Ancak, bu -belki de herkesçe kabul edilen- basit saptamanın nasıl bir sonuç verdiği konusunda çok farklı düşünceler var.
Bambaşka, birbirine ters bir çok düşünce...
Belki de bu aşamaya nasıl gelindiği yeteri kadar tartışılmadığından olsa gerek.
Örneğin, anti-emperyalist mücadelenin artık bittiğini söyleyen ya da ima edenler az değil.
Daha ilginci, Küresel Sermayeyi sektörel bir farklılık üzerinden tanımlayıp, bildiğimiz, o eski savaş çıkaran, insani olmayan sermaye türüne karşı ittifak yapılabilecek, yeni bir sermaye türü olarak görenler bile var.
Yazıyı bu noktadan derinleştirmek istemiyorum.
Zira bu yazıda söylemek istediklerim farklı.
O nedenle kısaca kendi düşüncelerimi belirtmekle yetineceğim.
Bana göre Emperyalizm hala var. Küresel Sermaye ile giderek bütünleşen, küreselleşmenin önündeki engelleri gerektiğinde zor kullanarak kaldıran, -belki de “Küresel Kapitalizm” olarak adlandırmamız gereken- Küresel Sermayenin militan, örgütlü ve öncü gücü olarak Emperyalizm, hala var.
Evet, Sermayenin Küreselleşmesinin vardığı bu noktada anti-emperyalist mücadele aynı zamanda anti-kapitalist mücadeledir.
Yani Emperyalizmin Ortadoğu'daki müdahalelerine karşı mücadele ederken, aynı zamanda Küresel Kapitalizmin Dünyayı kendi gereksinim ve çıkarları doğrultusunda yapmak istediği formatlamaya da karşı çıkılmış oluyor. Yani Kapitalizme karşı da mücadele edilmiş oluyor.
Ya da ülkede taşeronlaşmaya karşı yapılan grevler ya da kıdem tazminatları konusunda yapılan mücadele, aslında Emperyalizmin ülkemize dayattığı çalışma koşullarına karşı yapıldığından aynı zamanda Emperyalizme karşı mücadele oluyor.
Ve bu yüzden bu karşılıklı etkileşim çok önemlidir, derinlemesine irdelenmesi gerekir.
Ben yine de yazının ana konusu olan, sermayenin küreselleşmesinin ve ulusal pazarların, ulusal burjuvazilerin yok olmasının en önemli sonucu olan 'Emekçi Ulusların' ortaya çıkışı üzerinden tartışmayı sürdürmek istiyorum.
Emekçi ulusların ortaya çıkışı yeni bir süreçtir. Önceki ulusların yapısal anlamda değişikliğinin sonucu, o ulusların evrim süreci geçirmiş bir devamıdır.
Hala işleyen bir süreçtir.
Bu süreci, ulusların ortaya çıkışının derinlemesine bir analizinden, emekçi ulusların ortaya çıkışına varan bir sıralamayla tartışmak en sağlıklısıdır.
Bir sosyal medya paylaşımına okunmasını zorlaştıracak bir uzunluk katmak istemesem de olabildiğince kısa tutarak değinmek gerekiyor..
Bir ulusun oluşmasında var olan etmenleri -çok özetle- iki gurupta ele alabiliriz.
İlki; ortak tarih, kültür, dil vb. gibi -ortak düşünce ve davranışların oluşmasında katkıda bulunan- bilinçle ilgili etmenler diğeri; bir yurt ve ulusal pazar gibi maddi ve coğrafi ortaklık (paydaşlık değil) gibi etmenler…
Ortak yurt ve ortak pazar birbirine bağlı, birbirinden etkilenen iki kavramdır ve Coğrafi, tarihsel ve kültürel şartların yardımıyla da olsa burjuvazi tarafından oluşturulmuş, etnisiteleri “ulusa” dönüşmesinde en önemli, belirleyici, tamamlayıcı unsurlardır.
Bütün bunlara karşın ulus bir süreç sonucu oluşur.
Ortak vatan ve ortak pazar her ne kadar burjuvazi tarafından denetlense de süreç işledikçe kendiliğinden kader birliği oluşturur.
Burjuvazi için hakim olacağı, nimetlerini kimseyle paylaşmak istemediği bir pazar ve meta kaynağı olan yurt, emekçi çoğunluk için başını sokacağı, kendini yeniden üreteceği, yaşamsal kaynaklarını bulacağı evi, yaşam havzası olmuştur.
