4 Mart 2011 Cuma

Yaşanmışlıklar ışığında 12 Eylül Akıl Tutukluluğu... İzmir'de gençlik gözaltıları

Gözaltılar, işkenceler, işkence mağdurları, işkenceciler, ihbarcılar…
İşkencede direnmek, çözülmek, ihbarcılık…
Bir zamanlar bizi en fazla meşgul eden kavramlardı bunlar…
12 Eylül Türkiye’nin en büyük karabasanıydı, etkisi hala geçmedi. Hala ensemizde soluğunu hissediyoruz bu büyük belanın.

Aslında, emir komuta zincirinde yapılmış ülke çapındaki en geniş utanç mutabakatıydı. Ülkenin şu an yaşadığı tüm belaların anası oldu. Mutsuzluğumuzun, umutsuzluğumuzun, çözümsüzlüğümüzün, şaşkınlığımızın ve şaşırmışlığımızın da kaynağı…
Eğer yapmak istediklerimizin ne denli doğru ve önemli, bizim ise ne kadar aciz ve cahil olduğumuzun, ne kadar kof bir kendini beğenmişlik içerisinde olduğumuzun bir aynası olabilseydi bizim için, “her şer de bir hayır var” sözü doğru olacaktı.
Ama olmadı ya da biz bu aynaya bakmadık, bakmak istemedik zamanında.
Şimdi gecikmeli olarak bakıyoruz bu aynaya, belleğimiz aşınmış, zihnimiz bulanık, gerçekçiliğimiz de tutuklu olarak.

İşte 12 Eylül darbesinin hala süre gelen en büyük göz altısı bu bence.
Bedenlerimizi salıverdi belki ama gerçeklik algımız hala gözaltında. Popüler olanın doğru, güçlü olanın haklı olduğunu sanıyoruz bunca yaşanmışlığa rağmen.
Aynadaki görüntümüze bu yanılgı ile bakıyoruz onca gecikmişliğimizin üstüne.
Aslında çok önceleri baksaydık yakın geçmişimize; henüz izler belirgin, hafızalar diri ve görüntüler netken, bu belirginlik belki de gerçeklik algılarımızın üzerindeki tutukluluk halini kaldırabilirdi.
Ama öyle olmadı ne yazık ki. Alzheimer  hastaları gibi uzak geçmişimizle avunduk.
Kahramanlarının ve tanıklarının artık olmadığı ya da çok azaldığı, sorumluluğunu üstlenmemizin gerekmediği uzak geçmişimizde gezinmek, masumiyet duygumuzu tatmin ediyordu belki de.
Bu durumdan en fazla yararlanan 12 Eylül oldu.
Yeteri kadar irdelenmedi. Yargılanmadı, teşhir edilemedi.

Özellikle 24 Ocak Kararları ile olan göbek bağı üzerine gidilmedi.
NATO’cu, Amerikancı yanı hep gölgede kaldı.
Bu yüzden 24 Ocak Kararlarının sözcüsü ve taşeronu olan, 12 Eylül Darbesinin hazırlayıcılarından Turgut Özal, sözde sivilleşmenin simgesi olarak birçoğumuzdan prim gördü.
( 12 Eylül Darbesinden bir iki ay önce yeni seçilen kuvvet komutanları ve Genel Kurmay Başkanıyla yapığı toplantıda 24 Ocak Kararlarını anlatmıştı Turgut Özal.
Özelleştirmenin ne kadar önemli olduğunu, KİT’lerin ekonomimize ne kadar büyük yük olduğunu, gümrük duvarlarımızın bizim dünya ile entegrasyonumuzu nasıl engellediğini bir, bir anlattı.
Keza bu çalışma yasaları, sendikalar kanunu ve bu anayasa ile ekonomimizi nasıl düzeltebiliriz diye sordu. Turgut Özal’ı dinleyen, zaten birer ekonomi dehası(!) olan komutanlarımız şıpın işi anlamışlardı olayı. Toplantıdan sonra Özal da notunu esirgemedi, “hepsi de cin gibi” idi.)
Aynı tutuklu gerçekçiliğimiz 28 Şubat toplumsal büzükdaşlığının bir ürünü olan AKP’ye de şaşı bakıyor. % 47‘nin içinde az katkımız yok…

Bir şaşkınlıkta Fethullah Gülen cemaati ile ilgili.
Kendini nasıl tanımladığı belli olmayan bu yapılanmayı eleştirmek ayıplanır oldu.
Devlet kadrolarında, eğitim, yazılı ve görsel medya, siyaset ve ticaret alanlarında yaygın ve olağanüstü etkinlikteki varlığını sürdürmesi önemsenmiyor.
Sanki bir sivil toplum örgütüymüş gibi algılanıyor. Gizli olmaması, yasadışı da olmadığı şeklinde kabul ediliyor.
Ülkenin en büyük ve en tehlikeli Amerikancı gladyosu olduğu görmezlikten geliniyor.
Bu üç yanılsama da elbet birer paragrafla anlatılabilecek şeyler değil.
Ancak bu yazının asıl konusu bunlar değil. Belki ilerde bu konuları tartışırım.

