Bu yazının hedefinde bugün
demokrasi havarisi kesilmiş, Marksizm dâhil her şeyi tartışmaya açan
kişilerden tutun, son günler de Lenin’le yatıp Marks’la kalkan, hedefine
nedense liberalleri değil de, diğer sosyalistleri koyanlara kadar, siz,
biz, onlar ve dahi ben, herkes var.
Burada bahsetmek
istediğim konu; benim yıllarca üzerinde düşündüğüm, gözlemlediğim,
zamanında bir İGD’li olarak zorluklarını yaşadığım, yaşadığımız,
hareketimizin, aslında sol hareketin tümünün, bildim bileli temel
hastalıklarından biri, “Marksizm’in bir din olarak algılanması…” Tıpkı
dinde olduğu gibi “Allah’ın daha sevgili kulu” olmanın getirdiği o lanet
hiyerarşi… Daha inanmış, daha dindar… Allah’ına ve dinine asla laf
söyletmeyen kusursuz mümin, kusursuz müminler… Diğerlerini küçük gören,
onların inançlarında sürekli halel arayan, kendi inançlarının şiddeti
diğerlerinin inançlarında gördükleri kusurlarla doğru orantılı olan, o
kel ekâbirlik…
Yıllarca -özellikle
üniversiteler de- “revizyonist” suçlamasıyla karşılaştık. Küçümsenerek,
alay edilerek… Tıpkı “günahkâr” denir gibi, “müşrik” der gibi. Sonradan
mensuplarının birçoğunu, ANAP” da, CHP’de, ya da AKP de gördüğüm birçok
siyaset, o dönemler de, Marks’a ve Lenin’e tam iman ettiğini düşünmenin
kibri ile bize saldırırdı. Birçok kez bu saldırı sözlü ve yazılı
olmaktan çıkar şiddet boyutuna da ulaşırdı.
Sol içi şiddetin oldukça hışmına uğramış bir kişi olarak bunun üzerine epey düşündüm.
12 Eylül Cuntası; bu revizyonist, bu goşist ya da bu sosyal, bu da
Maocu faşist dememişti. Hepimizi aynı tezgâhlardan geçirip aynı
koğuşlara tıkmıştı. O dönem de birbirimizle konuşma fırsatımız oldu.
Sonradan sevgi ve saygılarını komplekssiz ve içtenlikle dile getirmekten
çekinmeyen, aynı şekilde benim de saygı ve sevgi duyduğum birçok dostum
oldu. Bu dostlarımla, -geçmişte aynı yapılanma içinde olduğumuz birçok
insandan daha fazla- yaşadıklarımız ve güncel gelişmelerle ilgili birçok
konuda, aynı şeyi düşünüyoruz.
Açık söylemek
gerekirse, aynı iman etmişlik, bizde de görülüyordu. Gerek dışımızdaki
sola karşı o küçümser tavır, gerekse kendi içimizdeki fikir
ayrılıklarına karşı tutumumuz, ideoloji ile dinsel inanç arasındaki o
kalın çizgiyi göremediğimizin bir göstergesiydi. İşçinin Sesi meselesi
ortaya çıktığında, “kafası karışık olanların kafaları açılır” şeklinde
ki o bayat espriye ben dahil az gülmemiştik.
İdeolojileri din olarak algılayıp inanç üzerinden hiyerarşiyi kurduğun
zaman, kutsallıklar doğal olarak artıyordu. Hani o hikmetinden sual
olunmaz kavramlar, kurumlar, kişiler ve ülkeler, bilumum kutsal şeyler…
Kutsal yerler, kutsal devletler…
Sovyetler Birliği…
Hepimizin rüyalarını süsleyen o güneşli Dünya… Sovyetler Birliği’nin
Türkiye’de komünist hareketin temsilcisi olarak kimi tanıdığı, ne kadar
önemliydi. TİP’li yoldaşlarımızla nasıl da rekabet ederdik. Şimdi
neredeyse “Ekim Devrimi yapılmamalıydı“ diyenlerimiz var. Sovyetler
Birliğine “revizyonist” eleştirisine verdiğimiz şiddetli tepkiden,
sosyalizmin yanlışlığını hararetle savunmaya varmak, ne kadar garip bir
yolculuk?
