Şimdiye kadar Sayın Küçükaydın’ın yazılarını, açık söylemek
gerekirse "o kadar da yazmış okuyalım bari" kabilinden okumaya
çalıştım. Çoğu kez beceremedim. Yanlış anlaşılmasın ne yazının uzunluğu ne de
işlediği konuların ağırlığı(!) neden oldu buna...
Küçükaydın'ın yazım tarzı okuyucuya saygı duymayan, adeta
"zaten anlatsam da anlamazsınız” havasında... Konuya bir türlü girmiyor,
söylemek istediğinin anlaşılmasını adeta istemiyor. Kanıtlanmaya şiddetle
muhtaç tezlerini ısrarla tekrarlayarak haklılık zemini yaratmaya çalışıyor. Öyle ki öne sürdüğü tez için getirdiği kanıt, tezin kendisi.
Kısaca "Doğru söylediğime şahidim" demek gibi bir şey...
Bu tarz; o yazıları okurken beni rahatsız ediyor. Adeta
hakarete uğramış, algılarımla alay ediliyormuş gibi geliyor bana. Bir iki
cümleyle ifade edilecek bir tezi üstelik kanıtlama ihtiyacı hissetmeden
sayfalarca anlatıp bıkkınlık üzerinden ikna etme yoluna giriyor. Okumanın
sonunda Melih Gökçek’i izlemiş gibi oluyorsun.
Uzun zamandan beri Muhammed'in Marks'tan daha Marksist
olduğunu kanıtlama sevdasında Sn. Küçükaydın... Son -okumak cesaretini
gösterdiğim- yazısında da benzer konuyu işlemiş...
Kendisi İhsan Eliaçık'ın “İslam ve Mülkiyet” konulu bir söyleşisine katılmış. O söyleşinin
başında İ.Eliaçık'ın “dinin en iyi ve doğru tanımını Karl Marks yapmıştır”
şeklinde bir söylemi olmuş. Bu söyleme itiraz ediyor Sn Küçükaydın... Kendisinden dinleyelim. (Bkz.Muhammet ve Marks)
"Toplantı’da ben de kısaca bir söz aldım ve “Sayın Eliaçık bir Müslüman
olarak “Marks’ın Din tanımının en doğru din tanımı olduğunu” söyledi; kanımca
bu tam doğru değil; ben de bir Marksist olarak Hazreti Muhammet’in din
kavrayışının; sosyolojik olarak Marks’ın din tanımından ya da kavrayışından
daha doğru ve derin olduğunu düşünüyorum. Marks’ın Din tanımı, aydınlanma’nın
Din’i inanç olarak tanımlamasının sınırları içinde kalır; buna bir eleştiri ve
bir karşı çıkıştır ama bu sınırları aşamaz. Marks, Din’in toplumun aynı zamanda
sınırlarını belirlediğini ve tüm ilişkilerini düzenlediğini göremez; Hazreti
Muhammet’in din kavrayışı bu bakımdan çok daha derin ve doğrudur” anlamında bir
şeyler söyledim.
Eliaçık böyle bir eleştiri karşısında şaşırdı ve memnuniyetle “bu
eleştiriyi aldık kabul ettik” dedi.
Elbette bir Müslüman’ın “Marks din hakkında en doğru tanımları yapmış”
diye söze başladığı bir yerde, bir Marksist’in de çıkıp, “hayır, Hz. Muhammet
din konusunda Marks’tan daha doğru ve derin bir kavrayıştadır” diye Müslüman’a
itiraz etmesi pek görülen ve görülmüş bir durum değildir ve insanları şaşırtır.
"
Doğrusu beni şaşırtmadı. Çünkü Sn. Küçükaydın kendi popülaritesini, trend olan ya da trend adayı düşünceleri, o düşüncelerin bizzat üretici sahipleri ya da en güçlü savunucularından daha keskin ve hararetli savunarak oluşturmaya çalışıyor. Aziz Nesin'in "Modern Dalkavukluk” üzerine bir öyküsünde anlattığı gibi, Demir Küçükaydın da bu kişileri adeta kendileri adına eleştirerek kendince rol kapıyor.