Ama bir yanlış algılama var ki, gözaltılar işkence çözülme ve ihbarcılık hakkında…
İşte onu şimdi tartışmak istiyorum..
Bir toplumda işkencenin var olması, bırakın somut varlığını, şüphesinin bile var olması o toplumda oluşabilecek her türlü toplumsal yargıyı etkiler.
Yani bir toplumda işkence varsa ve bir şekilde bu sürüyorsa o toplumun ortak oluşturduğu hiç bir yargı sağlıklı olamaz.
Toplumda bir kişi bile işkence gördüyse o toplumun hepsi görmüş sayılır.
Ne seçtiği hükümet, ne oluşturduğu anayasa, nede ürettiği değer yargıları, ne etiği, ne dinsel yargıları, ne de sanatı işkencenin etkisinden kurtulamaz.
Bunların hepsi işkence altında alınmış ifade gibidir, geçerli sayamazsın.
Bir toplumun en kötü durumlarından biridir.
Ama daha kötüsü var. O da işkencenin kanıksanması, dahası dolaylı da olsa onaylanması.
Eğer bir insanı işkence altında yaptığı veya söylediği şeylerden dolayı yargılarsan işkenceyi onaylıyorsun demektir.
Ayrıca bir insanın işkence tehdidi altıda kalması, hatta işkence yapılan ortamda bulundurulması bile işkencedir.
Dolayısıyla bu durumda alınmış bir ifade bile işkence altında alınmış sayılır.
Kendine insanım diyen herkesin sorgusuz sualsiz işkence görenin yanında olması gerekir.
Yargılayıp cezalandırmaya kalkmaksa tümüyle saçma bir tavır olur. Bu konunun “ama”sı falan yoktur
Bu konuda en duyarlı olması gereken insanlar kuşkusuz komünistlerdir.
Bazen üzerimize verilen bir ifade, bizler veya yakınlarımız için çok kötü sonuçlar doğurabilir.
Bu bile işkence göreni yargılama hakkımızı doğurmaz.

Bir zamanlar gruba ulaşan yazılarda; yukarıda özetlediğim çerçevede düşüncelere sahip bir kişi olarak beni rahatsız eden ifadeler kullanılmıştı
Bir arkadaşımızın (Mustafa Dağcı) yaklaşık iki sene önce Tustav grubuna düşen, tümüyle onayladığım aşağıdaki öz savunmayı yapmak zorun da hissetmesi bile oldukça düşündürücüdür.
Polisin, askerin kısacası devletin yasadışı, vahşi yaklaşımları eleştirileceğine yoldaşların eleştirilmesini içime sindiremiyorum. Yani ölmemiz mi isteniyor?.. 3 aylık gözaltı süresi var,3 ayda uzatabiliyorlar. ..Bu süre içinde en vahşi,insanlık dışı işkencelerini uyguluyorlar. Kendi adıma söylüyorum; çözülmemek mümkün değil. Bu süreçten geçmemiş hiç kimsenin bu sürece ilişkin söz söylemeye hakkı yoktur. Mesele partiye bilerek, isteyerek zarar verip vermemektir. Kimse patiye bağlılığımızı polis işkenceleriyle ölçmeye kalkışmamalı. Bu işkencelere sonuna kadar dayanabilmiş (ne bizden, ne başka görüşten) bir kişi anımsıyorum. İşkencelerde öldürülmüş arkadaşların anısı önünde saygıyla eğilirken, şunu belirtmek isterim: Bu arkadaşlarımız işkence sırasında can alıcı yerlerine darbe aldıkları için hayatlarını kaybetmişlerdir. Yoksa çözülmedikleri için değil. En iyi yoldaş ölen yoldaş mantığını kabul edemem.
Benzer söylemler Mustafa Balbay için Aksiyon dergisinde çıktı. Ve bu röportaj hala facebook’ta belli aralıklarla ve alaycı yorumlarla paylaşılmakta.
Ergenekonculuk eleştirilirken, dolaylı da olsa 12 Eylül işkenceleri onaylanmakta.
Ayrıca, işkence ve gözaltılar konusunda değişik zamanlar da direkt ya da dolaylı olarak karşılaştığım bazı söylemler ve tavırlar var ki…
Bunları böylesi bir ortamda artık ele almak gerekiyor.
Şimdi yapmak istediğim de bu.

