Mehmet Taşı'ın izmirizmir.net'de yayınlanan "MARKS, MARKS'IN İNTİKAMI VE BEN" adlı yazısına yanıttır.
Bir televizyonda Cem Yılmaz’la yapılan sohbet programını izlemiştim. Konu, gösterilerinde sıkça dile getirdiği ünlü “havuz problemleri” esprisine geldi. Cem Yılmaz, işinin sonuçta gülmece olduğunu, havuz problemleriyle bir problemi olmadığını, havuz problemlerini kendisinin de çözdüğünü, hatta iyi de çözdüğünü söylemişti. Eminim ki iyi çözüyordur. Sonuçta zeki bir insan... Öyle ya, o kadar espriyi, hem de doğaçlama, art arda sıralamak kolay olmasa gerek.
Havuz problemlerini ben de iyi çözerdim. Ama aramız da temel bir fark var. Cem Yılmaz’ın o problemleri çözebilmesinde ki temel faktör zeki olması, benim ki ise daha çok, “havuz taşmasın” kaygısıydı. Bu, açıkçası tüm yaptıklarımda, tüm uğraşılarımın da temel kaygısıydı. Yeteneklerimi zorladı, gayretimi kamçıladı. Havuz taşmasın kaygısı zamanla gelişti, insanlar eşitlik ve demokrasi içerisinde yaşasınlar, sömürü olmasın, haksızlık, baskı, zulüm olmasın kaygılarına dönüştü. Bu kaygılar da değişime ve gelişime uğradı. Zaman zaman öncelik sıraları değişti bazen bir kaygı, diğerleriyle çelişti, geçerliliğini yitirdi, yeni yeni kaygılar eklendi.
Aynı kaygıları olan insanlarla yollarımız kesişti. Birlikte aynı kaygılar üzerinden yol arkadaşlıkları… Kaygıdaşlıkların, yoldaşlığa dönüşmesi… Derken yol kazaları, sonra yeni kaygılar… Geçersizleşen kaygılar…
Kaygılar içinde yürütülmeye çalışılan yaşamlarımız bizler için zorlu bir uğraşa dönüştü. Kaygılar biriktikçe omuzlarımızdaki ağırlıkları arttı, yaşamımızın başlangıcında yeteneklerimizi kamçılayan, gayretimizi zorlayan kaygılar zamanla bizi yordu. Kaygıdaşlıklar yorgunluklarla yenildi.
Kendisinden başka hiçbir şey için kaygı duymayanların devri başladığında bizler modası geçmiş kaygılarıyla simbiyosis oluşturmuş birer dinozora dönüşmüştük. Kaygılarımızı büyütüp, kaygılarımızdan besleniyorduk. Bizi biz yapan bu kaygılarımızdı. Her ne kadar bu kaygılarımızı omuzlayacak kaygıdaşları yeteri kadar çoğaltamasak, aksine mahirliğimizi, var olanları kolayca harcamakta göstersek de çoğumuz kaygılarıyla hep onur duydu.
Açıkçası ben de kaygılarıyla onur duyanlardanım. Yaşamımın başında havuz problemlerini kolayca çözmemi sağlayan o “havuz taşmasın kaygısı”, ilerleyen zaman da özellikle kişisel problemlerimi çözmekte bana zorluk çıkarttı. Birçok özel problemimi çözerken beceriksiz ve atıl kaldım. Örneğin aynı kaygının bana kazandırdığı yetilerle 4 defa girdiğim üniversite yerleştirme sınavlarında hep yüksek puanlar alıp iyi fakültelere kayıt hakkı kazanmama rağmen, yine o kaygıyla hiçbir yüksek okuldan mezun olamadım. Yaşamım da yarım kalan, ya da eksik olan birçok şey, beceriksizliklerim, hatalarım ya da tembelliğimin yanında, taşıdığım o kaygı yüzündendir.
Eminim ki birçok dost ve arkadaşımız da aynı kaygıyla hak ettiği birçok şeyden yoksun kalmıştır. Bugün birçok dostumun, -ilerlemiş demeye dilim varmıyor- kemale ermiş yaşlarına, halen devam ede gelen birçok sorunlarına rağmen bir şeyler yapmaya çalışmaları da hep o kaygıdan… Hala ülke ve dünya üzerinde yaşananları herkesten farklı bir şekilde izlemeleri, bir birleri ile sürekli tartışmaları da işte o kaygıdan. “Aman havuz taşmasın…”
Kendi adıma onca kaygıyı taşımaya yeltenmemden ne kadar onur duyuyorsam, bu kaygıyı taşıdığına inandığım dostlarıma da o denli saygı duyuyorum. Mehmet Taş arkadaşımız da işte bu anlamda saygı duyduğum dostlarımızdan... Biraz sonra irdelemeye çalışacağım yazısında belirttiği üzere Desai’nin kitabı (hayaleti!) ile birlikte Highgate'e, Marks’ın mezarına kadar gitmesinin, feryat figan o "yazıyı"yazmasının altında yatan nedenlerden birinin, hepimizin taşıdığı o “havuz taşmasın kaygısı” olduğuna inanıyorum.
Yazının başında dile getirdiği Marksa olan bağlılığını da, her ne kadar benim için abartılı da olsa samimi buluyorum. Benim için abartılı. Zira ben kişilere o denli hayranlık duyamıyorum. Marks benim için insanlık ve yaşam adına, onların gelecekleri adına, emek sınıfının öncülüğünde verilen kavganın yöntem ve ilkelerini koyan kişi. İdealler için verilen kavgayla, bilimsel gerçekliği bağdaştıran ve bunu yöntemselleştiren bir düşünce adamı. Ama ben yine de kavganın kendisine daha fazla hayranlık duyuyorum. Yakın zamanda yazdığım gibi Marksın taraftarı değilim Marksın söylediklerinin –bildiklerim sınırında- taraftarıyım. Yani bilimsel gerçekler olduğunu düşündüğüm şeylerin… Marksa olan sevgim, söylediklerinden sonra gelir. Marksı sevdiğim için düşüncelerini benimsemem aksine düşüncelerini benimsediğim için Marksı severim. Bu yazdıklarımı, daha önce böylesi yazılarım için kendimce önsöz mahiyetin de olan bir önceki yazımda belirtmiştim aslında. Mehmet Taş’ın Desai’den yaptığı alıntı ve yazının hemen genelinde hissedilen; “Marksın ileri dönemlerinde, ilk söylediklerinin aksine neredeyse kapitalizmin hayranı olduğu” tezi, burada da tekrarlamama neden oldu.
M.Taş’ın alıntısında Desai; "Marks 1858'lere kadar radikal bir söylem geliştirdi. Araştırdıkça çok farklı alanlara yöneldi. Daha sonra bunlara geri dönmedi." diyor. Tabii “bunları inkâr da etmedi” demiyor ya da diyemiyor. Arkasından devam ediyor; "ileri burjuva üretim ilişkilerini geliştiren İngiliz şirketlerinin ve İngiltere’nin yayılmasını da destekledi".
Bir Marksolog değilim, bunun aksini kanıtlayamayabilirim yani Marks gerçekten bunu desteklemiş de olabilir. Ama İngiltere’nin ve İngiliz şirketlerinin yayılmasının Dünya coğrafyasının değişik yerlerinde ve o günlerden bu yana değişik zamanlarda yarattığı acıları, yarattığı adaletsizliği biliyorum.
Örneğin Marksın yaşadığı o dönemler de İngiltere'nin kolonyal dönemden beri sömürgelerinden biri olan Jamaika’da, şeker kamışı işletmelerinin yaptığı haksız tarla gasplarını, buna karşı yapılan gösterilerin kanlı bir şekilde bastırıldığını biliyorum.
