Şiddete karşı durmak gerek. Katıksız ve 'ama'sız.
Kimden gelirse gelsin, tüm içtenliğimizle şiddete karşı durmak gerek.
Kışkırtana da, kışkırtılana da... Kim şiddete başvurursa sonuna kadar karşı çıkacaksın.
Açıkça, işin teviline kaçmadan... Öyle sitem ederek, selam ve rica göndererek olmaz bu iş.
Barış yüklü ve ağır bir sözcüktür. Sorumluluk ve samimiyet ister.
Her sözcüğü siyasi rant için, “laf olsun” diye kullanabilirsin ama barış laf olsun diye söylenmez.
Barışın "b"sini ağzına aldığında bütün bunları baştan göze almak, düşünmek gerek. Barış sözcüğünün tamamladıysan eğer, düşünmek de yetmez. Sorumluluklarını yerine getireceksin.
Olup bitenin tek bir adı var; şiddet.!!
Bunun adı “vatan bölünmesin mücadelesi” değil, şiddet…
Bunun adı “özgürlük ve demokrasi mücadelesi” değil, şiddet…
Mücadelenin haklı tarafı vardır ama şiddetin haklı tarafı olmaz.
Eğer barış sözcüğü dökülmüşse dudaklarından, her taraftan gelen şiddete karşı çıkmak artık senin görevindir. Şiddete karşı çıkmak barışı seslendirmekten öte bir şeydir.
Şiddetin tüm taraflarına karşı açıkça mücadeleyi gerektirir. Bu mücadelenin başlangıç noktası şiddetin tüm taraflarının yanlışlarını açıkça dile getirmek, yaratmak istedikleri algıya direnmektir.
Bu mücadele sadece görev değil aynı zamanda haktır. Çünkü hepimiz bu şiddetin mağduruyuz.
Ben kendime düşen görevi yerine getirip barışı savunma hakkımı kullanmak istiyorum.
Yaratılan şiddete kendi çapımda sesimi yükseltmek istiyorum.
Şiddetin taraflarından biri, aslında her alanda mücadele edilmesi gereken ülkemizin gedikli belası; AKP ve Erdoğan…
Sen, Erdoğan, sen AKP..!? Bugünkü durumun baş aktörü değil misin(iz)?
Küresel derin güçlerin orduyu “askeri vesayeti yıkıyoruz” naralarıyla 'AkSaray’ınızın kapı kulu haline getirmesinin bedeli neydi? Ve sen bu bedeli bilmiyor muydun? Üstelik bu bedeli herkesten daha iyi ödeyebileceğin için seçilmemiş miydin?
Çoktan ön görülmüş çok daha büyük bir planın bir parçası olan bu sürecin, sadece zemin ve tedarik çalışmasının bir gereği ve sonucu olduğun halde Çözüm Sürecinin mimarı olarak piyasa edildin.
Yani küresel bir planın sıradan bir ekipmanı olduğun halde hak etmediğin(iz) demokratlık prim alıp, siyasi kredi kullandınız.
Oslo görüşmelerini -yemin billah inkar ve tevilden sonra- küresel destek ve yönlendirme eşliğinde "analar ağlamasın" üzerinden siyasi ranta devşiren sen değil miydin?
Siyasi rakiplerini “kandan beslenen zihniyet” diye suçlarken, “milliyetçiliği ayaklar altına alırken” ne kadar da fiyakalıydın?
Bunca zaman çözüm süreci, Kürt, Alevi açılımlarının siyasi rantı değil mi sana bugün ‘Külliye’nde saltanat sürdüren?
Peki, şimdi ne değişti? Nedir bu “yedi düvele karşı milli mücadele” verir halleriniz?
Yoksa aniden barış güvercini kostümünüz sıktı mı? Hani fazla semirmiş olabilir misiniz uzatmalı, saadet dolu, muhalefetsiz iktidar yıllarınızda?
Ya da artık barış güvercini olmak eskisi kadar siyasi rant sağlamıyor olabilir mi?
