeni yoksulluk olsun.
Asıl komik ve kötü olan da onlardır.
Onlar o ürünü, o internet paketini alanları ağaçlardan dürbünle gözetleyerek, torunlarının ev ödevlerini yapmaya çalışıp komik duruma düşerler, pencereden izlerken üzüntüden ya da kıskançlıktan havuç burunları düşer.
Onlar kardan adamlardır.
Onlar, “benim adım Cemil!”, “benim de Cemilcan..!” dırlar.
Yoksul, komik ve kötüdürler.
Onlar orman manzaralı milyonluk evleri almayanlar, bankaların verdiği çok avantajlı kredileri kullanmayanlar, olağan üstü uygun koşullardaki internet paketlerine abone olmayanlardır.
Onlar zaten kaybetmeye mahkumdurlar.
Üzülmek, imrenmek, fesatlanmak onlara yakışmaktadır.
Onlar üzülmeli, pişman olmalı, kıskanmalılar ki o ürünleri ve hizmetleri alanların zekaları, kurnazlıkları ve mutlulukları pekişsin.
Öyle ya..!? Birileri imrenmezse, o ürünleri, hizmetleri almanın ne anlamı var ki?
Herkesin alabileceği, sizi diğerlerine göre ayrıcalıklı kılmayan bir ürün ya da hizmet sizi nasıl mutlu eder?
Kaybeden yoksa, kazanmak neye yarar?
Yarışmadan öne geçtiğinizi anlayamazsınız.
Yarışma olmazsa kapitalizm olmaz.
Bu yüzden kapitalizm savaştırmak, yarıştırmak ister.
Kapitalizm, kendi varlığını sürdürmek için kaybedenlere gereksinim duyar.
Kaybedenleri bizlere seyrettirir, alay eder, küçümser, içinde bulunduğu zor durumlardan komedi yaratır.
Ama gerçek hayatta kaybedenlerin durumu hiç komik değildir.
Özellikle kendileri açısından…
Örneğin, -yaşadığım için biliyorum- soğuk kış gecelerinde evsiz kalmak çok zordur.
Ben ve Hülya o özlemini duyduğumuz sıcak yuvayı oluşturmayı başardık.
Uzun uzun, içimize sine sine yaşadık o sıcaklığı.
Reklam filmlerindeki kazananlar gibi kolay olmadı tabii. Emek, çaba, birliktelik, inat ve elbette biraz da şans gerekti.
Ama her şeye rağmen gecenin karanlığına pencerelerimizden evimizin hak ettiğimiz ışığını sızdırdık.
Bizim bu sıcaklığı yaşamayı hak etmemiz, bugün ülkemizde ve Dünyada yoksulluğun, çaresizliğin pençesindeki milyonlarca insanın hak etmediği anlamına gelmiyor.
Başarı ve başarısızlık her zaman, hatta çoğu kez hak edenin olmuyor.
Yaşam felsefesini başarı üzerine kurmak adil değil. Yaşam bir yarış değil. Olmamalı.
Yaşam dayanışarak sürdürülmeli.
Elbette emek ve çaba gerekiyor. Ama kapitalizmin bize önerdiği gibi savaşarak ve yarışarak yaşam sürdürülemez.
Aksine yaşamın yok oluşu savaşmak ve yarışmak yüzünden olacak.
Evet, savaş ve yarışların kaynağı olan kapitalizm...
Ve savaşmadan yenilmeyecek.
Evet, sınıf kavgası bizlerin güzel duyguları hatırına dünyadan yok olmayacak.
Ama kavga, yarış emekçilerin kendi aralarında olmamalı.
Kapitalizmin en büyük propaganda aracı olan reklamlar, emekçileri birbirleriyle yarıştırmak istiyor.
Kapitalist kültür ve felsefenin en tehlikeli unsurları reklamlarda bilinçlere işleniyor.
Reklamların kötü adamları aslında bizleriz. Onların ürünlerini onların istedikleri miktarlarda almayan, alamayan biz emekçileriz.
Dışarıda kar yağarken o sıcak pencerelerden bakanlar da kardan adamlar değil.
Onlar evsizler, sahipsiz çocuklar, yoksullar.
Onlar için yaşam eğlenceli olmanın çok ötesinde, hiç de Telekom’un reklamındaki gibi değil.
Gerçek yaşamda özellikle çocuklar, o pencerelere yaklaşamıyor bile…
Peki tam da bu zamanda bu yazının ne alakası vardı da ben yazdım?
Tam da Hayır'ın kazanılması için kafa yormamız gereken zamanda...
Bana göre tam zamanı...
Ben Hayır'a bu açıdan bakıyorum...
Sadece bir şeyleri kaybetmemek için değil, bir şeyleri düzeltmek için de HAYIR dediğim için, içimdeki Hayır'lardan birini dökmek istedim.
Nadi Öztüfekçi
14 Şubat 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Lütfen hakaret içeren yorumlar yazmayın.