İngiltere ve İngiliz şirketlerinin yayılabilmesi, Mısır’dan ucuz pamuk alabilmek adına yine o dönemlerde Ticaret Bakanı olan Joseph Chamberlain gibilerinin telkinleri ile Mısır’da “Mısır, Mısırlılarındır” sloganları ile yönetimi ele geçiren milliyetçiliğe dur(!) demek üzere yapılan Mısır’ın işgalini biliyorum. Sonraki isyanları, Arap coğrafyasında ki dökülen kanları biliyorum. Hani Desai biraz daha ileri gitse, Ticaret Bakanı Joseph Chamberlain’in Marks’tan etkilendiğini falan yazacak neredeyse. Ama asıl ilginç olan M. Taş arkadaşımızın bunun doğru olup olmadığını Marks’a sorup kendisinin verdiği cevap.
M. Taş arkadaş; “Neden olmasın? Çünkü Marks, insanlık tarihinin büyük dönüşümlerini araştırıyordu. Tarihin, bilimin astronomuydu. Bir üretim ilişkisi, yayılabildiği son sınıra kadar yayılma dinamizmine sahipken, onu hiç kimse durduramaz. Yayılması ne kadar çabuk olursa, daha ileri toplumsal yapının oluşum süreçleri daha hızlı oluşur diyordu. Bunları da ondan öğrendim. O her zaman benim tek düşünce kaynağımdı. “ diyor. Buradan hareketle daha ileri bir toplumun (komünist toplum olsa gerek) oluşması için kapitalizmin yayılmasının desteklenmesine vardırıyor.
Benzer düşünceler Nabi Yağcı’nın Neşe Düzel’le yaptığı röportajda da dile getiriliyordu. Henüz Taraf’a geçmeden verdiği bir röportajdı. Bir anlamda CV niteliğindeydi ki kısa bir süre sonra Taraf’ta yazmaya başlamıştı. O röportajda Nabi Yağcı bir soruya cevap verirken; “Bir Marksist olarak benim kapitalizmin gelişmesini desteklememden doğal bir şey olamaz” diyordu. “ Çünkü kapitalizmin gelişmesi, işçi sınıfın gelişmesi demektir.” Belki bir iki nüans farkı olabilir ama aklımda kaldığı kadarı ile cevap böyleydi. Bu minvalde söylemlere çok rastladım. Bence Ömer Laçiner’in sözünü ettiği solun kırılma noktası tam da burada. Öyle ulusalcılık ta, özgürlükçülükte falan değil. Asıl kırılma noktası kapitalizme bakışta. “Burjuva üretim ilişkileri”nin gelişmesini destekleyip desteklememekte… Neyse… Biz yine Mehmet Taş’ın yanıtına dönelim.
M. Taş Marks için “Tarihin, bilimin astronomuydu” diyor. Ama “Filozoflar dünyayı yorumladı, önemli olan onu değiştirmek” şeklindeki sözünün Marks’ın mezarında yazdığını söyleyen de M. Taş. Yani Marks’ın kapitalizmle ilgili yaptığı bir durum saptamasını, kapitalizmin yaşadığı bir sürece vurgu yapmasını, Marks’ın Kapitalizmin (burjuva üretim ilişkilerinin) yaygınlaşmasını, özellikle de İngiliz şirketlerinin yayılmasını desteklemesi anlamında olduğunu söylüyor. Marks’ın “Bir üretim ilişkisi, yayılabildiği son sınıra kadar yayılma dinamizmine sahipken, onu hiç kimse durduramaz” sözünü bir anlamda “bükemediğin eli öp” şeklinde algılıyor.
Tarihte ki birçok felaket, yol açtığı acılar ve yok ettiği değerler yanında, bazı iyi şeylere de yol açmıştır. Örneğin savaşlar, onca ölüm ve yıkıma karşın kültürel etkileşim ve bilginin yayılmasına da neden olmuştur. Ama hiçbirimiz, bu gerçeği bilsek bile savaşların desteklenmesi ya da genişletilmesi gerektiğini düşünmeyiz. Geçmişe ait birçok antik bulgu bu güne, o şehirlerin bir felaket yüzünden, ani terk edilmesi sonucu ulaşmıştır. Bir salgın, bir deprem, vs. sonucu terk edildiği için değişmeden kalabilmiş, bize geçmiş hakkında daha ayrıntılı bilgi verebilmiştir. Ama yine hiç birimiz salgın veya büyük depremlerin olmasını sevinçle karşılamayız.
Kapitalizm de tıpkı felaketler gibi insanlığa yaşattığı acılar yanında, gelişimine de katkısı olmuştur. Elbette insanlık adına olumlu yanları vardır. Ama kapitalizm bir bütündür. Her özelliği bir diğer özelliğinin sonucudur. İyi yanlarını bırakıp kötü yanlarını ayıklayamazsınız. Kötü yanlarını ayıkladığınızda iyi yanları da yok olur. Hiçbir iyi özelliği onun etik, insaf, ilke, sınır tanımaz yanını ve yıkıcı, yok edici yanını örtemez. Hiçbir iyi yanı, yaşama düşman, amacına varmak için hiçbir değere önem vermez özünü gideremez. Kapitalizm oluştuğu günden bu yana milyonlarca insanın ölümüne neden olmuştur. İnsanlığa büyük acılar, dünyaya, doğaya, yaşama tamir edilmez zararlar vermiştir.
Kapitalizm, bir elinde kendi yok oluş fermanını, bir elinde de insanlığın yok oluş fermanını taşır. İlk fermanı uygulayacak olan emekçi sınıflar, yaşamdan yana güçlerdir. Başaracaklarını umuyoruz. Başaramadıklarında yaşamın ve insanlığın sonu olacaktır. Bunun için Marks’ın okunmamış ciltlerine başvurmak gerekmez. Ekolojik yok oluş süreçlerine, bu konuda bilim adamlarının bilimsel raporlarına bakmak yeterli. Sadece yeterli değil, gerekli de… Üstelik dünyanın yok oluş süreci Kapitalizmin büyüme ve yaygınlaşmasından alabildiğince etkilendiği halde ona endeksli değil. Bu süreç kendi bağımsız işlevselliğini sürdürüyor. Örneğin dünyanın ısınma süreci artık geri dönülmez safhaya girdi. Kutuplarda her saniye kopan buzul parçalarının yerine yapışmasına artık imkan yok. Ve Kapitalizmin buna çözümü yok. Sadece kopan buz kütlelerini –örneğin viski bardaklarında kullanılmak üzere-pazarlayabilir. Küresel ısınma –artık geri dönülmez aşamada- geometrik dizi kurallarında artarken, ABD’nin Flora karbon gazı üretimini durdurmak için verdiği süre 40 yılın üzerinde. Yani “, daha ileri toplumsal yapının oluşum süreçleri” tamamlanmadan, dünyanın yok oluş süreci tamamlanabilir.
Mehmet arkadaşımızın Marks’a sorup da kendi verdiği yanıt şöyle bitiyor. “. O her zaman benim tek düşünce kaynağımdı.” Saygı duyuyorum. Ama kendi açımdan baktığımda ise… Hiçbir kişi ve düşünce sistemi “düşüncelerimin tek kaynağı olamaz” benim için. Ben düşüncelerimin yaşamla bütünleşik olabilmesi için yaşamın bana sunduğu tüm kaynaklardan beslenmesini isterdim doğrusu. Aksi durumda; hani Kuran’ın ayet numaralarında şifreler arayan, şu bigudili saçlı şarlatan, Ömer Çelakıl konumunda buluruz kendimizi diye düşünüyorum.
M. Taş arkadaşımız “…Berlin Duvarı yıkılıp Moskova düştükten sonra kendimi diri diri mezara gömülmüş gibi hissettim uzun zaman. Çok kızmıştım…..” diyor yazının devamında… Anlayabiliyorum. Aynı duyguları bende yaşamıştım. Ama benim Marks’ın heykeline sorma imkanım yoktu. Oysa Taş; heykele bakarak Marks'a, “ "Rusya'da devrim için koşulların hazır olmadığını" söyledin mi söylemedin mi?” diyerek soruyor.