İşkence tezgâhları “delikanlılık test merkezleri” değildi:
Güya “12 Eylül’de ağır işkenceler ve uzun gözaltlılarla süren soruşturmalar sonucun da poliste çözülmeyenleri mahkemeler salıvermiş veya beraat ettirmiş, çözülenleri de mahkûm ettirtmiş” gibi saçma ve art niyetli söylemlerdi bunlar.
Belki önemsiz saçmalamalar, dikkate bile alınmaması gereken zırvalar olarak düşünülse de kayda değer şekilde tekrarına şahit olduğumdan burada dile getirmek gereğini duydum.
Belki söylemeye bile gerek yok ama aslında durum hiçte böyle değildi tabii ki.
Kendi durumumdan biliyorum. Benim mahkûmiyet kararımın gerekçeli metninde “Kovuşturmanın hiçbir aşamasında kolluk kuvvetlerine yardımcı olmadı” yazmakta.
Ne polisteki sorguda nede savcılık ve mahkemede ne kendimin ne de bir başkasının parti üyeliğini kabul etmemiştim.
Dolayısı ile buna bağlı her suçlamanın da önünü kesmiştim.
Ama buna rağmen yasa dışı parti üyeliği suçundan mahkum olmuştum.

O dönem de işkencelere rağmen partili kimliğini kabul etmeyen birçok arkadaşımız olmuştu.
Kabul edenlerde olmuştu.
Görüldü ki mahkumiyet kararları bunlara göre sonuçlanmadı.
Yine kendimden örnek verirsem, kendi parti kimliğini kabul edip, beni de parti kanalından tanıdığını söyleyen iki kişinin polisteki ifadeleri, benim mahkumiyet kararımda kanıt olarak kabul edildiği halde kendileri mahkum olmamışlardı.
Kısacası bu söylem, 12 Eylül dönemin de ceza alan herkesi, bir kere daha cezalandırmak demektir. Bu söylem aynı zamanda işkence ve işkencecilerle omuzdaş olmaktır.
Sanki 12 Eylül’ün işkence tezgâhları, dünyanın en aşağılık suçunun işlendiği, Türkiye insanlarının onurunu ayaklar altına alarak yıldırmayı amaçlayan bir unsur değildi.
Daha çok bir “delikanlılık test merkezi” idi.
Mahkemeler de bu “test merkezlerinden” geçenleri “helal olsun delikanlı çocukmuşsun” deyip beraat ettiren, ya da “yazık ulan sana iki sopaya dayanamadın, yat şimdi 2 yıl içeride de, aklın başına gelsin” diye mahkûm eden “racon heyeti" idi.