Sıkıcı olduğunuzu falan mı hissettiniz kendinizi. Yeni bir kostüm, şöyle kendini daha iyi ifade eden bir kreasyon daha mı iyi olurdu? Güvercin kostümü yerine şahin kostümü örneğin..?
Bunca gürültü, bunca kan, bunca ölüm birkaç puanlık oy artışı için mi?
Belki de kendini kullanılmış hissediyorsunuzdur..? Son kullanım tarihin(iz) yaklaşıyor olabilir mi? Yani seni iktidara taşıyan güçlerin sana yükledikleri misyonun son ve en önemli aşamasını yerine getirdikten sonra fişini çekebileceğini sezmiş olabilir misiniz? Faturayı da senin(sizin) üzerine kestirtebilirler hani…
Bu da seni(sizi) deli gibi korkutup kızdırıyor olmasın? O yüzden bu son görevi yerine getirirken ayak diretiyor olabilir misiniz?
Özellikle de seni Erdoğan…
Hani senin “kof külhan” hallerin vardı. O “one minute”, “dünya beşten büyüktür” gibi babalanmaların falan… Oysa senin küresel patronların Türkiye’de siyaseten elinin güçlenmesi, verdikleri görevi daha iyi yerine getirebilmen için hoş görüyorlardı bu tuluat gösterilerini.
Yoksa sen bütün bunları gerçek mi sanıyordun? Kendini rolüne fazla kaptırmışsın anlaşılan?
Doğru, sen de haklısın… Sen büyük bir afi ve kof külhanlıkla “Dünya beşten büyüktür” diye naralanırken kimse sana hatırlatmadı; “Türkiye de birden büyük” diye…
Keşke sen de bitse her şey… Keşke bütün bu sorunların tek kaynağı sen olsaydın.
Ama değilsin ve bunu sen çok iyi biliyorsun.
Nazım’ın Peyami Safa için yazdıkları ne kadar güzel anlatıyor senin durumunu;
“….
Sen bu kavgada
bir nokta bile değil,
bir küçük, eğri virgül,
bir zavallı vesilesin!..”
Evet, keşke Erdoğan’la başlayıp bitseydi kabus. Keşke bu şiddetin tek tarafı o olsaydı.
O zaman benim de görevim buraya kadar yazdıklarımla biterdi.
Ancak ne yazık ki değil. Şiddetin tek tarafı yok.
Hatta keşke bu şiddetin tüm tarafları bize görünenlerle sınırlı kalsaydı…
Bu şiddet; görünen ve görünmeyenleriyle çok taraflı bir şiddet… Ne yazık ki dolaylı ve dolaysız, bile isteye ya da zorunlu olarak tüm tarafların artık ‘de facto’ bir işbirliğine dönüşen, hata ve suçlarının kesişme alanından kaynaklanmakta…
Ülkemizin son 45 yılını biçimlendiren, demokrasi, özgürlük mücadelesini, ekonomik hak ve eşitlik mücadelesini rafa kaldıran, sınıf kavgasını unutturan bu kör şiddete karşı mücadelenin en büyük zorluğu da bu özelliği…
Karşılıklı sürdürülen, karşılıklı nemalanılan çok taraflı hata ve suçlarla sürekli beslenen, adeta kanıksamamızı, birlikte yaşamaya razı olmamızı istedikleri bir şiddetten, ülkemize özgü bir olgudan söz ediyoruz.
Bu olgu giderek “meşru” bir araca dönüşmekte… Sanki sıradan, basit bir “kendini ifade etme”, masum bir “derdini haykırma” aracı olarak kanıksanmamız isteniyor.
Öylesine kanıksatma operasyonu ki oluşturulmak istenen –önemli ölçüde oluşturan- algıya göre bu şiddetin en masumları şiddetin tarafları.
Ana akım görsel ve sosyal medyada sadece bu şiddetin tarafları ve destekçileri söz fırsatı buluyor; büyük bir pişkinlikle, hiç bitmeyen “kabahat kimde”, “ilk kim başlattı” kavgasıyla bizleri şaşkınlaştırıp, suçu(şiddeti) haklı ve meşru kılıyorlar.