Desai’nin hayaleti veya rüzgarın marifetiyle kitabının sayfaları bir bir açılıp ve Marks’ın bir Rus yoldaşına yazdığı mektupta "Rusya'da devrimin hazır olmadığını açık bir bicimde belirttiği" sayfada duruyor. Yani 1917 Devrimi bir anlamda Marks’a rağmen yapılmış oluyor.
1883 de ölen Marks, bu mektubu ömrünün son yıllarında yazmış bile olsa, en az 34 yıl sonrası için kehanette bulunuyor. Mektubun içeriği nasıldı bilemiyorum ama Marks’ın o günün koşullarından söz ettiğini düşünüyorum. 34 yıl sonrası için değil… Her halde Marks; “bakın en az 75 yıl devrim mevrim yapmaya kalkmayın, koşullarınız uygun değil. Hele Lenin diye bir adam ortaya çıkarsa ona hiç itibar etmeyin.” dememişti.
Hatası ve sevabı ile Ekim devrimi tarihin önemli bir basamağı, bir aşamasıydı. İster Marksizm’den bir sapma, isterseniz bir inkar olarak değerlendirebilir ve bunu tartışabilirsiniz ama Marksizm’den etkilenmediğini, Marksizm’in bir sonucu olmadığını söyleyemezsiniz. Dahası Ekim Devrimi’nin bir dünya felaketi olduğunu iddia edemezsiniz. M. Taş dostumuz Desai’den yaptığı, kendisinin de büyük bir coşkuyla onayladığı alıntılar da Ekim Devrimi, tarihin emekten ve işçilerden yana olan doğal akışının önünü kesen bir felaket ilan ediliyor. Lenin’de devrimin önderi olarak bir suçlu oluyor.
Bence haksız bir yargılama bu. Olumlu veya olumsuz yaptıklarından daha çok, “eğer Ekim devrimi olmasaydı, gerçekleşebilecek olası iyi şeyler” üzerinden bir yargılama. Varsayımlar üstüne kurgulanmış bir iddianame adeta. Desai, tarihin akışını mükemmel kurgulanmış bir domino dizgisi ile bir tutuyor sanki. Ekim devrimini de bu dizginin ortasına Lenin tarafından atılmış bir taş olarak görüyor. Marks tarafından kurgulanıp dizilmiş akıp giden domino taşlarının tam ortasına Lenin 1917 Ekimi’nde bir taş atıyor ve o mükemmel kurgu bozuluyor, dominolar yanlış yönde yıkılmaya devam ediyor ve tarih yanlış mecralara akıp gidiyor. Halbuki kurguya göre en az 1989 ‘a kadar beklenmeli idi diyor Desai. Domino benzetmesi benim eklemem ama M. Taş’ın alıntılarında ki Desai’nin söylediklerini bence özetliyor.
Ekim Devrimi’nin -erken- olması M. Taş’ı o kadar öfkelendirmiş ki avazı çıktığı kadar bağırıyor “Leninizm, Marksizm'in bir devamı değil; Leninizm, Komünizm ve Bolşevizm, Marksizm'den bir sapmadır. Sovyetlerde kurulan her şey senin söylediklerinin tersiydi.” Leninizm ve Bolşevizm’i anladık diyelim. Komünizm..? Neyse sonra değinelim oraya… Lenin’in ve Ekim devriminin bana Türkiye’deki bazı mahkemeleri hatırlatan Desai’nin “varsayımsal iddianamesi” ile yargılanmasına gelelim.
Desai; “keşke Ekim Devrimi 1989 da, -yani Berlin duvarı yıkıldıktan sonra- olsaydı” diyor. M. Taş’ta “Ekim Devrimi, 1917'de değil de, 1989'da Berlin Duvarı’nın yıkıldığı zaman olsaydı, Sovyetler Birliği yıkılmayacak, Fukuyama tarihin sonunu ilan etmeyecek; Popper, Hegel'i totalitarizmin babası ilan etmeyecekti. …” diyerek açıyor. M. Taş dostumuz kusura bakmasın ama bu akıl yürütme “ …keşke çocuğunun ölümünden sonra doğsaydı, çocuğunun ölümünü görmezdi” gibi bir şey. Sovyetler Birliği de, Berlin Duvarı da Ekim Devrimi olgusunun bir sonucu. Ekim Devrimi olmasaydı ikisi de zaten olmayacağı için yıkılmayacaktı da. Temel bir hata ile başlasa da, yok varsayarak bu akıl yürütmeye bizde katılalım. Peki, Ekim Devrimi olmasaydı tarih kurgulandığı gibi mi gidecekti? Yani o mükemmel kurgulanmış domino dizgisinin orta yerine başka taşlar atılmayacak mıydı? Ekim Devrimi olmasaydı 1. Dünya Savaşının sonu nasıl biterdi acaba? Ya 2. Dünya Savaşının sonu..? Vietnam Savaşının sonu nasıl biterdi? Kaç tane Nagazaki ve Hiroşima yaşanırdı dersiniz? Ekim Devrimi olmasaydı Türkiye olur muydu sizce? TKP olur muydu? Ve Hatta “bu tarihte sende vardın” grubu olur muydu? Ekim Devrimi olmasaydı büyük bir ihtimalle M. Taş arkadaşımız da Marksizm konusunda bu kadar bilgili olamazdı.
Yazısının ilerleyen bölümlerinde sevgili arkadaşımız büyük bir coşku ile Sovyet Devrimine, sosyalizme saldırmaya devam ediyor. Belki bu yüksek duygusal yoğunluk yüzünden olsa gerek, “Leninizm, Komünizm ve Bolşevizm, Marksizm'den bir sapmadır.” diyerek Leninizm ve Bolşevizm’le birlikte üçlü suç çetesine dahil ettiği Komünizm’i, bu defa da “Leninizm, Marksizm'den bir sapmadır ve komünizmin ve komünistlerin mezar kazıcısıdır.”saptaması ile Leninizm’in mağduru konumuna sokuyor. Bu belki de teknik bir yanlışlık değil. Çünkü M. Taş komünizme karşı tavrının ne olduğunu belirlememiş kafasında.
Mehmet Taş ve Desai Komünizm karşısında ki bu ikircimli tutumu Sosyalizm karşısında netleşiyor. Her ikisi de sosyalizmden nefret ediyor. Sosyalizm deneyimlerinin Marks adına yapılmış olmasına karşı öfkelerine de; “Marks’ın söylediklerine tamamen ters bir devrim yapılmış.” diye belirtiyorlar. Çünkü Desai’ye göre Marks” …hiç bir zaman sanayinin devletleştirilmesini savunmadı. O, hiç bir zaman pazar ekonomisinin, merkezi planlamayla yer değiştirmesini söylemedi. İsçilerin yasam koşullarının geliştirilmesi için devlete bakmadı, hatta sosyalist devletten söz bile etmedi. Gümrük duvarlarının yandaşı değildi; hiç bir zaman komünist partisinin isçi sınıfına onculuk etmesi gerektiğini söylemedi. Ona göre, iktidarı devirmek için ayaklanma yapan bir parti Blankist'ti. Hayati boyunca ucan bir canlıya bile zarar vermedi”
Bu eleştiriler dikkate ve ele alınabilir ancak bir ideoloji veya bir düşünce sisteminin taraftarı olmak, yapacağın her şey için o düşünce sisteminden “yapabilirsiniz” onayı aramayı getirmez. Hatta koyu bir dindar, örneğin bağnaz bir Müslüman bile yapacağı her şeyi Kuran ve hadisler de aramaz. İran yönetimi bile yalnızca Kuran’ın yapın dedikleri üzerinden hareket etmez. Leninizmi Ekim Devrimi’nde Marks’ın yap demediklerini yapmakla suçlamak sizce ne derece mantıklı? Desai, Marks’ın “Pazar ekonomisi ile merkezi planlamayla yer değiştirmesini söylemedi” diyor. Peki, aksini söyledi mi? Bundan söz etmiyor. (en azından M.Taş’ın alıntıların da bu böyle) Demek ki “ekonominin; merkezi planlamayla yapılandırılması, (Sovyet Deneyimi ile birebir uyması gerekmez) ekolojik dengeleri hesaba katarak, kar değil de ihtiyaçların giderilmesinin asıl alınması, insan yaşamının, insanın gelişiminin, sağlığının, referans alınması” eğer Marks bizatihi “yapın” dememişse adeta günah. Zaten yapmak mümkün değil. Çünkü Desai Marks’ın söyleminden esinlenerek(!) Kapitalizm’i bir tanrı olarak görüyor. Kudretli, hiddetli, ödüllendiren ve cezalandıran, gücünün karşısında durmanın mümkün olmadığı bir tanrı… Öyle ki sanki Marks da onun peygamberi, Marksizm bir din, kendisi de rahip oluyor. Etrafına “Kapitalizm’i ya destekleyin ya da en azından kendi haline bırakın, hele mücadele etmeyi hiç düşünmeyin” vaazını veren bir rahip…
Yazıda Bolşeviklerin Marksizm’i bir din haline getirdiği söyleniyor ama bırakın Marksizm’in “yapma” dediklerini yapmayı, “yap” demediği bir şeyi yapmak bile adeta günah ilan edilerek büyük bir “Marksist sofuluk” sergileniyor.