Polisten sonra, örgüt ve yoldaş işkencesi:
Yukarıdaki tanım biraz sert oldu diye düşünülebilir.
Ama o dönem de yaşadığım ve tanık olduğum birçok olay ve davranışlar var ki, en azından psikolojik anlamda bu tanımı hak ediyor.
Önce yılardır içimi acıtan gerçek bir öyküyü anlatmak istiyorum kısaca.
Arcan Yağız* isimli bir arkadaşımız vardı. Ege Tıp Fakültesinde okuyordu. Çoğumuz gibi sosyalizme ve TKP’ ye inanmış, onları yaşamının mihenk taşına koymuştu.
12 Eylül’ ün ayak seslerinin duyulduğu günlerdi.
İzmir’de Sıkı Yönetim ilan edilmişti. Manisa da böyle bir durum yoktu.
O yüzden mitingler Manisa’da yapılıyordu.
Yine böyle bir mitingde polisler mitinge saldırmış birçok kişiyi gözaltına almıştı.
Tam hatırlamıyorum ama ya o günün akşamı ya da ertesi gün salıverdiler. Trenle İzmir’e dönüyorduk. Vagonların birinde mitinge saldırıyı protesto eden bir konuşma olmuş. İzmir Polisi de istasyonda bekleyip bir ya da birkaç kişiyi gözaltına almışlar.
Aralarında Arcan da varmış.
Ben Menemen de indiğim için sonradan duymuştum.
Arcan’ın üzerinde bir şeyler çıktığından mı, yoksa konuşmada geçen sözlerden dolayımı bilmiyorum, sorgulama o zamana kadar hiç alışık olmadığımız şekilde TKP üzerine yoğunlaşmış ve oldukça şiddetli bir işkence görmüş.
Sonuç ta Partili –ya da örgütsel- kimliğini kabul etmiş. Bildiğim kadarı ile hiç kimseyi ele vermemişti. Böyle bir fırsatı bekleyen o zamanki gençlik yöneticileri Arcan’ı “ibret olması” bakımından partiden –ya da örgütten- attılar.
Ve nedense bütün yapılanmaya da bildirdiler.
O günlerde her karşılaşmamız da sevgili Arcan’ın o mahcup yüz ifadesini unutamam.
Epeyi bir “ibret olmuştu” doğrusu.
Bir süre sonrada 12 Eylül darbesi geldi. Arkasından tutuklamalar işkence ve soruşturmalar…
Arcan’a rahmet okutacak cinsten çözülmeler yaşandı. Belki de Arcan’ı Partiden atan kişilerdi bazıları.
Arcan şanssız bir arkadaşımızdı; atıldığı parti için zamanın da yaptıkları, atıldıktan sonra bile başına bela olmaya devam ediyordu. Bir soruşturma sonucu hapse girdi ve Tıp Fakültesinden de atıldı.
Hala “ibret olmaya” devam ediyordu.

Yıllar sonra Dikili Festivalinde karşılaştık, ayakkabı satıyordu.
Pazarcılık yapıyormuş. Festivalde sergi açmıştı. Zor geçiniyordu, ama hiçbir kırgınlığı yoktu.
Sonraları zaman zaman karşılaştık.
Son karşılaşmamız da E.Ü. Tıp Fakültesinde oldu. Aftan yararlanıp öğrenciliğe geri dönmüştü.
Çok sevinçliydi elbet, ama bir yandan da üzülüyordu eşine yük olduğu için. Tıp Fakültesi devam zorunluluğu olan bir okuldu ve daha epey senesi vardı.
İleriki zamanlarda belli aralıklarla haberler aldım kendisinden.
Sonuçta mezun olduğunu duydum. Göreve başlayacakmış eşi de hamileymiş.
Oldukça mutlu olduğunu söylediler.

Bir sonraki haber yakın bir süre sonra geldi.
Arcan bir trafik kazasında ölmüştü.
Dedim ya Arcan şanssız bir arkadaşımızdı.
Şimdi tam “ibret olmuştu.”
Duyduğuma göre arkadaşlarımız para toplayıp eşine vermek istemişler.
Eşi kabul etmemiş. (**)

Acaba bu öyküyü grup ta anlatmak yerine Aksiyona’ mı yazsaydım diye düşünüyorum.
Geleneksel ağlama duvarımız olma yolunda epey ilerlerdi sanırım.
Yayınlarlar mıydı acaba?
Bu anlattıklarım yılların yıpranmışlığını taşıyan hafızam da kalanlar.
Yanıldığım yerler var mutlaka ama öz olarak doğru.
Aynı tip davranışlar daha sonra da tekrarlandı. Yaşadığım bir başka olaya, daha yakından tanık olmuştum.