Tıpkı köyün iki güçlü ailesinin arasında uzun süren, suçun kimde olduğunun, ilk kimin başlattığının belirsizleştiği kan davaları gibi köye kabus yaşatılıyor. Bu arada iki ailenin de ileri gelenlerinin öteden beri köyle ilgili kirli hesapları olan uzaklardaki çok güçlü bir aile ile ilişkilerini sürdürüyor olması bu kan davasını daha kirli ve iğrenç yapıyor.
İşin en acı yanı ise;
Köyün ileri gelenlerinin, sözü dinlenenlerinin meseleye samimiyetsiz, mahalle teamülleri ve hatır kaygıları güderek, ahbap çavuş ilişkileri üzerinden bakmaları;
İşi basit sitem ve ricalarla geçiştirip kendilerini ve çevresini kandırmaya kalkmaları;
Şiddetin taraflarıyla mücadeleyi asla göze alamamaları…
Konuyu köy örneklemesinden çıkarıp gerçek hayata ve Türkiye ölçeklerine taşıyıp somutlayalım.
Yaşanılan bu iğrenç ve haksız şiddeti yaratan tüm taraflara karşı açıkça mücadele edilmezse bu şiddet gerilemez.
Daha açıkça ifade edersek;
Şiddeti siyasi hesapları adına araçsallaştıran AKP – Erdoğan Hükümetine de;
Şiddeti kendini ifade etmek, güç ve prestij kazanmak adına araçsallaştıran PKK ve uzantılarına karşı mücadele etmeyi göze almayan hiçbir girişim sonuç alıcı değildir.
Sonuç alıcı olmadığı gibi samimi de değildir.
Bu mücadelenin meşru zeminde, demokratik mücadele yöntemleriyle, olabildiğince kitlesel ve geniş tabanlı, kararlı bir şekilde yapılması gerekiyor.
Kesinlikle “kim başlattı” tartışmalarına girmeden, şiddete haklılık zemini yaratılmasına izin vermeden, katıksız ve hilafsız bir mücadele gerçek çözüme doğru adım atmamızı sağlar.
Burada bir şey açıkça ortaya çıkıyor. Solun güçlü, kararlı ve samimi, birleşik, ama en önemlisi bağımsız bir duruş ve tavır göstermesi gerekiyor.
Evet, bağımsız bir duruş… Devletin bölünmezliği ve kutsallığı ya da seçimle gelmiş meşru hükümet kavramları ardına sığınan AKP ve Erdoğan’a endeksli olmadığı gibi; Kürt Hareketi ve HDP’ye de endeksli olmayan, asla karşısında değil ama kuyruğuna da yapışmayan bağımsız bir duruş.
Ancak böylesi duruş ve tavır şiddetin tüm taraflarıyla dediğimiz anlamda bir mücadeleyi göze alır.
Ancak böylesi bağımsız bir sol, gündemi bu kör şiddetin taraflarının sürüklemek istediği mecradan çıkarabilir.
Ancak böylesi bir bağımsız bir Barış Cephesi şiddete karşı inandırıcı bir söylem geliştirebilir.
Örneğin Suruç’ta öldürülen 32 kişinin protesto gösterilerinde “PKK intikam” sloganlarının atılmasına sitemden öte bir tavır gösterebilir.
Ancak böyle bir ‘Barış Cephesi’nde Demirtaş’ın Barış Mitinginde “ Başka da bize savaş dayatan yok. Toplum barış istiyor, PKK barış yapmaya hazır olduğunu ilan ediyor” söylemini çılgınca alkışlayarak, önceki günkü 6 ölümün haklılık zemini yaratılmaz.
Giderek silikleşen, Kürt Hareketinin gölgesi altında hatları belirsizleşen bir Türkiye solu var ortalıkta. Kürt Hareketi ile AKP gericiliği arasındaki şiddet ve kanla soslanmış müzakere, çekişme, kavga ve işbirliği karışımı garip ilişkiye ayak bağı olmamaya özen gösteren, işlevsiz bir refakatçi konumunda.
Çok doğal olarak Kürt Hareketinin ulusal refleksleri, küresel Sermayenin bölgemiz ve ülkemiz hakkındaki hesap ve çıkarları ile birçok noktada kesişmekte.