Kapitalizm’in kolay yıkılmayacağını, Kapitalizm’in bu günkü gelişmişliğinde ve elinde tuttuğu teknoloji ve ona bağlı enformasyon olanaklarıyla, bunalımlarını eskisine göre daha kolay aştığını biliyorum. Ve bunu çok kişi biliyor. M. Taş arkadaşımızın sandığından çok fazla “Bolşevik Eskisi” de bunun farkında.
Asıl farkında olunmayan şey, Kapitalizm’in gelişmişlik düzeyindeki vardığı noktanın insanlığın ve dünyanın her türlü sorununa çözüm getirebileceğinin garantisi olmadığı. Niyeti olmadığı… En önemlisi birçok sorunun bizzat kaynağı olduğu… Ayrıca Kapitalizm’in bir ifadesi olan “Burjuva Üretim ilişkilerinin” getirdiği çözümlerin insanlığın büyük kesiminin lehine olacağının garantisi ise hiç yok. Kapitalizm sorunları bunca zamandır yaptığı gibi kendi lehine çözecektir.
Yazıda sürekli vurgulanan, Kapitalizmin, “yeryüzünün her kösesine yayılmak zorunda olduğu ve bunu gerçekleştirecek dinamikleri olması”, “her çeşit direnci kırabilecek” olması, bu niteliği ile uyum içresinde olmamızı mı, yoksa onun bu özelliğini dikkate almamızı mı gerektiriyor?
Öncelikle bu durumun, büyük coşku ve hayranlıkla karşılanacak bir durum olmadığını vurgulayalım. Kapitalizmin bu engelleri aşarken, tarihte ve yakın geçmişte ve günümüzde kullandığı yöntemleri hep birlikte görüyoruz. Irak savaşı, tam da “globalizmin sınırlarına kadar genişlerken” kullandığı bir dinamik. Bir milyondan fazla insanının öldüğü bir yaygınlaşma hamlesi… Libya’ya atılan bombalara yapılan özgürlük makyajı umarım bizi aldatmıyordur.
Kapitalizm gerçekten yaygınlaşmak zorunda ve bunun için dinamikleri var. Örneğin Benim yaşadığım Kozbeyli Köyü’nün 3 km uzağına termik santral kurmasının bir zorunluluktan olduğunu biliyorum. Bir yılda 200 000 ton kül üretecek olması, bir o kadar zehirli gazı havaya salması, bütün bir Bakırçay havzasını etkileyip ölüm yağdırması hep zorunluluktan... İhtiyaçtan değil, zorunluluktan… Zira rüzgar enerjisine çok uygun bir bölge ve başvuru halinde veya ÇED raporunu almış onlarca termik santral ihtiyacın çok üzerinde. Yani kar etme zorunluluğundan, kapitalizmin büyümek zorunda olmasından… Bunun için dinamikleri var. Her türlü masrafı karşılayıp bilirkişi heyetleri toplayıp ÇED raporu alabiliyorlar. Olmadı bir daha, yine olmadı bir daha… Çünkü paraları… Pardon dinamikleri var.
Benimse kömürü Güney Afrika’dan gelen, Gencelli Körfezi’nden çekeceği tonlarca deniz suyunu çekip, salarak çalışan soğutma sistemi ile deniz suyu sıcaklığını artıracak, denizdeki yaşam zincirini yok edecek termik santralın kurulmasına karşı mücadele etmem boşuna ve Marksizm’e karşı alınmış bir tavır.
Kurulması planlanan iki bini ruhsatlı, geri kalanı başvuru halindeki tam dört bin HES Türkiye’nin enerji ihtiyacı için değil kapitalizmin büyüme zorunluluğundan. O yüzden Anadolu’nun akarsularını borulamaya kalkışıyorlar. O yüzden binlerce yıllık yaşam zincirini kırıyorlar. Peki, mücadele etmenin yararı var mı? Yok, çünkü “kapitalizmin her türlü engeli aşacak dinamikleri” var. Üstelik karşı durmak Marksizm’e de aykırı(!)
Kapitalizm’in bu ölüm yürüyüşünü durdurma umudu bile suç, hele böylesi bir umudu, böylesi “sefil ve döküntü fikirleri” yaymaksa, bir utanç kaynağı…
Mehmet Taş; “Okudukça oturduğum bankta küçülüyordum, utancımdan küçülüyordum, ben de yalan yanlış umutlar yayanlardan biriydim. Sefil ve döküntü fikirleri yayan Komünist partisinin yılmaz bir neferi olduğumu hatırladıkça daha da küçülüyordum. Doğruldum, kitabi kapatıp hızla parkı terk etmek istedim. Kitap sevgim ve bu kitaba ilgim o kadar fazlaydı ki yapamadım, okumaya devam ettim.” Diyor.
Ne diyebilirim? Ne denilebilir? Belki, “yılmaz bir neferi” tanımını pek uygun bulmadığımı söyleyebilirim.
Ben insanlığın, emek güçlerinin, giderek yaşamsal zincirden koparıldığını duyumsayan işsiz, topraksız, malsızlaşan geniş yoksul kesimlerin, Kapitalizm bu amansız gelişimine, (belki Desai ve M. Taş için hayranlık verici) benim için bir insanlık felaketi olan bu gidişata dur diyeceğini umut ediyorum.
Nüfusunun giderek arttığı söylenen, yaşamsal varlığının giderek küresel sermayenin olur ve onayına bağlı olduğunu hisseden orta sınıfın da Kapitalizm’in bu gelişimiyle çelişeceğini düşünüyorum. Hem de sadece etik kaygılardan dolayı değil, varlığının tehlikede olduğunu farkına vardığından dolayı… Bence kapitalizm en büyük darbeyi en önemli dinamiklerinden alacak. Ama yıkıcı darbe emekçi sınıfın olacak. Bu düşüncelerim umut ve temenni olarak değerlendirilebileceğini biliyorum. Benim içinse öyle değil. İleriki zamanlarda ayrıntısı ile tartışmaya çalışacağım. Kendimce, kendi ölçeklerimde…
“Ey oradakiler! Hükümetin politik taktiklerini tartışmakla zaman kaybedeceğinize biraz da kapitalizmi tartışsanız nasıl olur! “ Haklısın Mehmet Taş arkadaş haklısın. Tartışalım. Kapitalizm gerçekten tartışmaya değer. Ayrı uçlarındayız gördüğüm kadarı ile. Üstelik sen bu işin okulunu okudun. Yani işim zor.
Ama ben de “havuz taşmasın” kaygısının erbabıyım.
