Bu örneği daha önce de vermiştim. Belgeseller de izlemişsinizdir. Vahşi hayatta yırtıcı, avcı canlılar avlanırken büyük bir işbirliği gösterirler. Kimisi avlarının peşinden koşarak onu yorar, diğerleri hedefteki avı korumalarını engellemek için sürünün dikkatini dağıtır bir başkası ise avın iyice yorulmasını bekler ve av yorulunca da peşine düşer, iyice yorulmuş avı kolayca düşürür.
Gelgelelim sıra avı yemeğe, yani paylaşmaya geldiğinde biraz önceki o mükemmel işbirliği bozulur. Paylaşma kavgası başlar. Genellikle en güçlü yırtıcının lehine sonuçlanır ve diğerleri payına razı olur ya da biraz önceki işbirliğinde önemli bir işlevi olmasına karşın hatta bazen avı yakalayan olmasına rağmen bu avdan payını alamayabilir.
Ama nadiren de olsa bu kavgada av -ki genellikle güçsüz bir yavru veya hastadır- son bir gayretle kurtulabilir. Tabii yeterli gücü ya da cesareti ve kararlılığı varsa…
Cemaat ve AKP kavgası bir yönüyle buna benziyor. Artık avlanmanın zorlaştığı, avcıların ne mal oldukları anlaşılmaya başladığı bir döneme giriyoruz. Pasta eskisi kadar büyük değil. Dolar aldı başını gidiyor. Türkiye’nin dış borcu hala risk bölgesinde…
Hatırlar mısınız? Çok değil iki-üç yıl önce “sakız” temalı kamu spotlarında insanlar tüketime teşvik ediliyordu. Bakkaldan sakız alıp ekonomiye katkı yapılması falan öneriliyordu. Tabii bunun sakızla kalmayacağı, bakkaldan kastın da aslında AVM’ler olduğunu herkes biliyordu. O dönemlerde bir “büyüme” propagandası vardı. Gayri Safi Milli Hasılanın yükselmesi kişi başına milli gelir ortalamasını da yükseltiyordu ve GSMH’nın yükselmesi için de ticaretin, alışverişin artmasına bağlıydı.
Nasılsa; bu büyüme rakamlarının çalışanların yaşantılarına bir katkısının olamadığını, asıl sorunun paylaşım olduğunu, harcama kolaylığı sağlanarak özendirilen daha fazla tüketimin refah demek olmadığını anlatacak ne ana muhalefet ne de sol muhalefet vardı.
Bu boşlukta Kamu spotları da amacına ulaşmıştı.
Türkiye’ye giren sıcak para miktarı ve hızı da bu politikanın sürdürülmesi için uygun zemin yaratıyordu. Ancak bu sıcak para, ülkeye babasının hayrına girmiyordu elbet. Girdiğinden fazla çıkabilmek üzere gelen bir paraydı ve “kar transferi” denilen bir şey vardı. Bu kavramın ne anlamına geldiğini geniş yığınlar bilmiyor. Ama hükümet bu kavramın anlamını çok iyi biliyor. Artık giren paranın faizi eskisi gibi ülkede kalıp tekrar dönüşüme girmiyor. Girdiğinden fazlasıyla çıkıyor.
Son zamanlarda büyüme rakamlarını ne “yandaş” medyada, ne de -yandaştan daha yandaş olan- yaygın medyada izleyemiyoruz. Çünkü bir zamanlar her şeyin iyiye gittiğinin bir göstergesi olarak bize lanse edilen “büyüme” son zamanlarda hız kaybetti.
Artık rakamlar çarpıtma kaldırmıyor. Ve artık o sakız temalı kamu spotları elbette yok. Aksine harcamaların önü kısılmaya çalışılıyor. Kredi kartlarının taksitlendirilmesine sınırlamalar getiriliyor. Genel taksit sayısı, mevcut ortalama taksit sayısı olan 9 ayla sınırlanıyor. Bunun tek bir anlamı var GSMH’nın yükselmesi yoluyla, yani iç alışverişin pompalanarak büyümekten vazgeçiliyor. Çünkü hükümetin en övündüğü ekonomik gösterge olan enflasyon fırlayabilir. Alışverişin artması demek cari açığın artması demektir. Zira Türkiye tarihinde olmadığı kadar ithalat-ihracat dengesizliğini yaşıyor. Alışverişin artması ithalatın artması, cari açığın artması, dışarıya daha fazla döviz kaçması, zaten engellenemeyen Dolar’ın yükselişinin daha da hızlanması anlamına geliyor. Tam da seçim arifesinde hükümetin hiç istemeyeceği göstergeler bunlar… İşte Erdoğan’ın: “Kredi kartlarını almada lütfen hassas olun. Evinizde ne var ne yok, alıp götürürler.” laflarının altında yatan asıl kaygı işte bu.