12 Eylül’ün en karanlık zamanları idi.
Yine de diriliğimizi koruyorduk. Tam anlamı ile konspirasyon uygulanıyordu.
Bir arkadaşımız uzun bir sorgulamadan sonra Buca Cezaevi’ne alınmıştı. Oradan bize sorgulama anında yaşadıklarını, yapılan işkence uygulamalarını anlatan bir mektup göndermişti.
Aşağıdan gelen bu mektubu doğal olarak yukarıya göndermiştim. Aynı zaman da bu mektubun çeşitli pasajlarından derlemeler yapıp, uygun bir metinle alt yapılanmaya  (direnmeye örnek olması açısından) gönderilmesi önerisinde bulunmuştum.
Yukarıdan gelen direktif ise bambaşka idi. Bu arkadaşımızın poliste çözüldüğü için partiden atıldığı, bunu da tüm yapılanmaya duyurulması yönünde idi. Gereksiz, saçma sapan ve provokatif bir direktifdi.
Bu tanımları şimdi tümü ile ikircimsiz olarak yapıyorum. Ama o zaman için sadece “yanlış“ diye düşünmüştüm.
Ve hayatımda ilk defa örgütsel bir direktife uymadım, bu bilgiyi aşağıya göndermedim. Buna rağmen bu bilgi başka kanallardan (o zamanlar kanal açmak bir alışkanlıktı) aşağıya ulaştı.
Hem de özellikle bu konuda –o zaman için- en hassas olabilecek kesime ulaştı.
Ve korktuğum başıma geldi.
O kesim, hareketimizin en zor da olduğu dönem de ayaklandı. O zor dönemler de bunlarla uğraşmak zorunda kalmıştık. Buradaki ayrıntılar sonraki bir yazının konusu olabilir.
Bence başka bir hesaplaşmanın yansıması idi bu davranış…
Hemen belirteyim ‘başka bir hesap” meselesi, benim sadece duyumumdu.
Belki de asıl nedenle, gerekçe aynı idi.
Ama kötü olan, hatta iğrenç olan gerekçenin kendisi idi. “İşkence de çözüldü.!?
12 Eylül darbecilerinin en iğrenç uygulamasının sonuçları bu uygulamaya maruz kalan kişiye karşı kullanılıyordu.
12 Eylül işkencecileri ile işbirliği idi bir anlamda.
Son zamanlarda sıkça dile getirilen “12 Eylül Cuntası’nı onaylamak” işte tam da buydu.
Bugün düşündüğümde bu tutumu, hala anlayamadığımı görüyorum.
Ne akla hizmetti, ne amaçlanıyordu? Sonuçta yanlıştı.
Belki de 12 Eylül’ün tüm ülkeye çöken akıl tutukluğunun yansıması idi.
Bu akıl tutukluğunun belirtileri –özelikle işkenceler konusunda- birçok yoldaşımızda da ortaya çıkmıştı ne yazık ki.

İşkence olayları o dönemlerde o kadar fazlaydı ki adeta kanıksanmıştı.
Bir kaç yılda çoğu arkadaşımız gözaltına alınmış, hemen hepsi de işkence görmüştü.
Birçok kişi tutuklanmış, ya da mahkemesi devam eder durum da salıverilmişti.
Ben salıverilenler arasındaydım, mahkemem dışarıdan devam ediyordu. Zaman zaman tutuklu arkadaşlarımızın salıverildikleri de oluyordu. Ya da mahkemenin ya da soruşturmaların seyrine göre yeni tutuklamalar, gözaltılar oluyordu.
Ülke büyük bir tutukevine dönüşmüştü. (Çok klasik bir cümle ama o yıllarda, en azından benim yaşadığım çevre açısından gerçekten öyleydi.)
İçeriye giren çıkan, arananlar yakalananlar, polis ifadeleri, mahkeme tutanakları, fezlekeler…
Bu durum bir yandan haber almayı da kolaylaştırıyordu.
Hemen herkes, diğerinin poliste, savcılıkta verdiği ifadelerden haberdardı.
Özellikle poliste verilen ifadeler ne yazık ki kendiliğinden, haksız, anlamsız bir hiyerarşi oluşturmuştu.
Sözünü ettiğim akıl tutukluğu işte buydu. Poliste partili kimliğini kabul eden ya da arkadaşlarıyla ilgili bilgileri vermek zorunda kalan insanların horlanması…
İşkencenin en kötüsü beyinlerde uygulanıyordu. Yazının başında belirttiğim gibi. Bu akıl tutukluğundan daha çok “akıl tutukluluğu” idi.
Ta bugüne kadar gelen, ama o zamanlar daha şiddetli hissedilen tutukluluk hali…
Poliste partili kimliğini vermeyen bazı arkadaşlarımız, poliste çözülen (!) arkadaşlarımıza karşı tavır aldılar.
Hatta – o zaman ki deyimle- duygusal arkadaşlıklar bozuldu.
Bekli de o arkadaşlıklar gerçek anlamda duygusal değildi.
Bu tavırların birisi vardı ki beni çok şaşırtmış ve üzmüştü.
Bir arkadaşımız, aslında işkence de direnç göstermiş birçok bilgiyi saklamış, sadece partili kimliğini, izlediği direniş stratejisi olarak çok da önemi kalmadığını düşündüğü için kabullenmişti.
Bu durum, diğer arkadaşımız için onunla aslında parti telkini ile bir anlamda kerhen yürüttüğü duygusal(!) arkadaşlığı bozmak için gerekçe oldu.
Bu olayın bir yönü başka bir tartışmanın konusu, buradaki vurgusu gerekçesi…
Gerekçe aynı idi: “poliste çözüldü…”