Burjuvazi için müşteri, iş gücü, asker olan ulus, emekçi çoğunluk için etnik köken gözetmeksizin, birçok ortak değeri paylaştığı, aynı evde(yurt) birlikte yaşamak zorunda olduğu ailesiydi.
Ancak burjuva hegemonyası hiçbir zaman bu kavramların kendi çıkar ve gereksinimleri dışında kullanılmasına izin vermemiş kendi tanımlarını ve kendi değerlerini egemen kılmıştır.
Burjuvazi, ulus ve yurt ilişkisinin yakın zamana kadarki seyrini bir benzetmeyle şöyle tanımlayabiliriz.
Anayurda büyük bir kıskançlıkla ve bencillikle sahip çıkan burjuvaziyi hoyrat ve despot bir baba olarak düşünürsek, büyük bir özveriyle bağrında yaşayan, eskisi, yenisi demeden, kurdu, kuşu, böceği, ağacı, denizi, deresi demeden, insanı, hayvanı, bitkisiyle tüm canlılara sahip çıkan vatanı da ana olarak düşünebiliriz.
O vatanda yaşayan geniş kesimleri de, o hoyrat ve despot babanın sömürdüğü, ananın (vatanın) namusunu koruma adına ölüme yolladığı, gerektiğinde hapis yatırıp öldürdüğü evlatlar yani ulus olarak düşündüğümüzde ulusların oluşumundan bu yana, bu ilişkinin seyrini çok kabaca aile benzetmesi üzerinden tanımlayabiliriz.
Despot ve hoyrat baba, çileli ve şefkatli ana ve evlatlar; yani burjuvazi, vatan ve ulus…
Çok doğal olarak sonuna kadar böyle gidemeyecek bir ilişki…
Böylesi bir ilişkinin total tanımı kapitalizmin kendisidir.
Sermayenin yurda ve ulusa olan ilgisinin temelinde müşteri, işgücü vs. kısacası kar yani kapitalizm yatar.
Kapitalizm doğası gereği dışa dönüktür.
Yani babanın (burjuvazinin) gözü hep dışarıdadır. Büyük bir bencillikle yurda ve ulusa sahip çıkarken aynı bencillikle sınıfsal çıkarları için yurdu ve ulusunu satmaya hazırdır.
Ulusun bekası, yurdun bölünmezliği üzerinden pompaladığı tüm şovenizmine karşın ülkenin yaşamsal kaynaklarını, ulusun güvenliğini, geleceğini uluslararası sermayeye pazarlar. O sermaye ile bütünleşme eğilimindedir.
Bu yüzden Küresel Kapitalizmin gelişmesinin etkileri her zaman bu pazara yansımıştır.
Aslında bir yurt üzerinde oluşan bir “ulusal pazar” hiçbir zaman tam anlamıyla ulusal olamamıştır. Küresel Kapitalizm içsel gelişmeleri; ulus, vatan ve sermaye(burjuvazi) ilişkisinin gelişim ve değişimini, bir dış etmenden daha çok, içsel bir olgu olarak etkilemiştir.
Ancak bu etkileşim artık öyle bir aşamaya gelmiştir ki, bu ilişki artık niteliksel bir değişime uğramıştır.
Bu değişim, ulusun da, yurdun da, sermayenin(burjuvazi) de artık bildiğimiz gibi olmadığını, yeniden tanımlanmasını gerektiriyor.
Vatan ya da yurt dediğimiz şey de bir ulusal pazar olmaktan çoktan çıkmıştır.
Artık tüm dünya ortak pazar haline gelmiştir.
Ortada burjuvazi için sahiplenilecek, diğer ülke sermayesinden kıskanılacak bir pazar kalmadığına göre ne savunulacak bir yurt, ne de bir arada tutulması gereken bir ulus vardır.
Aslında, her şeyden önemlisi, ortada bütün bunlara sahip çıkacak olan burjuvazi yoktur.
Yukarıda bir aile benzetmesiyle tanımladığımız bu ilişkide baba aileyi terk etmiştir.
Genellikle aileyi anne terk ettiğinde söylenir ama bu örnekte; baba kocaya kaçmıştır.
Küresel sermayenin koynuna kaçmış ve onunla bütünleşmiştir.
Yani sermaye -ortaya çıkmasında bizzat belirleyici rol oynadığı- ulusun bir parçası olmaktan çoktan çıkmış, küresel hegemonyanın bir parçası olmuştur.
Sermaye artık ailenin (ulusun) bir parçası olmadığına göre anne(yurt) ve evlatlar (ulusun emekçi kesimleri) kendi başlarınadır.