Olguları, gerçekleri bilinçle
algılayıp, gelişmiş bir etik ve mantıksal süzgeçten geçirerek, bilimsel
yöntemlere dayanarak, oluşturulan düşünce sistemi inançlardan daha
sağlamdır. Politik düşünceler, bilincimizde daha oluşurken, acımasız
ateş çemberlerinden geçerlerse, defalarca su verilmiş çelik gibi, esnek
ve sağlam olurlar.
Oysa inançlar bilincimize
özel ayrıcalıklarla yerleşmek isterler. Beynimizdeki özel localarda,
dokunulmazlık zırhı ile korunarak rahat ve güvenilir ortam ararlar. En
büyük kâbusları sorgulanmadır. En büyük dostları ise ön yargıdır. Katı
ve esnemezdirler.
Beynimizin çarkları arasına yerleşmiş
kamalar gibi beynimizin rahat ve özgür çalışmasını engellerler. Sağlam,
değişmez ve yenilmez görünürler. Ancak yeteri ölçüde güçlü gelişme ve
değişimler karşısında da kırılgandırlar. Darbe yeteri kadar güçlü ve
şiddetli ise yerlerini başka inançlara bırakarak kolayca yok olurlar.
12 Eylül ve ardından gelen sosyalist sistemin çöküşü yeterli güç ve
şiddetteydi. Marksizm’i ve sosyalizmi bir inanç gibi algılayan
beyinlerde bu sert ve esnemez kamalar yaşananların şiddetinden kırıldı
gitti.
12 Eylül darbesi her birimizin
yaşamında bir Çernobil felaketi yarattı adeta. Ardından gelen sosyalist
sitemim çöküşü bu felaketi bilincimize, düşüncelerimize taşıdı. Her şey
olup bittiğinde inançlarımızdan eser bile kalmamıştı. Bildiklerimizle
baş başaydık En azından benim için durum böyleydi. Uğruna çaba sarf
ettiğim, yaşamsal özverilerde bulunduğum her şeyin bilinçli bir
savaşçısı olduğumu, tüm öğrendiklerimi nedeni ve ne içini ile mantık ve
vicdan sorgulamalarından geçirdiğimi zannederdim. Yanılmışım. İnançlar
benim için de önemli dayanaklarmış. O büyük yenilgide, inançlar kırılıp
gidince ayakta kalmakta zorlandım. Bana kalan iki üç bilgiyle ayakta
kalmak gerçekten zordu doğrusu. Yine de ayakta kaldım. Bazı
arkadaşlarımız gibi ayaklı Marks külliyatı değildim ama o mütevazı
ölçekteki öğrendiklerimi, bilincimdeki ateş çemberlerinden defalarca
geçirip, beynimin ve vicdanımın ceberut sorgucusunun acımasız “neden” sorularıyla
öylesine test etmiştim ki… Bütün inançlarım tuz buz olmasına rağmen
sosyalizme olan derin kanaatim, kapitalizme olan bilinçli nefretim
sapasağlam ayakta kaldı.
Son yıllarda bazı
dostlarımızın çok beğendiği, yazılarını sık sık facebook’ta paylaştığı
birçok yazar, solculuğun ve Marksizm’in bir hastalık olduğunu ima
etmeye, birçoğu da açıkça dile getirmeye başladı.( Etyen Mahcupyan,
Ahmet Altan, İsmet Berkan, Engin Ardıç, Yiğit Bulut vb.) Bence asıl
hastalık olan inançlardır. Bilgi, kanıt, sorgulamalara dayanan kanaat
edinimleri ve düşünce sistemleri yerine, inançlara dayanan kanaatler,
gücün karşısında çaresiz kalmanın getirdiği, “insanların büyük
çoğunluğunun inandığı şeylere inanma kolaycılığı” bir zaaftır. İnsanın
kendine bile itiraf edemediği uzak yakın çevresini karşısına alma
korkusu ve bu korku zoru ile mantığına ve vicdanına uymayan şeylere
kendini inandırması, bir zaaftır. Elbette Marksizm’de bir inanç olarak
benimsendiğinde bir zaaftır. Elbet solcu olmanın temel nedenlerini
inançlara dayandırırsan, solculuk ta bir hastalıktır.
Oysa Marksizm bilimsel bir öğretidir.