Yine, abisi gibi sevip saydığı kişiye küsen, dıştalayan arkadaşlarımız oldu.
Hatta aynı davranışı göstermediğim için bana da tavır geliştirenler oldu
Sorgulama sırasın da –bizim ki bir ay sürdü- bazı arkadaşlarımız ağızlarından bir şeyler kaçırdıkların da polis o noktanın üzerine gider o arkadaşımız için sorgulama daha da uzar ve zorlaşırdı.
Sonra bu arkadaşlar, sorgulanan diğer arkadaşların sorgularına da alınır ifadelerini tekrarlamalarını istenirdi. Amaç o sırada sorguda olan arkadaşın direncini kırmaktı.
Yine böyle bir arkadaş için sarf edilen “hücresi ile sorgulama odası arasında suyolu yaptı” gibi aşağılayıcı deyimler kullanılıyordu.
İşte, yukarıda kısaca değindiğim, o dönemlerden birkaç arkadaşımın Aksiyon Dergisi’ne Mustafa Balbay ile ilgili verdiği röportaj ve sonrası yapılan değerlendirmeler de bu tavrın devamıydı.
Sanki Mustafa Balbay o zamanlar tutuklu olarak değil de müfettiş olarak gitmişti emniyete.
Bir işkence mağduru için hayıflanılırken bir başka işkence ve baskı mağduruna saldırılıyordu. Balbay’ın o sorgulama da fiziki işkence görüp görmemesi  -bunu çok da net olarak bilemeyiz- işkence mağduru olmasını engellemiyor.
Daha önce de söylediğim gibi işkence yapılan bir yerde bulunmak, işkence tehdidi altında olmak bile işkencedir.
Orada yaşananları, arşivlerdeki ifade tutanaklarından ve tarafların hafızasında kalanların bir bütünüyle değerlendirmesiyle, daha gerçeğe yakın olarak algılamak mümkün.
Ancak yinelemek de yarar var, önemli olan ifadelerin ne olduğundan daha çok hangi koşullarda alındığıdır. O koşulların tek kelimelik tanımı var, işkence…

Benim de sorguma da yüzleştirmek üzere, öyle bir arkadaşı getirmişlerdi.
Benim dâhil olduğum gözaltı furyasından önceki operasyonda alınan bir arkadaşımızdı. Ne isterlerse, söyleme noktasındaydı. Oldukça bitkin ve yılgındı.
Aslın da fiziki işkence görmüyordu. Görünüşte, iyi de davranıyorlardı. Ama emindim ki durumu benden kötüydü.
Uygulanan manevi işkencenin ağırlığı benimkinden fazlaydı.
Bunu somut olarak hissetmiştim. Benim direnmemdeki dayanak noktalarını çürütmek üzere kendisine soru soruyorlardı.
O istediklerinden fazlasını söylüyor, hatta kendince benim de hafızamı canlandırmaya çalışıyor gereksiz ayrıntıları anlatıyordu. O ana kadar yeterince şiddetli olan işkence ve kötü muamele, tahmin edilebileceği gibi daha da arttı.
Ve sonraki mahkeme de aleyhime kanaat oluşmasında oldukça etkili oldu.
İşte bunca yazdıklarımı belki de gereksizleştirecek, anlatmak istediklerimi bir iki cümleyle özetleyecek olan odur ki; şu an o arkadaşımıza kızmıyorum.
Aynı şekilde, gıyabımda aleyhime verilen ifadeler de vardı ve o ifadelerin sahiplerine de kızmıyorum. Sözünü ettiğim arkadaşlardan bir tanesi, Balbay’ın mahkûm olması için dua etmiş.
Ya da Aksiyon Dergisi bu şekilde yansıttı. Bilemiyorum…
Ama ben o kadar katı olamıyorum.
Çünkü bende işkence mağduruydum o da…
Tıpkı o arkadaşlarımın da, Balbay’ın da işkence mağduru olduğu gibi…
Ben işkencecilere kızıyorum.