Geriye emekçi uluslar kalmıştır.
Emekçi Uluslar herhangi bir etnisiteye dayanmadan, sadece kültürel ve tarihi bağlarla değil, aynı zamanda kader ortaklığı olan, birlikte yaşamak zorunda olan, şu an ortada kalan insan kitleleridir.
Bu yeni bir durumdur.
Bu durumu ister “Emekçi Ulusların ortaya çıkışı”, ister “Ulusların Emekçileşmeleri” olarak tanımlayın, eğer ulusların artık yok olduğunu iddia edemiyorsak, demek ki “Emekçi Uluslar” günümüzde artık bir olgudur.
Yok oluncaya ya da yerine yeni bir olgu gelinceye kadar –ki böyle bir aşamaya süre ya da garanti verilemez- bu olguyu dikkate almak zorundasınız.
Yapacağınız tahlillerde, yurttaşlık, yurtseverlik, ulusdaşlık, ulusçuluk, ulusalcılık gibi kavramların tanımlarında emekçi ulus olgusunu, onu ortaya çıkaran süreçleri ve bu süreçlerin diğer sonuçlarını hep dikkate almak zorundasınız.
Örneğin;
Artık yurtlar ulusal burjuvazinin bir ortak pazarı değil, ama emekçi ulusların hala yurdu.
Peki, bu yeni durumda yurt nedir..?
Yurtlar emekçi ulusların barındıkları, uzun yıllardır bütünleştikleri, coğrafyalardır. Sığınacakları, başını sokacakları, kendilerini yeniden üretebildikleri tek yerdir.
Ellerinden alındığında ise bugün Suriyelilerin vatandaşlığı hakkında lehte ya da aleyhte yapılan benzeri kampanyaların konusu olurlar.
Bu anlamda ulus kavramı ve yurt kavramı tarihte hiç olmadığı kadar birbiriyle bütünleşmiştir.
Ulusdaşlık ve yurttaşlık da öyle…
O yüzden yurtseverlik, artık adından bile söz edilemeyecek olan bir ulusal pazarı sevmenin değil;
deresi, ormanı, havası suyu kuşu böceği ve emekçi insanı ile birlikte yaşamak iradesini göstermesinin ifadesidir.
Şu günlerde yurtseverlik hakkında sorumsuz, cahilce sarf edilmiş söylemleri duydukça ürperiyor, bir o kadar da hayret ediyorum.
Yurtseverlik için; olmayan bir ulusal burjuvazinin, olmayan bir “ulusal pazarını sevmek” suçlamasını yapmak ne demektir?
Yurtlar etik anlamda orada yaşayanlara aittir. Sermayenin onu meta olarak görmesi, sermayenin ayıbıdır.
Parsellemesi, betonlaması, yaşamsal kaynaklarını tahrip etmesi ve nihayet pazarlaması rıza gösterilmesi gereken bir oldu bitti değil, aksine mücadele edilmesi gereken bir durumdur.
Yurtseverlik; çevre savaşının da, sınıf kavgasının da ayrılmaz bir parçasıdır.
Bu süreci tanımlarken ülkemiz koşulları ve sorunlarını baz alarak genelleme yaptık.
Emekçi Anadolu Ulusu* kavramı da yine ülkemiz üzerine yaptığımız irdelemelerin sonucu ortaya çıktı. (Bkz: Hey Koca Yurt ve Ne bu yurdu sevmekten.... yazıları...)
Ancak Avrupa'da son günlerdeki toplumsal gelişmelere biraz dikkatli bakarsak bu sürecin orada da aynı temelde işlediğini görürüz.
Küresel Kapitalizmin sömürüyü -gelişmiş veya gelişmemiş fark etmeksizin- tüm ülkelere yayması ve derinleştirmesinin tetiklediği bir süreç bu.
Bu süreç tüm pazarları birleştirip, kaynaştırıyor ve doğal olarak ulusal pazarları da bünyesinde eritiyor.
Bu pazarlar arasında çalışanlar ve ufak sermaye grupları için ülkenin gelişmişliğine paralel olarak ayrıcalıklı olan pazarlar da var.
Küresel Kapitalizm bu pazarları kaynaştırıp, bünyesinde eritirken çok doğal olarak ayrıcalıkları da yok ediyor.
Yani gelişmiş ülkelerde de emekçi ulusların oluşması söz konusu.
