Mehmet Taş’ın yazısı ile başlayan tartışmalar hakkında –bir şekil de alevlenmesine katkıda bulunduğumu düşünerek- bazı düşüncelerimi aktarmak istedim.
Sevgili Dostlar; hemen söyleyeyim ki Mehmet Taş’ın görüşlerinin hepsine katıldığımı söyleyemem. Ancak tehlikeli falan da bulmuyorum.
Mehmet Taş’ın öteden beri yazdıklarını doğrusu tartışmak isterim, kendimce yanlış, kendi arasında çelişkili bulduğum birçok yer var. Kafamdakileri doğru düzgün istihdam ettikten sonra buraya aktarmak da istiyorum. Ancak yeterince derleyip toparlamadan, sırf “benim de bir iki lafım olsun” kabilinden koroya katılıp kakofoni yaratmak doğru olmaz. Aslın da eğitim semineri notlarından özetlenip derlenmiş bir kompozisyon ödevini, “bakınız ben neler biliyorum 1”, “bakınız ben neler biliyorum 2” şeklinde buraya boca etmek de mümkün. Ama dedim ya sırf tartışmaya “ucundan kıyısından yetişmek” adına bunu yapmak istemiyorum
Burada fazla ilerlemeden hemen baştan söylemem gereken bir şey var. Yazının başından beri söylediklerimin ve bundan sonra söyleyeceklerimin hedefin de, bir süredir bu tartışmanın odak noktası olan, linçe çeyrek kalmış Sait Almış arkadaşımız yok.
Bu yazının hedefinde bugün demokrasi havarisi kesilmiş, Marksizm dâhil her şeyi tartışmaya açan kişilerden tutun, son günler de Lenin’le yatıp Marks’la kalkan, hedefine nedense liberalleri değil de, diğer sosyalistleri koyanlara kadar, siz, biz, onlar ve dahi ben, herkes var.
Burada bahsetmek istediğim konu; benim yıllarca üzerinde düşündüğüm, gözlemlediğim, zamanında bir İGD’li olarak zorluklarını yaşadığım, yaşadığımız, hareketimizin, aslında sol hareketin tümünün, bildim bileli temel hastalıklarından biri, “Marksizm’in bir din olarak algılanması…” Tıpkı dinde olduğu gibi “Allah’ın daha sevgili kulu” olmanın getirdiği o lanet hiyerarşi… Daha inanmış, daha dindar… Allah’ına ve dinine asla laf söyletmeyen kusursuz mümin, kusursuz müminler… Diğerlerini küçük gören, onların inançlarında sürekli halel arayan, kendi inançlarının şiddeti diğerlerinin inançlarında gördükleri kusurlarla doğru orantılı olan, o kel ekâbirlik…
Yıllarca -özellikle üniversiteler de- “revizyonist” suçlamasıyla karşılaştık. Küçümsenerek, alay edilerek… Tıpkı “günahkâr” denir gibi, “müşrik” der gibi. Sonradan mensuplarının birçoğunu, ANAP” da, CHP’de, ya da AKP de gördüğüm birçok siyaset, o dönemler de, Marks’a ve Lenin’e tam iman ettiğini düşünmenin kibri ile bize saldırırdı. Birçok kez bu saldırı sözlü ve yazılı olmaktan çıkar şiddet boyutuna da ulaşırdı.
Sol içi şiddetin oldukça hışmına uğramış bir kişi olarak bunun üzerine epey düşündüm.
12 Eylül Cuntası; bu revizyonist, bu goşist ya da bu sosyal, bu da Maocu faşist dememişti. Hepimizi aynı tezgâhlardan geçirip aynı koğuşlara tıkmıştı. O dönem de birbirimizle konuşma fırsatımız oldu. Sonradan sevgi ve saygılarını komplekssiz ve içtenlikle dile getirmekten çekinmeyen, aynı şekilde benim de saygı ve sevgi duyduğum birçok dostum oldu. Bu dostlarımla, -geçmişte aynı yapılanma içinde olduğumuz birçok insandan daha fazla- yaşadıklarımız ve güncel gelişmelerle ilgili birçok konuda, aynı şeyi düşünüyoruz.
Açık söylemek gerekirse, aynı iman etmişlik, bizde de görülüyordu. Gerek dışımızdaki sola karşı o küçümser tavır, gerekse kendi içimizdeki fikir ayrılıklarına karşı tutumumuz, ideoloji ile dinsel inanç arasındaki o kalın çizgiyi göremediğimizin bir göstergesiydi. İşçinin Sesi meselesi ortaya çıktığında, “kafası karışık olanların kafaları açılır” şeklinde ki o bayat espriye ben dahil az gülmemiştik.