Benim
kendimce yaptığım tanımlardan biri şudur; (“biri” diyorum zira
Marksizm’in bir iki cümlelik tanımının olamayacağını düşünüyorum)
Marksizm, proletarya ile burjuva arasındaki amansız kavgada,
proletaryanın yanında, burjuvaziye karşı mücadelede karşılaşılabilecek
hemen her noktayı inceleyip irdeleyen, doğal olarak da sürekli gelişen
(tıpkı her bilim dalı gibi), gelişmek zorunda olan, bilimsel bir
öğretidir.
Yani asla bir inanç sistemi değildir.
Komünistler açısından işin inançla ilgili kısmı, burjuvazi ve işçi
sınıfı arasındaki, giderek tüm ezilenler ve ezenler arasında ki kavgada
ezilenden yana, haklıdan ve doğrudan yana olmak gerekliliğidir. İyiye
doğruya, güzele inanmak komünistler için etik bir durumdur. Ama iyiye ve
güzele varmak için verilen mücadelede yöntem bilimsel olmak zorundadır.
Sınıf kavgasında da durum aynıdır, bu bilimsel yöntemin adı da
Marksizm’dir.
Aslında sınıf kavga ve çelişkisi hep
vardı. Marks hiç yaşamasaydı da bu kavga olacaktı. Hatta Marks ve
Engels’in geliştirdiği birçok öğreti, onlar hiç yaşamasaydı da değişik
biçimlenim ve zamanda da olsa bir şekilde ortaya çıkacaktı. Çünkü
bilimsel gerçekler, onları bulup ortaya çıkaran kişilere rağmen vardı,
ortaya çıkarılmasaydılar bile var olmaya devam edeceklerdi. Kapitalizmin
bunalımlarının temel unsurlarından biri olan “kar oranlarının eğilimsel
düşüş yasası” Marks yaşamasaydı veya Kapital’i hiç yazmasaydı da
işlemeye devam edecekti.
Bizler de sınıf kavgasında
-Marks yaşamasaydı bile- işçi sınıfının yanında olacaktık. Kendi açımdan
söyleyeyim ben sınıf kavgasında ki yerimi seçtiğimde Marksist değildim.
Bilmiyordum çünkü... (Tümüyle bildiğini söyleyen beri gelsin) Ama
yolumu, işçi sınıfının yolu olarak seçmem için illa da Marksizm’i bilmem
gerekmiyordu. Ve şu anda da öğrenme aşamasındayım. Okuyup öğrendiğim
her şeyi “Marks söylüyorsa doğrudur” demeden kendi mantık, bilgi ve
deneyimlerimle test ediyorum. Marks’la gücüm yettiğince çatır çatır
tartışıyorum. Bu güne kadar hemen, hep beni ikna etti. Bazılarını da
anlamadım bile çünkü bugünkü karşılıklarını bulamadım. Diyelim ki bu
böyle olmadı. Diyelim ki bir konuda Marks beni ikna edemedi. Bu durum
sınıf kavgasındaki tarafımı değiştirmeyecektir. Örneğin birisi çıkıp
“aslında Marks kapitalizmin hayranıydı” dese ve bunu da, el yazmalarını
bulup laboratuar incelemeleri ile kanıtlasa, ben de kapitalizmin hayranı
olmayacaktım.
Yani Arkadaşlar, söylemeye çalıştığım şeylerden ilki ve bence en önemlisi; ben Marks’ın taraftarı değilim, Marks’ın söyleyip yazdıklarının, sınıf kavgasında oluşturduğu öğretinin taraftarıyım.
Üstelik benim algıladığım ve anladığım şekliyle ve sınırında… Bu sınırı
aşan noktada ben Marksist değilim. Demek istediğim Marksizm’in henüz
öğrenip bilmediğim bir öğretisinin savunucusu olmadığım gibi, bilip
öğrendikten sonra aklıma, mantık ve vicdanıma yatmayan bir öğretisinin
de savunucusu olmayacağım.
Ben “Avrupa’da
dolaşan hayaletin” sanırım hep peşinde olacağım. Manifesto da
söylenenler benim Marksizm’imin temeli olacaktır. Marks’ın bu noktada,
sonraki herhangi bir yazısında kendini inkâr etmiş olsa dahi bu temel
değişmeyecektir.
Ben şu anda asıl tehlikenin
Marksizm ve solculuğun bir hastalık olduğunu sistematik olarak söyleyen
mahşer korosunun kendisi olduğunu düşünüyorum. Bu mahşeri koroyu açığa
çıkarmanın, teşhir etmenin gerekli olduğuna önemle inanıyorum.
Elbette Marksist öğretiye, Marksizm adına saldırı da yapılacaktır.