Bağımsız bir Türkiye solu bu kesişme noktalarında, Kürt Hareketini Küresel Sermayenin dümen suyuna girmesine direnç göstermelidir.
Çünkü Türkiye solunun antiemperyalist görevi sadece Türkiye’nin bölgeye yönelik emperyalist planların maşası olmasına karşı mücadele ile sınırlı değildir.
Emperyalizm ve Küresel Sermayenin Türkiye’ye yönelik planlarına karşı da direnmek gibi bir görevi vardır.
Evet, zorlu bir süreç Türkiye solunu beklemektedir.
Ancak Türkiye solunun tek yaptığı Kürt Hareketinin kendisi için özel inşa ettiği huzur evininin (HDP) sıcak-soğuk klimalı odalarında emekliliğini yaşamak…
Kürt Hareketi Ulusal bir hareket olmanın doğal refleksleriyle ‘solcusu’, liberali, İslamcısı, aşiretleri, toprak ağaları, sermayedarları ile Küresel Sermayenin desteği eşliğinde hedefine doğru giderken, Türkiye solu bunu “başarının sırrı burada” minvalinde kabaca taklit ediyor.
Bir zamanlar sosyal medyada çala klavye kavga ettiği, karşısındakine veya kendine yapıştırdığı liberal, kapiatlist, piyasacı, Bolşevik, Leninci, Stalinci, revizyonist, Marksist, Komünist, ulusalcı gibi rütbe ve yaftalarla didiştikleriyle şimdi özel oluşturulan sosyal medya mahallelerinde şirinlik yarışmaları yapmaktalar.
Hep birlikte; “PKK’nın Erdoğan yüzünden mecburen(!) öldürdükleri” üzerinden üzüntü gösterisi yapıp güya barış için mücadele, güya muhalefet görevlerini yerine getirmekteler.
Oysa o ölümlerin olduğu alanlara gerillayı da askeri de gönderenlere aynı netlik ve kararlılıkla karşı durmayan, samimiyetsiz ve çekingen bir Barış söyleminin yetersizliği açıkça görülmekte.
Aynı açıklık bu şiddet batağının kimin işine yaradığı konusunda da var.
Ama Türkiye solu samimiyetsiz bir barış söylemi dışında bu kör şiddetin oluşmasında bu kadar açıkça belirginleşmiş Küresel Kapitalizmin istek ve ihtiyaçları etmenini açığa çıkarmak dahil birçok görev ve kavgasını ertelemiş durumda.
Böylece asıl barışı mahalle teamüllerinde tereddüt yaratmamak adına, hatıra binaen Küresel Kapitalizmle, emperyalizmle yapıyorlar.
Türkiye solu kendi doğal tabanından, işçi sınıfından, yoksul köylülerden ve en önemlisi Anadolu insanından giderek ayrı düştüğünün, giderek marjinalleştiğinin farkında bile değil.
Son olarak yazının ilk paragrafını tekrarlayarak bitirmek istiyorum.
Barışı savunmak gerek. Katıksız ve 'ama'sız..
Şiddete karşı durmak gerek. Katıksız ve 'ama'sız..
Kimden gelirse gelsin, tüm içtenliğimizle şiddete karşı durmak gerek.
Kışkırtana da, kışkırtılana da... Kim şiddete başvurursa sonuna kadar karşı çıkacaksın.
Açıkça, işin teviline kaçmadan... Öyle sitem ederek, selam ve rica göndererek olmaz bu iş.
Barış yüklü ve ağır bir sözcüktür. Sorumluluk ve samimiyet ister.
Her sözcüğü siyasi rant için, “laf olsun” diye kullanabilirsin ama barış laf olsun diye söylenmez.
Barışın "b"sini ağzına aldığında bütün bunları baştan göze almak, düşünmek gerek. Barış sözcüğünün tamamladıysan eğer, düşünmek de yetmez.
Sorumluluklarını yerine getireceksin.
Nadi Öztüfekçi
11 Haziran 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Lütfen hakaret içeren yorumlar yazmayın.