Nadi Öztüfekçi
13 Eylül 2011
Bir televizyonda Cem Yılmaz’la yapılan sohbet programını izlemiştim. Konu, gösterilerinde sıkça dile getirdiği ünlü “havuz problemleri” esprisine geldi. Cem Yılmaz, işinin sonuçta gülmece olduğunu, havuz problemleriyle bir problemi olmadığını, havuz problemlerini kendisinin de çözdüğünü, hatta iyi de çözdüğünü söylemişti. Eminim ki iyi çözüyordur. Sonuçta zeki bir insan... Öyle ya, o kadar espriyi, hem de doğaçlama, art arda sıralamak kolay olmasa gerek.
Havuz problemlerini ben de iyi çözerdim. Ama aramız da temel bir fark var. Cem Yılmaz’ın o problemleri çözebilmesinde ki temel faktör zeki olması, benim ki ise daha çok, “havuz taşmasın” kaygısıydı. Bu, açıkçası tüm yaptıklarımda, tüm uğraşılarımın da temel kaygısıydı. Yeteneklerimi zorladı, gayretimi kamçıladı. Havuz taşmasın kaygısı zamanla gelişti, insanlar eşitlik ve demokrasi içerisinde yaşasınlar, sömürü olmasın, haksızlık, baskı, zulüm olmasın kaygılarına dönüştü. Bu kaygılar da değişime ve gelişime uğradı. Zaman zaman öncelik sıraları değişti bazen bir kaygı, diğerleriyle çelişti, geçerliliğini yitirdi, yeni yeni kaygılar eklendi.
Aynı kaygıları olan insanlarla yollarımız kesişti. Birlikte aynı kaygılar üzerinden yol arkadaşlıkları… Kaygıdaşlıkların, yoldaşlığa dönüşmesi… Derken yol kazaları, sonra yeni kaygılar… Geçersizleşen kaygılar…
Kaygılar içinde yürütülmeye çalışılan yaşamlarımız bizler için zorlu bir uğraşa dönüştü. Kaygılar biriktikçe omuzlarımızdaki ağırlıkları arttı, yaşamımızın başlangıcında yeteneklerimizi kamçılayan, gayretimizi zorlayan kaygılar zamanla bizi yordu. Kaygıdaşlıklar yorgunluklarla yenildi.
Kendisinden başka hiçbir şey için kaygı duymayanların devri başladığında bizler modası geçmiş kaygılarıyla simbiyosis oluşturmuş birer dinozora dönüşmüştük. Kaygılarımızı büyütüp, kaygılarımızdan besleniyorduk. Bizi biz yapan bu kaygılarımızdı. Her ne kadar bu kaygılarımızı omuzlayacak kaygıdaşları yeteri kadar çoğaltamasak, aksine mahirliğimizi, var olanları kolayca harcamakta göstersek de çoğumuz kaygılarıyla hep onur duydu.
Açıkçası ben de kaygılarıyla onur duyanlardanım. Yaşamımın başında havuz problemlerini kolayca çözmemi sağlayan o “havuz taşmasın kaygısı”, ilerleyen zaman da özellikle kişisel problemlerimi çözmekte bana zorluk çıkarttı. Birçok özel problemimi çözerken beceriksiz ve atıl kaldım. Örneğin aynı kaygının bana kazandırdığı yetilerle 4 defa girdiğim üniversite yerleştirme sınavlarında hep yüksek puanlar alıp iyi fakültelere kayıt hakkı kazanmama rağmen, yine o kaygıyla hiçbir yüksek okuldan mezun olamadım. Yaşamım da yarım kalan, ya da eksik olan birçok şey, beceriksizliklerim, hatalarım ya da tembelliğimin yanında, taşıdığım o kaygı yüzündendir.
Eminim ki birçok dost ve arkadaşımız da aynı kaygıyla hak ettiği birçok şeyden yoksun kalmıştır. Bugün birçok dostumun, -ilerlemiş demeye dilim varmıyor- kemale ermiş yaşlarına, halen devam ede gelen birçok sorunlarına rağmen bir şeyler yapmaya çalışmaları da hep o kaygıdan… Hala ülke ve dünya üzerinde yaşananları herkesten farklı bir şekilde izlemeleri, bir birleri ile sürekli tartışmaları da işte o kaygıdan. “Aman havuz taşmasın…”
Kendi adıma onca kaygıyı taşımaya yeltenmemden ne kadar onur duyuyorsam, bu kaygıyı taşıdığına inandığım dostlarıma da o denli saygı duyuyorum. Mehmet Taş arkadaşımız da işte bu anlamda saygı duyduğum dostlarımızdan... Biraz sonra irdelemeye çalışacağım yazısında belirttiği üzere Desai’nin kitabı (hayaleti!) ile birlikte Highgate'e, Marks’ın mezarına kadar gitmesinin, feryat figan o "yazıyı"yazmasının altında yatan nedenlerden birinin, hepimizin taşıdığı o “havuz taşmasın kaygısı” olduğuna inanıyorum.
Yazının başında dile getirdiği Marksa olan bağlılığını da, her ne kadar benim için abartılı da olsa samimi buluyorum. Benim için abartılı. Zira ben kişilere o denli hayranlık duyamıyorum. Marks benim için insanlık ve yaşam adına, onların gelecekleri adına, emek sınıfının öncülüğünde verilen kavganın yöntem ve ilkelerini koyan kişi. İdealler için verilen kavgayla, bilimsel gerçekliği bağdaştıran ve bunu yöntemselleştiren bir düşünce adamı. Ama ben yine de kavganın kendisine daha fazla hayranlık duyuyorum. Yakın zamanda yazdığım gibi Marksın taraftarı değilim Marksın söylediklerinin –bildiklerim sınırında- taraftarıyım. Yani bilimsel gerçekler olduğunu düşündüğüm şeylerin… Marksa olan sevgim, söylediklerinden sonra gelir. Marksı sevdiğim için düşüncelerini benimsemem aksine düşüncelerini benimsediğim için Marksı severim. Bu yazdıklarımı, daha önce böylesi yazılarım için kendimce önsöz mahiyetin de olan bir önceki yazımda belirtmiştim aslında. Mehmet Taş’ın Desai’den yaptığı alıntı ve yazının hemen genelinde hissedilen; “Marksın ileri dönemlerinde, ilk söylediklerinin aksine neredeyse kapitalizmin hayranı olduğu” tezi, burada da tekrarlamama neden oldu.
M.Taş’ın alıntısında Desai; "Marks 1858'lere kadar radikal bir söylem geliştirdi. Araştırdıkça çok farklı alanlara yöneldi. Daha sonra bunlara geri dönmedi." diyor. Tabii “bunları inkâr da etmedi” demiyor ya da diyemiyor. Arkasından devam ediyor; "ileri burjuva üretim ilişkilerini geliştiren İngiliz şirketlerinin ve İngiltere’nin yayılmasını da destekledi".
Bir Marksolog değilim, bunun aksini kanıtlayamayabilirim yani Marks gerçekten bunu desteklemiş de olabilir. Ama İngiltere’nin ve İngiliz şirketlerinin yayılmasının Dünya coğrafyasının değişik yerlerinde ve o günlerden bu yana değişik zamanlarda yarattığı acıları, yarattığı adaletsizliği biliyorum.
Örneğin Marksın yaşadığı o dönemler de İngiltere'nin kolonyal dönemden beri sömürgelerinden biri olan Jamaika’da, şeker kamışı işletmelerinin yaptığı haksız tarla gasplarını, buna karşı yapılan gösterilerin kanlı bir şekilde bastırıldığını biliyorum.