Bu sürecin bize şoven görünümlü ilk yansımalarına kanmamak lazım… Avrupa ülkelerindeki sağ partiler bu sürecin asıl tetikleyici etkeni olan, Küresel Kapitalizmin gelişimini içselleşmesini göz ardı ederek, kendileri için daha kolay siyasi rant alanı olan şovenizmi pompalıyorlar.
Sorunu mülteci karşıtlığı, İslamofobi, vb. üzerinden gündeme getirerek, Küresel Kapitalizm etmenini gizlemiş oluyorlar.
Ne yazık ki Avrupa sosyalistleri de aynı aymazlık içinde.
Tüm dünyada yaygın bir moda olan, solculuğu ve sosyalist mücadeleyi etik bir mücadele alanı olarak görmekten vazgeçtiklerinde bu mücadelenin özünün sınıf mücadelesi olduğunu anladıklarında sağcı, faşist partilere siyasi rant alanı kalmayacaktır.
Şu an Küresel Kapitalizmin eşitsiz gelişiminin ve vatandaşı oldukları ülkelerinin de dahil olduğu Emperyalist müdahalelerin açtığı mültecilik gibi bir insani yaraya merhem sürüp, üflemekle yetiniyorlar.
Kapitalizme ve kendi emperyalist devletlerine karşı mücadele etmiyorlar. (Aynı tavrı Türkiye'deki müsveddeleri de gösteriyor)
Ama tıpkı “enerjinin sakımı kanunu” gibi sınıf kavgasının da sakımı kanunu var.
Sınıf kavgası bilinçlerde ne kadar törpülense yaşamdaki varlığı yok edilemiyor.
Fransa, İngiltere, Almanya, Belçika gibi ülkelerde emek hareketleri ve grevler kendini gösteriyor.
Avrupa’da ABD ile AB arasında imzalanması planlanan Transatlantik Serbest Ticaret ve Yatırım Anlaşması’na (TTIP) karşı geniş bir mücadele yürütülüyor. Yakın zamanda Almanya’nın Hannover kentinde, sendikalar, küreselleşme karşıtı parti ve kurumlar, Transatlantik Anlaşması’na karşı on binler yürüdü.
Bunu şoven bir kalkışma olarak göremezsiniz. Aynı mücadele Avrupa’nın değişik ülkelerinde birlikte yükseliyor.
Bu ülkelerde de artık Emekçi Uluslar ortaya çıkıyor. Küresel Kapitalizme karşı varlıklarını korumaya çalışıyorlar...
ABD ile AB arasında imzalanması planlanan Transatlantik Serbest Ticaret ve Yatırım Anlaşması (TTIP) emekçilerin ulusal çapta direnişine yol açarken artık küresel sermayenin bir parçası olan ülkenin egemen sermayesi ve devletleri tarafından destekleniyor.
Yakında bütün Avrupa ülkelerini saracağını düşündüğüm bu direnişlerin iki önemli özelliği var; ulusal ve emek tabanlı...
Yani tam anlamıyla Emekçi Ulusların direnişi...
Emekçilerin bu dinamizminin Avrupa sosyalistlerini de etkileyecektir.
Ben bu ülkelerde yükselen mücadelenin önemli bir potansiyeli barındırdığını düşünüyorum.
Emekçi tabanları şovenizm ve budunculuk bataklığına düşmelerini engelleyecektir.
Küresel Kapitalizm gibi ortak düşman, Emekçi Ulusların ortak mücadelesini de getirecektir.
Bu ülkelerde işçi sınıfının örgütlü ve güçlü olması, ötesi bilinçli olması Emekçi Ulusal bilincin gelişimini kolaylaştırıyor, hızlandırıyor.
İşçi sınıfı mücadelesinin aşama kaydetmiş, örgütlü ve güçlü olduğu AB ülkelerinde Emekçi Ulusal bilinç giderek yükselirken bizim gibi ülkelerde aynı kalkışmayı göremiyoruz.
Aksine Küresel Kapitalizmin etnik ve inanç temelli algı operasyonları, kışkırtmalar, askeri müdahaleler etkili oluyor.
Kışkırttıkları etnik ve inanç temelleri çatışmalarla kendilerine karşı ortak bilinç ve mücadele geliştirmesini engelliyorlar.
İşi sınıfları gelişmemiş olduğu için de bu müdahaleler etkili oluyor.
Ne yazık ki; tarihsel ve kültürel birikimi bakımından en fazla emekçi ulus potansiyeli taşıyan Emekçi Anadolu Ulusu bilincinin de gelişmiş olduğunu söyleyemeyiz.
Birçok nedeni var. Bu bilincin gelişmesinden ödü kopan kesimler var.