Peki, büyümenin hız kaybetmesinin ya da büyüme frenine basılmasının sonuçları yalnızca kredi kartlarının taksit sayısı sınırlandırması olarak mı yansıyor?
Elbette değil. Kamu yatırımları da hız kaybetti. İşte Pastanın küçülmesinin eş değerdeki diğer ifadesi de budur. Kamu yatırımı iktidar pastası demektir.
Görünen o ki bu pasta küçülmeye devam edecek.
Buradan hareketle bu kavga da devam edecek. Ne zamana kadar?
Bunu kestirmek zor… Küresel kapitalizmin iç dinamiklerinin bu kavgayı biçimlendireceğini şimdiden söyleyebiliriz. Bu dinamikler bu kavgayı durdurabilir, erteleyebilir, bir kesimin dışlanmasını sağlayabilir ya da her iki kesimi de sistem dışına atabilir.
Elbette bu kavganın kodlarını bu kadar basit ve mekanik bir anlatımla çözüldüğünü iddia etmiyorum. Ama bu kavganın bir “erk” kavgası olduğu herkesin malumudur.
Ve “erk” mücadelesinin; siyasi, ekonomik çıkar güdüleriyle birlikte yürüdüğü de sanırım hemen herkesçe kabul edilen bir gerçektir.
Yazının başında; “Ama bazen bu kavgada av -ki genellikle güçsüz bir yavru veya hasta bir yetişkindir- son bir gayretle kurtulabilir. Tabii yeterli gücü ya da cesareti ve kararlılığı varsa…” diyerek bir olasılığı, belki de bir temennimi belirtmiştim. Ben ülkenin, hatta Dünya’nın yaşadığı bazı süreçlerin önüne geçilemez olduğunu düşünüyorum.
Yani benzetme üzerinden gidersek, düşürülmüş olan ülkemizin, yani “av”ın bir daha kolay kolay kendine gelemeyeceği kanısındayım.
Aslında yaşadıklarımızın basit bir av serüveninden öte, bir doğa kanunun işlemesi olarak değerlendirilmesi daha uygun diye düşünüyorum.
Yani bu kavga sonucun da kurtulmasını umduğum “av” ülkenin kendisi değil.
Benim kurtulmasını umduğum “av”; 12 Eylül darbesinden başlayarak, 28 Şubat süreci ile aşama kaydeden ve nihayet 12 Eylül referandumunda pik yapan büyük zihinsel operasyon sonucu esir alınan toplumsal algılarımız…
Umuyorum ki süre giden bu kavgada açığa çıkan, o hiçbir etik, hukuk ve insani değer tanımayan iğrenç tezgahlar, algılarımızı uyarır da bu sanal gerçeklik esaretinden, son bir silkinişle doğrulup gerçek dünyaya geçeriz.
Eğer bu umudum gerçekleşir de algılarımız sanal gerçeklik esaretinden kurtulursa;
Bizlere yutturulan "Askeri vesayeti kaldırıyoruz" talkımının arkasında aslında bambaşka bir vesayetin inşa edildiğini anlayabiliriz.
Gerçek demokrasiyi "bir büyük abinin" bizlere asla hediye etmeyeceğini anlar, her türlü cuntanın ve despotizmin arkasında sınıfsal kaygı ve çıkarlar olduğunun ayırdına varabilir, kapitalizmi saklandığı yerden çıkarıp teşhir edebiliriz.
Böylelikle örneğin; “Sağlıkta Dönüşüm” denilen şeyin yoksullar için bir felaket olduğunu, Kıdem Tazminatı Fonunun, işçiler için bir “iş güvencesizliği cehennemi” olduğunu anlarız.
Algılarımızın ayaklarına takılı dezenformasyon prangalarını çıkarabilirsek; o durumda sınıf kavgasının hala başat mücadele olduğunu, her türlü cephe ve kongrelerin sınıf kavgası temelinde başarıya ulaşabileceğinin farkına varabiliriz.
Algılarımızı Trend ve Popülaritenin peşine takılmaktan kurtarabilirsek; demokrasi kavgasının, çevre duyarlılığının ve antiemperyalist mücadelenin, yalnızca antikapitalist mücadele ile birlikte yürütüldüğünde hedefe ulaşabileceğinin de farkına varabiliriz.
Ve nihayet; bunca zamandır esir algılar ve vicdanlarımız sayesinde ülkenin sokulduğu geri döndürülemez süreçlerin karşılanması ve sınıfsal konumlanmanın nasıl olması gerektiği, belki artık tartışılabilir.
17 Aralık 2013
Nadi Öztüfekçi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Lütfen hakaret içeren yorumlar yazmayın.