İngiltere ve İngiliz şirketlerinin yayılabilmesi, Mısır’dan ucuz pamuk alabilmek adına yine o dönemlerde Ticaret Bakanı olan Joseph Chamberlain gibilerinin telkinleri ile Mısır’da “Mısır, Mısırlılarındır” sloganları ile yönetimi ele geçiren milliyetçiliğe dur(!) demek üzere yapılan Mısır’ın işgalini biliyorum. Sonraki isyanları, Arap coğrafyasında ki dökülen kanları biliyorum. Hani Desai biraz daha ileri gitse, Ticaret Bakanı Joseph Chamberlain’in Marks’tan etkilendiğini falan yazacak neredeyse. Ama asıl ilginç olan M. Taş arkadaşımızın bunun doğru olup olmadığını Marks’a sorup kendisinin verdiği cevap.
M. Taş arkadaş; “Neden olmasın? Çünkü Marks, insanlık tarihinin büyük dönüşümlerini araştırıyordu. Tarihin, bilimin astronomuydu. Bir üretim ilişkisi, yayılabildiği son sınıra kadar yayılma dinamizmine sahipken, onu hiç kimse durduramaz. Yayılması ne kadar çabuk olursa, daha ileri toplumsal yapının oluşum süreçleri daha hızlı oluşur diyordu. Bunları da ondan öğrendim. O her zaman benim tek düşünce kaynağımdı. “ diyor. Buradan hareketle daha ileri bir toplumun (komünist toplum olsa gerek) oluşması için kapitalizmin yayılmasının desteklenmesine vardırıyor.
Benzer düşünceler Nabi Yağcı’nın Neşe Düzel’le yaptığı röportajda da dile getiriliyordu. Henüz Taraf’a geçmeden verdiği bir röportajdı. Bir anlamda CV niteliğindeydi ki kısa bir süre sonra Taraf’ta yazmaya başlamıştı. O röportajda Nabi Yağcı bir soruya cevap verirken; “Bir Marksist olarak benim kapitalizmin gelişmesini desteklememden doğal bir şey olamaz” diyordu. “ Çünkü kapitalizmin gelişmesi, işçi sınıfın gelişmesi demektir.” Belki bir iki nüans farkı olabilir ama aklımda kaldığı kadarı ile cevap böyleydi. Bu minvalde söylemlere çok rastladım. Bence Ömer Laçiner’in sözünü ettiği solun kırılma noktası tam da burada. Öyle ulusalcılık ta, özgürlükçülükte falan değil. Asıl kırılma noktası kapitalizme bakışta. “Burjuva üretim ilişkileri”nin gelişmesini destekleyip desteklememekte… Neyse… Biz yine Mehmet Taş’ın yanıtına dönelim.
M. Taş Marks için “Tarihin, bilimin astronomuydu” diyor. Ama “Filozoflar dünyayı yorumladı, önemli olan onu değiştirmek” şeklindeki sözünün Marks’ın mezarında yazdığını söyleyen de M. Taş. Yani Marks’ın kapitalizmle ilgili yaptığı bir durum saptamasını, kapitalizmin yaşadığı bir sürece vurgu yapmasını, Marks’ın Kapitalizmin (burjuva üretim ilişkilerinin) yaygınlaşmasını, özellikle de İngiliz şirketlerinin yayılmasını desteklemesi anlamında olduğunu söylüyor. Marks’ın “Bir üretim ilişkisi, yayılabildiği son sınıra kadar yayılma dinamizmine sahipken, onu hiç kimse durduramaz” sözünü bir anlamda “bükemediğin eli öp” şeklinde algılıyor.
Tarihte ki birçok felaket, yol açtığı acılar ve yok ettiği değerler yanında, bazı iyi şeylere de yol açmıştır. Örneğin savaşlar, onca ölüm ve yıkıma karşın kültürel etkileşim ve bilginin yayılmasına da neden olmuştur. Ama hiçbirimiz, bu gerçeği bilsek bile savaşların desteklenmesi ya da genişletilmesi gerektiğini düşünmeyiz. Geçmişe ait birçok antik bulgu bu güne, o şehirlerin bir felaket yüzünden, ani terk edilmesi sonucu ulaşmıştır. Bir salgın, bir deprem, vs. sonucu terk edildiği için değişmeden kalabilmiş, bize geçmiş hakkında daha ayrıntılı bilgi verebilmiştir. Ama yine hiç birimiz salgın veya büyük depremlerin olmasını sevinçle karşılamayız.
Kapitalizm de tıpkı felaketler gibi insanlığa yaşattığı acılar yanında, gelişimine de katkısı olmuştur. Elbette insanlık adına olumlu yanları vardır. Ama kapitalizm bir bütündür. Her özelliği bir diğer özelliğinin sonucudur. İyi yanlarını bırakıp kötü yanlarını ayıklayamazsınız. Kötü yanlarını ayıkladığınızda iyi yanları da yok olur. Hiçbir iyi özelliği onun etik, insaf, ilke, sınır tanımaz yanını ve yıkıcı, yok edici yanını örtemez. Hiçbir iyi yanı, yaşama düşman, amacına varmak için hiçbir değere önem vermez özünü gideremez. Kapitalizm oluştuğu günden bu yana milyonlarca insanın ölümüne neden olmuştur. İnsanlığa büyük acılar, dünyaya, doğaya, yaşama tamir edilmez zararlar vermiştir.
Kapitalizm, bir elinde kendi yok oluş fermanını, bir elinde de insanlığın yok oluş fermanını taşır. İlk fermanı uygulayacak olan emekçi sınıflar, yaşamdan yana güçlerdir. Başaracaklarını umuyoruz. Başaramadıklarında yaşamın ve insanlığın sonu olacaktır. Bunun için Marks’ın okunmamış ciltlerine başvurmak gerekmez. Ekolojik yok oluş süreçlerine, bu konuda bilim adamlarının bilimsel raporlarına bakmak yeterli. Sadece yeterli değil, gerekli de… Üstelik dünyanın yok oluş süreci Kapitalizmin büyüme ve yaygınlaşmasından alabildiğince etkilendiği halde ona endeksli değil. Bu süreç kendi bağımsız işlevselliğini sürdürüyor. Örneğin dünyanın ısınma süreci artık geri dönülmez safhaya girdi. Kutuplarda her saniye kopan buzul parçalarının yerine yapışmasına artık imkan yok. Ve Kapitalizmin buna çözümü yok. Sadece kopan buz kütlelerini –örneğin viski bardaklarında kullanılmak üzere-pazarlayabilir. Küresel ısınma –artık geri dönülmez aşamada- geometrik dizi kurallarında artarken, ABD’nin Flora karbon gazı üretimini durdurmak için verdiği süre 40 yılın üzerinde. Yani “, daha ileri toplumsal yapının oluşum süreçleri” tamamlanmadan, dünyanın yok oluş süreci tamamlanabilir.
Mehmet arkadaşımızın Marks’a sorup da kendi verdiği yanıt şöyle bitiyor. “. O her zaman benim tek düşünce kaynağımdı.” Saygı duyuyorum. Ama kendi açımdan baktığımda ise… Hiçbir kişi ve düşünce sistemi “düşüncelerimin tek kaynağı olamaz” benim için. Ben düşüncelerimin yaşamla bütünleşik olabilmesi için yaşamın bana sunduğu tüm kaynaklardan beslenmesini isterdim doğrusu. Aksi durumda; hani Kuran’ın ayet numaralarında şifreler arayan, şu bigudili saçlı şarlatan, Ömer Çelakıl konumunda buluruz kendimizi diye düşünüyorum.
M. Taş arkadaşımız “…Berlin Duvarı yıkılıp Moskova düştükten sonra kendimi diri diri mezara gömülmüş gibi hissettim uzun zaman. Çok kızmıştım…..” diyor yazının devamında… Anlayabiliyorum. Aynı duyguları bende yaşamıştım. Ama benim Marks’ın heykeline sorma imkanım yoktu. Oysa Taş; heykele bakarak Marks'a, “ "Rusya'da devrim için koşulların hazır olmadığını" söyledin mi söylemedin mi?” diyerek soruyor.