İdeolojileri din olarak algılayıp inanç üzerinden hiyerarşiyi kurduğun zaman, kutsallıklar doğal olarak artıyordu. Hani o hikmetinden sual olunmaz kavramlar, kurumlar, kişiler ve ülkeler, bilumum kutsal şeyler… Kutsal yerler, kutsal devletler…
Sovyetler Birliği… Hepimizin rüyalarını süsleyen o güneşli Dünya… Sovyetler Birliği’nin Türkiye’de komünist hareketin temsilcisi olarak kimi tanıdığı, ne kadar önemliydi. TİP’li yoldaşlarımızla nasıl da rekabet ederdik. Şimdi neredeyse “Ekim Devrimi yapılmamalıydı“ diyenlerimiz var. Sovyetler Birliğine “revizyonist” eleştirisine verdiğimiz şiddetli tepkiden, sosyalizmin yanlışlığını hararetle savunmaya varmak, ne kadar garip bir yolculuk?
Olguları, gerçekleri bilinçle algılayıp, gelişmiş bir etik ve mantıksal süzgeçten geçirerek, bilimsel yöntemlere dayanarak, oluşturulan düşünce sistemi inançlardan daha sağlamdır. Politik düşünceler, bilincimizde daha oluşurken, acımasız ateş çemberlerinden geçerlerse, defalarca su verilmiş çelik gibi, esnek ve sağlam olurlar.
Oysa inançlar bilincimize özel ayrıcalıklarla yerleşmek isterler. Beynimizdeki özel localarda, dokunulmazlık zırhı ile korunarak rahat ve güvenilir ortam ararlar. En büyük kâbusları sorgulanmadır. En büyük dostları ise ön yargıdır. Katı ve esnemezdirler.
Beynimizin çarkları arasına yerleşmiş kamalar gibi beynimizin rahat ve özgür çalışmasını engellerler. Sağlam, değişmez ve yenilmez görünürler. Ancak yeteri ölçüde güçlü gelişme ve değişimler karşısında da kırılgandırlar. Darbe yeteri kadar güçlü ve şiddetli ise yerlerini başka inançlara bırakarak kolayca yok olurlar.
12 Eylül ve ardından gelen sosyalist sistemin çöküşü yeterli güç ve şiddetteydi. Marksizm’i ve sosyalizmi bir inanç gibi algılayan beyinlerde bu sert ve esnemez kamalar yaşananların şiddetinden kırıldı gitti.
12 Eylül darbesi her birimizin yaşamında bir Çernobil felaketi yarattı adeta. Ardından gelen sosyalist sitemim çöküşü bu felaketi bilincimize, düşüncelerimize taşıdı. Her şey olup bittiğinde inançlarımızdan eser bile kalmamıştı. Bildiklerimizle baş başaydık En azından benim için durum böyleydi. Uğruna çaba sarf ettiğim, yaşamsal özverilerde bulunduğum her şeyin bilinçli bir savaşçısı olduğumu, tüm öğrendiklerimi nedeni ve ne içini ile mantık ve vicdan sorgulamalarından geçirdiğimi zannederdim. Yanılmışım. İnançlar benim için de önemli dayanaklarmış. O büyük yenilgide, inançlar kırılıp gidince ayakta kalmakta zorlandım. Bana kalan iki üç bilgiyle ayakta kalmak gerçekten zordu doğrusu. Yine de ayakta kaldım. Bazı arkadaşlarımız gibi ayaklı Marks külliyatı değildim ama o mütevazı ölçekteki öğrendiklerimi, bilincimdeki ateş çemberlerinden defalarca geçirip, beynimin ceberut sorgucusunun acımasız “neden” sorularıyla öylesine test etmiştim ki… Bütün inançlarım tuz buz olmasına rağmen sosyalizme olan derin kanaatim, kapitalizme olan bilinçli nefretim sapasağlam ayakta kaldı.
Son yıllarda bazı dostlarımızın çok beğendiği, yazılarını sık sık facebook’ta paylaştığı birçok yazar, solculuğun ve Marksizm’in bir hastalık olduğunu ima etmeye, birçoğu da açıkça dile getirmeye başladı.( Etyen Mahcupyan, Ahmet Altan, İsmet Berkan, Engin Ardıç, Yiğit Bulut vb.) Bence asıl hastalık olan inançlardır. Bilgi, kanıt, sorgulamalara dayanan kanaat edinimleri ve düşünce sistemleri yerine, inançlara dayanan kanaatler, gücün karşısında çaresiz kalmanın getirdiği, “insanların büyük çoğunluğunun inandığı şeylere inanma kolaycılığı” bir zaaftır. İnsanın kendine bile itiraf edemediği uzak yakın çevresini karşısına alma korkusu ve bu korku zoru ile mantığına ve vicdanına uymayan şeylere kendini inandırması, bir zaaftır. Elbette Marksizm’de bir inanç olarak benimsendiğinde bir zaaftır. Elbet solcu olmanın temel nedenlerini inançlara dayandırırsan, solculuk ta bir hastalıktır.