Aynı eğilimi aşağıda alıntıladığım söyleminde de görüyoruz.
“Çünkü Eliaçığın ele aldığı ve Marks’ın din tanımı olarak ifade ettiği din tanımı; henüz Marksist bir din tanımı olmadığı gibi, bazı bakımlardan da yanlış yorumlanmış bir din tanımıdır. Ayrıca bu din tanımı bugün çok gelişmiştir ve Muhammet’in din tanımıyla aşağı yukarı aynı yerdedir. Bu nedenle, Eliaçığın Marks’ın Din tanımını benimsemesi aslında belli bir gerileme anlamına da gelir.”
Demiraydın “Eliaçığın Marks’ın din tanımı olarak ifade ettiği din tanımı; henüz Marksist bir din tanımı olmadığı gibi…” diyerek Marks’ı da Marksizm adına eleştiriyor.
Ama Küçükaydın'ın bu kendine yakıştırdığı tarz benim yazımın
ana konusu değil.
Uzun zamandan beri Marks ve Muhammet kıyaslamalarına dayanak olan verilerin ne olduğunu, özellikle Muhammet'in felsefesinin derinliğinin örneklerini sunmasını bekliyorum kendisinden. Ama nafile... Örneğin Hz. Muhammet, Marks'tan daha doğru ve içerikli olarak din tanımını nasıl ve nerede yapmıştır? Bunu kendisinden bir türlü öğrenemiyoruz.
Uzun zamandan beri Marks ve Muhammet kıyaslamalarına dayanak olan verilerin ne olduğunu, özellikle Muhammet'in felsefesinin derinliğinin örneklerini sunmasını bekliyorum kendisinden. Ama nafile... Örneğin Hz. Muhammet, Marks'tan daha doğru ve içerikli olarak din tanımını nasıl ve nerede yapmıştır? Bunu kendisinden bir türlü öğrenemiyoruz.
Bir dünya görüşü veya bir inanç sistemi ile ilgili bu kadar
iddialı tezler ileri sürüyorsanız bu düşünceden alıntılar, örnekler vermeniz
gerekmez mi? Küçükaydın buna gerek
duymuyor. Kendi yorumlarını yeterli kanıt olarak görüyor. Oysa kendisinin
dediğine göre aslında Gerçek İslam, ‘Emevi
İslam’ının karşı devrimine uğramıştır. Bu durumda kendi ifadesiyle “Muhammet’in İslamı”, “Otantik İslam” olarak
adlandırılan “Marksizm’in bağrında
doğduğu“ İslam’ı hadislerde ya da
Kuran’da aramamız gerekiyor.
Belki bir ilahiyatçı değilim ve büyük ihtimal bu düzeyde
iddialı çıkarsamalar yaptığına göre Küçükaydın kadar da incelememiş olabilirim
Muhammet’in İslamını… Ancak Kuran’ın
sınırları, bu zamana kadar defalarca tashihten geçmiş hadislerin ne kadar
güvenilir olduğu ve Hz. Muhammet’in hayatının anlam ifade edebilecek temel
unsurlarının neler olduğu hakkında az çok bilgim-fikrim var. Ve ben doğrusu bu
“Otantik İslam” da sosyolojik derinliği olan, Marks’tan daha kapsamlı bir din tanımı
görmedim.
Marks’ın “Din,
insanların afyonudur” diye bunca zamandır özetlenen cümlesi, önceki iki
cümle ile birlikte okunduğunda bambaşka bir anlam ifade ettiği doğrudur. Her üç
cümleyi de aktarırsak: “Dini çile, aynı zamanda, gerçek çilenin
ifadesi ve gerçek çileye karşı bir başkaldırıdır. Din, baskı altındaki varlığın
iniltisi, vicdansız dünyanın vicdanı, ruhsuz hallerin ruhudur. Din, insanların
afyonudur” cümlelerinde Marks’ın
afyonu bir ilaç anlamında kullandığı görülüyor.