Desai’nin hayaleti veya rüzgarın marifetiyle kitabının sayfaları bir bir açılıp ve Marks’ın bir Rus yoldaşına yazdığı mektupta "Rusya'da devrimin hazır olmadığını açık bir bicimde belirttiği" sayfada duruyor. Yani 1917 Devrimi bir anlamda Marks’a rağmen yapılmış oluyor.
1883 de ölen Marks, bu mektubu ömrünün son yıllarında yazmış bile olsa, en az 34 yıl sonrası için kehanette bulunuyor. Mektubun içeriği nasıldı bilemiyorum ama Marks’ın o günün koşullarından söz ettiğini düşünüyorum. 34 yıl sonrası için değil… Her halde Marks; “bakın en az 75 yıl devrim mevrim yapmaya kalkmayın, koşullarınız uygun değil. Hele Lenin diye bir adam ortaya çıkarsa ona hiç itibar etmeyin.” dememişti.
Hatası ve sevabı ile Ekim devrimi tarihin önemli bir basamağı, bir aşamasıydı. İster Marksizm’den bir sapma, isterseniz bir inkar olarak değerlendirebilir ve bunu tartışabilirsiniz ama Marksizm’den etkilenmediğini, Marksizm’in bir sonucu olmadığını söyleyemezsiniz. Dahası Ekim Devrimi’nin bir dünya felaketi olduğunu iddia edemezsiniz. M. Taş dostumuz Desai’den yaptığı, kendisinin de büyük bir coşkuyla onayladığı alıntılar da Ekim Devrimi, tarihin emekten ve işçilerden yana olan doğal akışının önünü kesen bir felaket ilan ediliyor. Lenin’de devrimin önderi olarak bir suçlu oluyor.
Bence haksız bir yargılama bu. Olumlu veya olumsuz yaptıklarından daha çok, “eğer Ekim devrimi olmasaydı, gerçekleşebilecek olası iyi şeyler” üzerinden bir yargılama. Varsayımlar üstüne kurgulanmış bir iddianame adeta. Desai, tarihin akışını mükemmel kurgulanmış bir domino dizgisi ile bir tutuyor sanki. Ekim devrimini de bu dizginin ortasına Lenin tarafından atılmış bir taş olarak görüyor. Marks tarafından kurgulanıp dizilmiş akıp giden domino taşlarının tam ortasına Lenin 1917 Ekimi’nde bir taş atıyor ve o mükemmel kurgu bozuluyor, dominolar yanlış yönde yıkılmaya devam ediyor ve tarih yanlış mecralara akıp gidiyor. Halbuki kurguya göre en az 1989 ‘a kadar beklenmeli idi diyor Desai. Domino benzetmesi benim eklemem ama M. Taş’ın alıntılarında ki Desai’nin söylediklerini bence özetliyor.
Ekim Devrimi’nin -erken- olması M. Taş’ı o kadar öfkelendirmiş ki avazı çıktığı kadar bağırıyor “Leninizm, Marksizm'in bir devamı değil; Leninizm, Komünizm ve Bolşevizm, Marksizm'den bir sapmadır. Sovyetlerde kurulan her şey senin söylediklerinin tersiydi.” Leninizm ve Bolşevizm’i anladık diyelim. Komünizm..? Neyse sonra değinelim oraya… Lenin’in ve Ekim devriminin bana Türkiye’deki bazı mahkemeleri hatırlatan Desai’nin “varsayımsal iddianamesi” ile yargılanmasına gelelim.
Desai; “keşke Ekim Devrimi 1989 da, -yani Berlin duvarı yıkıldıktan sonra- olsaydı” diyor. M. Taş’ta “Ekim Devrimi, 1917'de değil de, 1989'da Berlin Duvarı’nın yıkıldığı zaman olsaydı, Sovyetler Birliği yıkılmayacak, Fukuyama tarihin sonunu ilan etmeyecek; Popper, Hegel'i totalitarizmin babası ilan etmeyecekti. …” diyerek açıyor. M. Taş dostumuz kusura bakmasın ama bu akıl yürütme “ …keşke çocuğunun ölümünden sonra doğsaydı, çocuğunun ölümünü görmezdi” gibi bir şey. Sovyetler Birliği de, Berlin Duvarı da Ekim Devrimi olgusunun bir sonucu. Ekim Devrimi olmasaydı ikisi de zaten olmayacağı için yıkılmayacaktı da. Temel bir hata ile başlasa da, yok varsayarak bu akıl yürütmeye bizde katılalım. Peki, Ekim Devrimi olmasaydı tarih kurgulandığı gibi mi gidecekti? Yani o mükemmel kurgulanmış domino dizgisinin orta yerine başka taşlar atılmayacak mıydı? Ekim Devrimi olmasaydı 1. Dünya Savaşının sonu nasıl biterdi acaba? Ya 2. Dünya Savaşının sonu..? Vietnam Savaşının sonu nasıl biterdi? Kaç tane Nagazaki ve Hiroşima yaşanırdı dersiniz? Ekim Devrimi olmasaydı Türkiye olur muydu sizce? TKP olur muydu? Ve Hatta “bu tarihte sende vardın” grubu olur muydu? Ekim Devrimi olmasaydı büyük bir ihtimalle M. Taş arkadaşımız da Marksizm konusunda bu kadar bilgili olamazdı.
Yazısının ilerleyen bölümlerinde sevgili arkadaşımız büyük bir coşku ile Sovyet Devrimine, sosyalizme saldırmaya devam ediyor. Belki bu yüksek duygusal yoğunluk yüzünden olsa gerek, “Leninizm, Komünizm ve Bolşevizm, Marksizm'den bir sapmadır.” diyerek Leninizm ve Bolşevizm’le birlikte üçlü suç çetesine dahil ettiği Komünizm’i, bu defa da “Leninizm, Marksizm'den bir sapmadır ve komünizmin ve komünistlerin mezar kazıcısıdır.”saptaması ile Leninizm’in mağduru konumuna sokuyor. Bu belki de teknik bir yanlışlık değil. Çünkü M. Taş komünizme karşı tavrının ne olduğunu belirlememiş kafasında.
Mehmet Taş ve Desai Komünizm karşısında ki bu ikircimli tutumu Sosyalizm karşısında netleşiyor. Her ikisi de sosyalizmden nefret ediyor. Sosyalizm deneyimlerinin Marks adına yapılmış olmasına karşı öfkelerine de; “Marks’ın söylediklerine tamamen ters bir devrim yapılmış.” diye belirtiyorlar. Çünkü Desai’ye göre Marks” …hiç bir zaman sanayinin devletleştirilmesini savunmadı. O, hiç bir zaman pazar ekonomisinin, merkezi planlamayla yer değiştirmesini söylemedi. İsçilerin yasam koşullarının geliştirilmesi için devlete bakmadı, hatta sosyalist devletten söz bile etmedi. Gümrük duvarlarının yandaşı değildi; hiç bir zaman komünist partisinin isçi sınıfına onculuk etmesi gerektiğini söylemedi. Ona göre, iktidarı devirmek için ayaklanma yapan bir parti Blankist'ti. Hayati boyunca ucan bir canlıya bile zarar vermedi”
Bu eleştiriler dikkate ve ele alınabilir ancak bir ideoloji veya bir düşünce sisteminin taraftarı olmak, yapacağın her şey için o düşünce sisteminden “yapabilirsiniz” onayı aramayı getirmez. Hatta koyu bir dindar, örneğin bağnaz bir Müslüman bile yapacağı her şeyi Kuran ve hadisler de aramaz. İran yönetimi bile yalnızca Kuran’ın yapın dedikleri üzerinden hareket etmez. Leninizmi Ekim Devrimi’nde Marks’ın yap demediklerini yapmakla suçlamak sizce ne derece mantıklı? Desai, Marks’ın “Pazar ekonomisi ile merkezi planlamayla yer değiştirmesini söylemedi” diyor. Peki, aksini söyledi mi? Bundan söz etmiyor. (en azından M.Taş’ın alıntıların da bu böyle) Demek ki “ekonominin; merkezi planlamayla yapılandırılması, (Sovyet Deneyimi ile birebir uyması gerekmez) ekolojik dengeleri hesaba katarak, kar değil de ihtiyaçların giderilmesinin asıl alınması, insan yaşamının, insanın gelişiminin, sağlığının, referans alınması” eğer Marks bizatihi “yapın” dememişse adeta günah. Zaten yapmak mümkün değil. Çünkü Desai Marks’ın söyleminden esinlenerek(!) Kapitalizm’i bir tanrı olarak görüyor. Kudretli, hiddetli, ödüllendiren ve cezalandıran, gücünün karşısında durmanın mümkün olmadığı bir tanrı… Öyle ki sanki Marks da onun peygamberi, Marksizm bir din, kendisi de rahip oluyor. Etrafına “Kapitalizm’i ya destekleyin ya da en azından kendi haline bırakın, hele mücadele etmeyi hiç düşünmeyin” vaazını veren bir rahip…
Yazıda Bolşeviklerin Marksizm’i bir din haline getirdiği söyleniyor ama bırakın Marksizm’in “yapma” dediklerini yapmayı, “yap” demediği bir şeyi yapmak bile adeta günah ilan edilerek büyük bir “Marksist sofuluk” sergileniyor.