Böylesi bir bilincin gelişmesi Küresel Kapitalizmin, Ortadoğu'daki planlarıyla endeksli olan ülkemize yönelik hesaplarını alt üst edebilir.
Kapitalizme uyumlu İslamcılığı ile Erdoğan-AKP iktidarı ile Ümmetçilik ve Yeni Osmanlıcılık politikalarını yaşama geçirmesi bundan.
Ülkedeki emek örgütlerinin başına bir şekilde yerleşmiş kayyum kılıklı yöneticiler bu bilincin yerleşmesinde öncü görevini üstlenecek işçi sınıfını adeta zapturapt altında tutmaktalar.
Gelişmiş AB ülkelerinde Küresel Kapitalizmin; sermayenin serbest dolaşımı küresel çapta sosyal politikaların terk edilmesi yolundaki dayatmalarına karşı ayaklanırken Türkiye'deki emek örgütlerinin başındakiler bu potansiyeli bambaşka kaygılarla yedekte tutmaya çalışıyorlar.
Emekçi Anadolu Ulus bilincinin gelişmesinden ödleri kopuyor.
Ama korkunun ecele faydası yok...
Çünkü emekçi uluslarını ortaya çıkışının temelinde sınıfsal kaygı ve çelişkilerin yani sınıf kavgasının bizzat kendisi var.
Üstelik Emekçi Anadolu Ulusu ne kadar görmezden gelinse de fiili olarak var. On binlerce yıllık tarihsel geçmişiyle ulusal bilinci da var.
Eksik olan Emekçi bilinci...
Bu bilincin gelişmesinde öncü görevi yapacak olan işçi sınıfıdır. Onun Küresel Kapitalizme karşı kaçınılmaz olarak yapacağı yapmak zorunda olduğu sınıf mücadelesidir. Çünkü bu mücadele aynı zamanda ulusaldır.
Türkiye'deki emek örgütleri GATS ve TISA anlaşmalarına karşı mücadeleye yeteri kadar önem verselerdi bu bilincin gelişmesine önemli katkısı olacaktı...
Sözünü ettiğimiz Emekçi Ulusal bilincini sıradan milliyetçilikle karıştırmamak gerekir.
Ya da Türk, Kürt veya herhangi bir etniseteye dayanan ulusalcılıkla da bir tutulamaz.
Türk Ulusalcılığı "misakı milli sınırlarında yaşayan herkes Türk'tür" söyleminin arkasına saklanarak budunculuğunu gizleyemiyor.
"Türk" ulusunun tarihini oğuz boylarına, Horasan'lara dayandırıp, Cumhurbaşkanlığı forsunda 16 Türk Devletini temsil eden yıldız bulundurursan, yetmedi Külliye'de bu minvalde şovenist şarlatanlıklar yaparsan "Türk Budunculuğundan" kurtulamazsın.
Aynı şekilde Kürt Ulusalcılığını da Küresel güçler eşliğinde "Pankürdizim"e endekslerseniz, örneğin Rajova devriminde yaşayanlarının sürgün edildiği topraklara strateji gereği el koyarsanız buradaki budunculuğu da "ezilen ulus" olmak gerekçesinin arkasına saklayamazsınız.
Ayrıca Emekçi Ulusal bilinç "ulusal(cı)" kelimesi ile de pek uyuşmaz.
Sınıfsal bir tabana dayandığı için adil koşularda, gönüllülük ve Emekçi Ulusların Kardeşliği temelinde Emekçi Dünya Ulusunun nüvesini taşır.
Ancak o aşamaya kadar Küresel Kapitalizmin çıkar ve gereksinimleri doğrultusundaki planları adına etnik temelli parçalanmaya karşı direnç oluşturacaktır.
Zaten Emekçi Ulusal bilinç, ulusal bekadan daha çok ulusal direnişi ifade eder.
12 Temmuz 2016
Nadi Öztüfekçi
(*)
"Benim ulusum;
tek bir etnisiteyle adlandırılamayacak kadar büyük;
bilinen hiçbir tarihle başlatılamayacak kadar kadim;
tek bir canlı türüyle sınırlanamayacak kadar geniş;
Yaşamın düşmanlarını, kirletenleri, metalaştıranları, satanları, betonlayanları, ezenleri, sömürenleri, despotları, patronları, ağaları, aşiret reislerini, şeyhleri, kanaat dayatıcılarını bünyesinde barındırmayacak kadar ari bir ulus."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Lütfen hakaret içeren yorumlar yazmayın.