Ama Marks’ın söz konusu yazısında din hakkında söyledikleri bu cümle ile sınırlı değil.
Hemen devamındaki; “İnsanların aldatıcı mutluluğu olarak dinin kaldırılması, onların gerçek mutluluklarını talep etmektir. Onlara halleriyle ilgili hayallerinden vazgeçmeleri konusunda çağrı yapmak, onlardan hayal kurmayı gerektiren hallerini terk etmelerini de istemektir. Bu yüzden, kuluçka safhasında olsa da din eleştirisi, üzerinde dinin haleler oluşturduğu bu gözyaşı vadisinin eleştirisidir”cümlelerini de okuduğumuzda Marks’ın din hakkında aslında ne düşündüğünü, “Din, insanların afyonudur” cümlesinin bunca zamandır kafalarda uyandırdığı kavrama pek de ters olmadığını görürüz. Bu durumda Marks’ın din tanımının inançlı bir Müslüman olarak İhsan Eliaçık tarafından en doğru tanım olarak benimsenmesi doğrusu beni de şaşırttı.
Ama Marks’ın söz konusu yazısında din hakkında söyledikleri bu cümle ile sınırlı değil.
Hemen devamındaki; “İnsanların aldatıcı mutluluğu olarak dinin kaldırılması, onların gerçek mutluluklarını talep etmektir. Onlara halleriyle ilgili hayallerinden vazgeçmeleri konusunda çağrı yapmak, onlardan hayal kurmayı gerektiren hallerini terk etmelerini de istemektir. Bu yüzden, kuluçka safhasında olsa da din eleştirisi, üzerinde dinin haleler oluşturduğu bu gözyaşı vadisinin eleştirisidir”cümlelerini de okuduğumuzda Marks’ın din hakkında aslında ne düşündüğünü, “Din, insanların afyonudur” cümlesinin bunca zamandır kafalarda uyandırdığı kavrama pek de ters olmadığını görürüz. Bu durumda Marks’ın din tanımının inançlı bir Müslüman olarak İhsan Eliaçık tarafından en doğru tanım olarak benimsenmesi doğrusu beni de şaşırttı.
Elbette Hz. Muhammet’le Marks’ı, İslamiyet’le Marksizm’i
aynı amaçta birleştirmeye çalışan biri olarak Küçükaydın’ın Eliaçık adına
telaşlanmasını gayet doğal buluyorum. Ama “Eliaçığın Marks’ın Din tanımını benimsemesi
aslında belli bir gerileme anlamına da gelir” söylemini de tümüyle
anlamsız bir “cevahiri kurtarma çabası”
olarak görüyorum. Çünkü ortada ilerleme, gerileme sorunu yok. Tamamıyla bir
birinden ayrı dünya görüşünden söz ediyoruz.
Küçükaydın bıktırıcı iddialarını sadece Marksizm’in İslamiyetin ikinci sınıf bir imitasyonu olduğu konusunda tekrarlamıyor. En popüler trendleri titizlikle takip edip, suni paradigma oluşturma operasyonunun, en hararetli amigosu olarak dikkat çekebilmek adına eline geçen her türlü kavramı çekiştirip sündürüyor. Klasik aidiyet pazarlamacılığına kendince “renk” getirerek dikkat çekmeye çalışıyor. Birbirinin hemen aynı anlamda yüzlerce cümleyi bir çekirge sürüsü gibi üzerimize sürerek, piyasada dolaşan, duymaktan gına getirdiğimiz birer algı operasyonu ürünü, beylik düşünceleri kabul ettirme çabasına giriyor.
Tekrar Küçükaydın’a dönelim.