Kapitalizm’in kolay yıkılmayacağını, Kapitalizm’in bu günkü gelişmişliğinde ve elinde tuttuğu teknoloji ve ona bağlı enformasyon olanaklarıyla, bunalımlarını eskisine göre daha kolay aştığını biliyorum. Ve bunu çok kişi biliyor. M. Taş arkadaşımızın sandığından çok fazla “Bolşevik Eskisi” de bunun farkında.
Asıl farkında olunmayan şey, Kapitalizm’in gelişmişlik düzeyindeki vardığı noktanın insanlığın ve dünyanın her türlü sorununa çözüm getirebileceğinin garantisi olmadığı. Niyeti olmadığı… En önemlisi birçok sorunun bizzat kaynağı olduğu… Ayrıca Kapitalizm’in bir ifadesi olan “Burjuva Üretim ilişkilerinin” getirdiği çözümlerin insanlığın büyük kesiminin lehine olacağının garantisi ise hiç yok. Kapitalizm sorunları bunca zamandır yaptığı gibi kendi lehine çözecektir.
Yazıda sürekli vurgulanan, Kapitalizmin, “yeryüzünün her kösesine yayılmak zorunda olduğu ve bunu gerçekleştirecek dinamikleri olması”, “her çeşit direnci kırabilecek” olması, bu niteliği ile uyum içresinde olmamızı mı, yoksa onun bu özelliğini dikkate almamızı mı gerektiriyor?
Öncelikle bu durumun, büyük coşku ve hayranlıkla karşılanacak bir durum olmadığını vurgulayalım. Kapitalizmin bu engelleri aşarken, tarihte ve yakın geçmişte ve günümüzde kullandığı yöntemleri hep birlikte görüyoruz. Irak savaşı, tam da “globalizmin sınırlarına kadar genişlerken” kullandığı bir dinamik. Bir milyondan fazla insanının öldüğü bir yaygınlaşma hamlesi… Libya’ya atılan bombalara yapılan özgürlük makyajı umarım bizi aldatmıyordur.
Kapitalizm gerçekten yaygınlaşmak zorunda ve bunun için dinamikleri var. Örneğin Benim yaşadığım Kozbeyli Köyü’nün 3 km uzağına termik santral kurmasının bir zorunluluktan olduğunu biliyorum. Bir yılda 200 000 ton kül üretecek olması, bir o kadar zehirli gazı havaya salması, bütün bir Bakırçay havzasını etkileyip ölüm yağdırması hep zorunluluktan... İhtiyaçtan değil, zorunluluktan… Zira rüzgar enerjisine çok uygun bir bölge ve başvuru halinde veya ÇED raporunu almış onlarca termik santral ihtiyacın çok üzerinde. Yani kar etme zorunluluğundan, kapitalizmin büyümek zorunda olmasından… Bunun için dinamikleri var. Her türlü masrafı karşılayıp bilirkişi heyetleri toplayıp ÇED raporu alabiliyorlar. Olmadı bir daha, yine olmadı bir daha… Çünkü paraları… Pardon dinamikleri var.
Benimse kömürü Güney Afrika’dan gelen, Gencelli Körfezi’nden çekeceği tonlarca deniz suyunu çekip, salarak çalışan soğutma sistemi ile deniz suyu sıcaklığını artıracak, denizdeki yaşam zincirini yok edecek termik santralın kurulmasına karşı mücadele etmem boşuna ve Marksizm’e karşı alınmış bir tavır.
Kurulması planlanan iki bini ruhsatlı, geri kalanı başvuru halindeki tam dört bin HES Türkiye’nin enerji ihtiyacı için değil kapitalizmin büyüme zorunluluğundan. O yüzden Anadolu’nun akarsularını borulamaya kalkışıyorlar. O yüzden binlerce yıllık yaşam zincirini kırıyorlar. Peki, mücadele etmenin yararı var mı? Yok, çünkü “kapitalizmin her türlü engeli aşacak dinamikleri” var. Üstelik karşı durmak Marksizm’e de aykırı(!)
Kapitalizm’in bu ölüm yürüyüşünü durdurma umudu bile suç, hele böylesi bir umudu, böylesi “sefil ve döküntü fikirleri” yaymaksa, bir utanç kaynağı…
Mehmet Taş; “Okudukça oturduğum bankta küçülüyordum, utancımdan küçülüyordum, ben de yalan yanlış umutlar yayanlardan biriydim. Sefil ve döküntü fikirleri yayan Komünist partisinin yılmaz bir neferi olduğumu hatırladıkça daha da küçülüyordum. Doğruldum, kitabi kapatıp hızla parkı terk etmek istedim. Kitap sevgim ve bu kitaba ilgim o kadar fazlaydı ki yapamadım, okumaya devam ettim.” Diyor.
Ne diyebilirim? Ne denilebilir? Belki, “yılmaz bir neferi” tanımını pek uygun bulmadığımı söyleyebilirim.
Ben insanlığın, emek güçlerinin, giderek yaşamsal zincirden koparıldığını duyumsayan işsiz, topraksız, malsızlaşan geniş yoksul kesimlerin, Kapitalizm bu amansız gelişimine, (belki Desai ve M. Taş için hayranlık verici) benim için bir insanlık felaketi olan bu gidişata dur diyeceğini umut ediyorum.
Nüfusunun giderek arttığı söylenen, yaşamsal varlığının giderek küresel sermayenin olur ve onayına bağlı olduğunu hisseden orta sınıfın da Kapitalizm’in bu gelişimiyle çelişeceğini düşünüyorum. Hem de sadece etik kaygılardan dolayı değil, varlığının tehlikede olduğunu farkına vardığından dolayı… Bence kapitalizm en büyük darbeyi en önemli dinamiklerinden alacak. Ama yıkıcı darbe emekçi sınıfın olacak. Bu düşüncelerim umut ve temenni olarak değerlendirilebileceğini biliyorum. Benim içinse öyle değil. İleriki zamanlarda ayrıntısı ile tartışmaya çalışacağım. Kendimce, kendi ölçeklerimde…
“Ey oradakiler! Hükümetin politik taktiklerini tartışmakla zaman kaybedeceğinize biraz da kapitalizmi tartışsanız nasıl olur! “ Haklısın Mehmet Taş arkadaş haklısın. Tartışalım. Kapitalizm gerçekten tartışmaya değer. Ayrı uçlarındayız gördüğüm kadarı ile. Üstelik sen bu işin okulunu okudun. Yani işim zor.
Ama ben de “havuz taşmasın” kaygısının erbabıyım.
Nadi Öztüfekçi
13 Eylül 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Lütfen hakaret içeren yorumlar yazmayın.