12 Eylül’ ün o karanlık dönemlerinden bu yana geçen zaman da uygulanan işkencelerle ilgili birçok yazı okudum, gerek cezaevinde gerekse çıktıktan sonra birçok da anı dinledim.
Gördüm ki; benim maruz kaldığım işkencenin ve kötü muamelenin kat be katını görenler vardı. Aslında yapılan her düzeyde ki işkencenin, maruz kalanlar açısından şiddeti olağan üstüdür.
Bu açıdan, söylerken ikircimliyim ama yaşanan birçok işkence ve kötü muamelenin yanında benim gördüklerim hafif bile kalır.
Ancak buna rağmen birçok defa direnme gücümün sonuna geldiğimi hissettiğim anlar oldu. İşkenceye her ara verdiklerinde, “bir saniye daha devam etselerdi her şeyi kabul edecektim” diye düşündüm.
Belki de gerçekten öyle olacaktı. Bu durum bence herkes için geçerli idi.
Benim düşünceme göre 12 Eylül’de işkence tezgâhlarında bulunanların hiçbirinin diğerine göre bir üstünlüğü veya eksikliği yoktur.
Böyle bir hiyerarşi asla kabul edilemez.

Türkiye bu utancıyla yüzleşmedi.
O dönemlerde Menemen’de bizler gibi gözaltına alınmış, işkence görmüş insanlara toplumun yaklaşım tarzını hatırlıyorum; hafif alaycı biraz da inanmaz bakıyorlardı.
Özellikle işkencenin şiddeti konusunda bir fikirleri de olmadıkları için, biraz da “ oh olsun, hak ettiler” tarzında düşüncelerini anlayabiliyorduk.
Ancak büyük silahsızlandırma operasyonları başlayıp ta, bir tür mobil işkence tezgâhı olan “Mavi Tren” denilen minibüsler köyleri dolaşmaya başlayınca bu alaycı yüz ifadeleri değişmeye başlamıştı. Türkiye işkence ve tecavüz suçlarına karşı hep sınıfta kaldı.
Yine Hanefi Avcı, Mersin’de onca işkence ve kötü muamelenin sorumlusu iken cemaatin ve emniyet teşkilatının göz bebeği olarak taltif edilmesi Türkiye’nin bir utancıdır.
Bütün bunların ne yazık ki cemaatle çelişince ortaya çıkması bu utancı katmerleyen bir başka durumdur.
12 Eylül işkencecileri ile yüzleşmekte gecikildi. Bunda, toplumun algılamasındaki sakatlık halinin, bizlerin akıl tutukluluğumuzun yanı sıra umursamazlığımızın rolü büyük. Bunca zamandır 12 Eylül işkencecileri ile hesaplaşmak için yasa beklemenin anlamı yoktu
Türkiye’nin böylesi utançlardan kurtulmasının yolu, geçmişin de işkenceye karışmış kim varsa, şu anda bulunduğu konum ne olursa olsun hesap sorulabilmesinden geçmektedir.
Eğer öldüyse bile gıyabında toplumun vicdanında mahkum olmalıdır.

12 Eylül Cuntası’na karşı açılan davalar simgesel anlamda önemli.
Ancak referandum öncesi AKP’nin yaptığı “12 Eylül’le hesaplaşmak” şeklinde ki propagandanın yalnızca görsel tamamlayıcısı olarak kalmaktan kurtulmanın, bu söylemin hayata geçirmesini zorlamanın yolu var.
Onlardan biri de somut olayın somut takipçisi olmak.
İşkence mağdurlarının kendi işkencelerinin takipçisi olmaları… Bu belki de 12 Eylül’le top yekûn hesaplaşmanın gerçek başlangıcı olabilir. İşkence mağdurları kendi aralarında bellek, belge, moral imeceleri oluşturabilirler. Buna TUSTAV‘da ön ayak olabilir.
Kendi somutumdan örnek vermek istiyorum. İşkencecilerimin birinin adı Erol Partal’dı.
Bir diğeri de Muhlis Sincabi idi.
Ya da ben öyle sanıyorum. Ama yıllar geçtikçe bazı tarihler, olaylar ve bunların oluş sıraları belleğimden siliniyor. Eminim ki benimle o sırada birinci şubede olan diğer arkadaşların da (hatırladıklarımdan bir kaçını Tustav ve butarihtesendevarsın bloglarına gönderdiğim yazıda belirttim) hatırlayacağı birçok şey ve ellerindeki belge birleşince somut verilere dönüşebilir.
Ve buradan hareketle bekli de Erol Partal’ların izi sürülebilir. Polis fezlekelerinde bir takım memurların isimleri vardı.
İmza atıyorlardı.
Onlar soruşturulabilir.
Kim bilir o zamanlar sıradan bir polis memuru olan bir kişi. İşkence konusundaki üstün(!) başarılarından dolayı mesleğinde ilerlemiş vali veya il emniyet müdürü olmuş olabilir.
Hala görevde ya da liyakat(!) dolu uzun görev yıllarından sonra şerefiyle”(!) emekliye ayrılmış, günümüz de olup bitenlere bir türlü akıl erdiremeyip “bunlar benim zamanın da olacaktı ki” diye homurdanan bir zat-ı muhterem olabilir.
Görevde ise Referandum öncesi “darbelere dur demek ve 12 Eylül Cuntası’ndan hesap sormak için evet” kampanyasında emre amade bir demokrasi amiri olarak görev almış, yeni oluşturulan dikensiz demokrasi bahçesinde ikbal dolu görevlere hazır biri olabilir.
Belki de mesleğinde gelecek vadeden bir üsteğmen olarak görev yaptığı 12 Eylül zindanların da vatan millet aşkına, uzun işkencelerden sonra bitkin bir şekilde cezaevine gelen, vatan haini komünistlere karşı dipçik dipçik verdiği savaştan dolayı komutanlarının gözüne girip, gökyüzü ile yarışacak kadar çok yıldızı omuzlamış, çok generallerden biri olabilir.
Ya da yaptıklarının ahrette hesabı sorulur korkusuyla, ikinci haccından sonra, ibadete bodoslama dalmış bir yobaza dönüşmüş olabilir.