Oysa Marksizm bilimsel bir öğretidir.
Benim kendimce yaptığım tanımlardan biri şudur; (“biri” diyorum zira Marksizm’in bir iki cümlelik tanımının olamayacağını düşünüyorum) Marksizm, proletarya ile burjuva arasındaki amansız kavgada, proletaryanın yanında, burjuvaziye karşı mücadelede karşılaşılabilecek hemen her noktayı inceleyip irdeleyen, doğal olarak da sürekli gelişen (tıpkı her bilim dalı gibi), gelişmek zorunda olan, bilimsel bir öğretidir.
Yani asla bir inanç sistemi değildir.
Komünistler açısından işin inançla ilgili kısmı, burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki, giderek tüm ezilenler ve ezenler arasında ki kavgada ezilenden yana, haklıdan ve doğrudan yana olmak gerekliliğidir. İyiye doğruya, güzele inanmak komünistler için etik bir durumdur. Ama iyiye ve güzele varmak için verilen mücadelede yöntem bilimsel olmak zorundadır. Sınıf kavgasında da durum aynıdır, bu bilimsel yöntemin adı da Marksizm’dir.
Aslında sınıf kavga ve çelişkisi hep vardı. Marks hiç yaşamasaydı da bu kavga olacaktı. Hatta Marks ve Engels’in geliştirdiği birçok öğreti, onlar hiç yaşamasaydı da değişik biçimlenim ve zamanda da olsa bir şekilde ortaya çıkacaktı. Çünkü bilimsel gerçekler, onları bulup ortaya çıkaran kişilere rağmen vardı, ortaya çıkarılmasaydılar bile var olmaya devam edeceklerdi. Kapitalizmin bunalımlarının temel unsurlarından biri olan “kar oranlarının eğilimsel düşüş yasası” Marks yaşamasaydı veya Kapital’i hiç yazmasaydı da işlemeye devam edecekti.
Bizler de sınıf kavgasında -Marks yaşamasaydı bile- işçi sınıfının yanında olacaktık. Kendi açımdan söyleyeyim ben sınıf kavgasında ki yerimi seçtiğimde Marksist değildim. Bilmiyordum çünkü... (Tümüyle bildiğini söyleyen beri gelsin) Ama yolumu, işçi sınıfının yolu olarak seçmem için illa da Marksizm’i bilmem gerekmiyordu. Ve şu anda da öğrenme aşamasındayım. Okuyup öğrendiğim her şeyi “Marks söylüyorsa doğrudur” demeden kendi mantık, bilgi ve deneyimlerimle test ediyorum. Marks’la gücüm yettiğince çatır çatır tartışıyorum. Bu güne kadar hemen, hep beni ikna etti. Bazılarını da anlamadım bile çünkü bugünkü karşılıklarını bulamadım. Diyelim ki bu böyle olmadı. Diyelim ki bir konuda Marks beni ikna edemedi. Bu durum sınıf kavgasındaki tarafımı değiştirmeyecektir. Örneğin birisi çıkıp “aslında Marks kapitalizmin hayranıydı” dese ve bunu da, el yazmalarını bulup laboratuvar incelemeleri ile kanıtlasa, ben de kapitalizmin hayranı olmayacaktım.
Yani Arkadaşlar, söylemeye çalıştığım şeylerden ilki ve bence en önemlisi; ben Marks’ın taraftarı değilim, Marks’ın söyleyip yazdıklarının, sınıf kavgasında oluşturduğu öğretinin taraftarıyım. Üstelik benim algıladığım ve anladığım şekliyle ve sınırında… Bu sınırı aşan noktada ben Marksist değilim. Demek istediğim Marksizm’in henüz öğrenip bilmediğim bir öğretisinin savunucusu olmadığım gibi, bilip öğrendikten sonra aklıma, mantık ve vicdanıma yatmayan bir öğretisinin de savunucusu olmayacağım.
Ben “Avrupa’da dolaşan hayaletin” sanırım hep peşinde olacağım. Manifesto da söylenenler benim Marksizm’imin temeli olacaktır. Marks’ın bu noktada, sonraki herhangi bir yazısında kendini inkâr etmiş olsa dahi bu temel değişmeyecektir.