Genelde bir kuruma, bir ideoloji veya bir inanca saldırmanın en etkili
yolu, öncelikle eleştirdiğin şeyden yana gözükmektir. Şimdiye kadar hep
kullanılagelmiş etkili ve sinsi bir yöntemdir. Ama Marksizm de her
bilimsel önerme gibi tartışılabilir. Bu tip tartışmaları niyet
okumalarla karşılayamayız. Daha önceki yazımda belirtmiştim. Benim için
hikmetinden sual olunmaz hiçbir kurum ve kavram yoktur. Benim,
Marksizm’in tartışılmasına bir itirazım yok önemli olan tartışmanın
konusu, önermelerin ne dediği... Önermenin kendisi, doğruluğu,
yanlışlığıdır önemli olan. Önermenin kimden geldiği de birincil önem de
değildir.
Hemen her dinin adlarından biri, o
dini yayan, vecibe ve ilkelerini ilk dile getiren peygamberlerinin ismi
ile anılır. Garip bir tecelli olarak ideolojiler de öyle. Bu bir açıdan
normal bir durum… Önemli olan öğretinin kendisi olduğu sürece bir sorun
da yok bence.
Asıl dikkat çekmek istediğim; adı gizli olan
peygamberler. Daha doğrusu “ilan edilmemiş peygamberler”. Belki biraz
yumuşatırsak “büyük abiler” diye de tanımlayabiliriz. “Abim ne diyor
acaba” ile başlayıp, “abim öyle diyor” a varan, giderek de “abim diyorsa
doğrudur” la biten o süreç…
Yukarı da
beynimizin çarkları arasındaki kamalardan söz etmiştim. Yani
inançlardan, hani o sarsılmaz gibi görünüp, yeterli güç ve şiddetteki
gelişmeler karşısında da yok olup giden inançlardan. Bazı büyük abilerin
söylemlerindeki değişiklikler de inançların yok olması için yeterli güç
ve şiddeti yaratırlar. Çoğu kez yerine yeni inançlar koyarak…
Geçenler de beni ziyaret eden bir arkadaşım anlattı. İsmini vermediği
bir arkadaşı benim hakkımda “hala eski şeyleri savunuyor” demiş. Yeni
olan nedir, ya da eski dediği şeyler nelerdir bilemiyorum, eğer benim
bir dinozor olduğumu kast ediyorsa beis yok ancak değişmediğimi
sanıyorsa yanılıyor. Elbette bende tüm olan bitenden etkileniyorum.
Gelişen her olay kendimce kurduğum yaşamsal ve düşünsel denklemlerimdeki
parametreleri değiştiriyor ve doğal olarak denklemlerin sonuçlarını da
etkiliyor. Ama denklemlerin kurgusunu gücüm ve bilincim yettiğince test
ettiğim bilimsel yöntemlere göre kurmaya çalışıyorum. O yüzden iş
kurguladığım denklemleri değiştirmeye geldiğimde tutucu oluyorum.
Kendimce, gücüm yettiğince sadık kalmaya çalıştığım bilim, benim tutucu
yanım. Bilimsel olduğunu düşündüğünüz bir öğretiye yukarıda anlattığınız
biçim ve özde olmak kaydıyla tutku ile bağlılık muhafazakarlık ya da
Ortodoksluk olarak adlandırılamaz diye düşünüyorum.
Bu
yazıyı okuma zahmetine katlanan arkadaşlara teşekkür ederim. Uzunluğu
için de beni affetsinler. Ancak facebook gibi sosyal paylaşım
sitelerinin önemini kabul etmekle birlikte birbirimize kendimizi
anlatabilmenin en sağlıklı yolunun bu tür mail grupları olduğunu
düşünüyorum. Bundan sonra birçok konuda düşündüklerimi aktarmayı umut
ediyorum. Düşündüklerimi dostlarım ve bir zamanlar çok şeyi
paylaştığımız eski yoldaşlarımla paylaşmak ve onların katkı eleştirileri
kendimi geliştirebilmek benim için önemli. Bu yazıyı, bundan sonra
yazacaklarımda yanlış anlaşılmayı önlemek açısından bir anlamda önsöz
olarak değerlendirin. O yüzden biraz(!) uzun oldu.
Saygılarımla
Nadi Öztüfekçi
7 Ekim 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Lütfen hakaret içeren yorumlar yazmayın.