Kim olursa olsun bu tarihimizin en utanç verici döneminin o aşağılık aktörleri hesap vermelidir. Bu da kimseye sipariş etmekle olmaz.
Burada cezalandırmaktan söz etmiyorum.
Bunu yargı yapacak elbet.
Ancak bu mücadele toptancı istemlerle olmaz.
Somut araştırma ve somut verilerle olur.
Eğer bakış açımızda ki gereksiz kırınımları, tutarsızlıkları giderebilirsek, hedefe işkenceyi ve işkencecileri koyabilirsek güçlü bir imece oluşturabilir.
Bu yazıda yaşanmışlıklarımdan yola çıkarak işkence ve kötü muameleye karşı toplumun ve komünistlerin bakış açılarını değerlendirmeye çalıştım.
Derdim işkence deneyimlerini aktarmak falan değil.
İşkence mağdurlarının, sonraki yaşamlarında karşılaştıkları, benim anlatmak istediğim şey… Toplumun ve bizim arkadaşlarımızın bakış açısı.
Dilim döndüğünce, kendime göre…
Yine bilinmeli ki bu birileriyle hesaplaşma yazısı değildir.
Tutum ve davranışlarla hesaplaşmaktadır. O tutum ve davranışların sahipleriyle değil… Yazı içerisinde belirttiğim gibi, bellek yanılsamaları olmuş olabilir.
Kasıt ve çarpıtma niyeti yoktur.
Olası hatalar için şimdiden özür dilerim

Sevgi ve saygılarımla
Nadi Öztüfekçi
4 Mart 2011


*Arcan Yağız ismi gerçek değildir. Yakınlarından izin almadığım için gerçek ismiyle bahsetmenin yanlış olduğunu düşündüğüm için ismini değiştirmeyi uygun gördüm.

** Bu anlattıklarıma yazı yayınlandıktan epey sonra eski bir yoldaştan itiraz geldi. Ona göre Arcan işkencede verdiği ifadeden dolayı, kendisini bu örgüte layık görmediği için kendi isteği ile örgütten ayrılmış. Hatta ayrılmaması için ikna edilmeye çalışılmış. Doğru olabilir çünkü kendisiyle yakın ilişki içerisindeydi. Bu bilgiyi gerçeğe karşı sorumluluğum ve Komünist dürüstlük gereği burada belirtiyorum.

Ancak benim anlattıklarım da örgütsel bilgi olarak yukarıdan gelmişti.  O yüzden yazıyı değiştirmedim. Belki de her iki bilgi de doğru olabilir. Örgütten atılma bilgisi sadece Arcan’a birkaç kademe yukarıdan verilmiş olabilir. Arcan arkadaşımız zorunlu olarak kendi isteği ile ayrılmış gibi yapmış olabilir diye düşünüyorum.
Aslında her iki durumda da ana fikir değişmiyor. Sonuçta işkence gören ve ağır koşullarda bazı, -o zaman için verilmemesi gereken -bilgileri vermek zorunda kalan yoldaşlarımız üzerindeki baskı Arcan arkadaşımızı zorlamıştır. Her iki durumda da ana etmen o lanet olası itham edici bir anlamda gördüğü işkenceyi sürdüren yanlış tutumdur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Lütfen hakaret içeren yorumlar yazmayın.