Ben şu anda asıl tehlikenin Marksizm ve solculuğun bir hastalık olduğunu sistematik olarak söyleyen mahşer korosunun kendisi olduğunu düşünüyorum. Bu mahşeri koroyu açığa çıkarmanın, teşhir etmenin gerekli olduğuna önemle inanıyorum.
Elbette Marksist öğretiye, Marksizm adına saldırı da yapılacaktır. Genelde bir kuruma, bir ideoloji veya bir inanca saldırmanın en etkili yolu, öncelikle eleştirdiğin şeyden yana gözükmektir. Şimdiye kadar hep kullanılagelmiş etkili ve sinsi bir yöntemdir. Ama Marksizm de her bilimsel önerme gibi tartışılabilir. Bu tip tartışmaları niyet okumalarla karşılayamayız. Daha önceki yazımda belirtmiştim. Benim için hikmetinden sual olunmaz hiçbir kurum ve kavram yoktur. Benim, Marksizm’in tartışılmasına bir itirazım yok önemli olan tartışmanın konusu, önermelerin ne dediği... Önermenin kendisi, doğruluğu, yanlışlığıdır önemli olan. Önermenin kimden geldiği de birincil önem de değildir.
Hemen her dinin adlarından biri, o dini yayan, vecibe ve ilkelerini ilk dile getiren peygamberlerinin ismi ile anılır. Garip bir tecelli olarak ideolojiler de öyle. Bu bir açıdan normal bir durum… Önemli olan öğretinin kendisi olduğu sürece bir sorun da yok bence.
Asıl dikkat çekmek istediğim; adı gizli olan peygamberler. Daha doğrusu “ilan edilmemiş peygamberler”. Belki biraz yumuşatırsak “büyük abiler” diye de tanımlayabiliriz. “Abim ne diyor acaba” ile başlayıp, “abim öyle diyor” a varan, giderek de “abim diyorsa doğrudur” la biten o süreç…
Yukarı da beynimizin çarkları arasındaki kamalardan söz etmiştim. Yani inançlardan, hani o sarsılmaz gibi görünüp, yeterli güç ve şiddetteki gelişmeler karşısında da yok olup giden inançlardan. Bazı büyük abilerin söylemlerindeki değişiklikler de inançların yok olması için yeterli güç ve şiddeti yaratırlar. Çoğu kez yerine yeni inançlar koyarak…
Geçenler de beni ziyaret eden bir arkadaşım anlattı. İsmini vermediği bir arkadaşı benim hakkım da “hala eski şeyleri savunuyor” demiş. Yeni olan nedir, ya da eski dediği şeyler nelerdir bilemiyorum, eğer benim bir dinozor olduğumu kast ediyorsa beis yok ancak değişmediğimi sanıyorsa yanılıyor. Elbette bende tüm olan bitenden etkileniyorum. Gelişen her olay kendimce kurduğum yaşamsal ve düşünsel denklemlerimdeki parametreleri değiştiriyor ve doğal olarak denklemlerin sonuçlarını da etkiliyor. Ama denklemlerin kurgusunu gücüm ve bilincim yettiğince test ettiğim bilimsel yöntemlere göre kurmaya çalışıyorum. O yüzden iş kurguladığım denklemleri değiştirmeye geldiğimde tutucu oluyorum. Kendimce, gücüm yettiğince sadık kalmaya çalıştığım bilim, benim tutucu yanım. Bilimsel olduğunu düşündüğünüz bir öğretiye yukarıda anlattığınız biçim ve özde olmak kaydıyla tutku ile bağlılık muhafazakarlık ya da Ortodoksluk olarak adlandırılamaz diye düşünüyorum.
Bu yazıyı okuma zahmetine katlama arkadaşlara teşekkür ederim. Uzunluğu için de beni affetsinler. Ancak facebook gibi sosyal paylaşım sitelerinin önemini kabul etmekle birlikte birbirimize kendimizi anlatabilmenin en sağlıklı yolunun bu tür mail grupları olduğunu düşünüyorum. Bundan sonra birçok konuda düşündüklerimi aktarmayı umut ediyorum. Düşündüklerimi dostlarım ve bir zamanlar çok şeyi paylaştığımız eski yoldaşlarımla paylaşmak ve onların katkı eleştirileri kendimi geliştirebilmek benim için önemli. Bu yazıyı, bundan sonra yazacaklarımda yanlış anlaşılmayı önlemek açısından bir anlamda önsöz olarak değerlendirin. O yüzden biraz(!) uzun oldu.
Saygılarımla
Nadi Öztüfekçi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Lütfen hakaret içeren yorumlar yazmayın.