"Fiili hukuki bir eşitsizliğin olduğu bir yerde, yani örneğin ulusun Türklükle ve Sünni Müslümanlıkla tanımlandığı bir yerde, Kürtlerin veya Alevilerin, Hıristiyanların eşitliğini değil de, Kapitalizmi sorun etmek, sınıf mücadelesinden söz etmek; görünüşte çok keskin bir tavır ve eleştiri gibi görünse de, fiilen, var olan eşitsizliği savunmanın aracına dönüşür.
Yani kendi başına sınıf ve kapitalizm vurguları aslında devlet sınıflarını savunmanın bu gerici cumhuriyeti savunmanın bir aracı olur. Ulusalcıların temel karakteristiği budur"
İşte işin püf noktası…
Dahası da var. O incileri sonra ele alalım.
Herkesin ortak düşmanı sınıf mücadelesi ve antikapitalist mücadele… Sosyalizm mücadelesini saymıyorum bile, o zinhar günah. Bu cehennem misyonerleri küresel sermayenin, yüzlerce argüman, veri, ideoloji, kanaat, trend ve tabu üretme kiliselerinin bin bir titizlik ve büyük beceriyle oluşturdukları ayetleri, kendi yorumlarını da katarak vaaz ediyorlar. Sol jargonda günah, sevap raconu kesiyorlar.
Herkesin ortak düşmanı sınıf mücadelesi ve antikapitalist mücadele… Sosyalizm mücadelesini saymıyorum bile, o zinhar günah. Bu cehennem misyonerleri küresel sermayenin, yüzlerce argüman, veri, ideoloji, kanaat, trend ve tabu üretme kiliselerinin bin bir titizlik ve büyük beceriyle oluşturdukları ayetleri, kendi yorumlarını da katarak vaaz ediyorlar. Sol jargonda günah, sevap raconu kesiyorlar.
Ama hepsinin de, bu arada Sn. Küçükaydın’ın da gözden
kaçırdıkları –görmezden geldikleri- bir şey var. Sınıf mücadelesi arzuya tabi değildir.
Kendiliğinden var olan bir şeydir. Vardır. Görsen de görmesen de, sorun etsen
de etmesen de var olmaya devam edecektir. Önceliğini de kendisi saptar. Öyle
ayakları havada hiyerarşi raconlarını dikkate almaz. Çok doğal olarak
antikapitalist mücadele de öyledir. Sınıf kavgasının sonucu ve uzantısıdır.
Sınıf kavgasına “ulusalcılık”
yaftasını iliştiremezsiniz. Tutmaz. Siz o yaftayı iliştiremediğiniz gibi ayna
görüntünüz ulusalcılar da bu kavgaya kendi gömleklerini giydiremezler. Dar
gelir patlar.
Her türlü hukuki eşitsizliğe, haksızlığa karşı mücadele, her türlü özgürlük ve demokrasi mücadelesi sınıf mücadelesi ile aynı doğrultuda kuvvet oluşturur. Birbirini besler. Asla birbirleriyle çelişmez aksine bileşke kuvvet oluşturur. Bu bileşke kuvvetin bileşenlerine öncelik atamanın pratikte hiçbir anlamı yoktur. Özellikle ana ekseni oluşturan sınıf kavgasını ötelemek adına yapılan ahlaki telkinler bu bileşke kuvvetin karşısında durmaya çalışmak anlamına geleceği gibi aynı zaman da beyhude bir çabadır.
Bu arada Sn. Küçükaydın’ın Marksist Literatüre, iyi saatte olsunlar kadrosundan sokmaya
çalıştığı ‘Devlet Sınıfı’nı bir ara ele almak lazım. Ancak; “Yani
kendi başına sınıf ve kapitalizm vurguları aslında devlet sınıflarını
savunmanın bu gerici cumhuriyeti savunmanın bir aracı olur. Ulusalcıların temel
karakteristiği budur" cümlesinde “Devlet Sınıfı” kavramının burjuvazi ile ittifak yapmanın gerekçesi
olarak bir “ecinni” olarak nasıl kullanıldığını da şimdilik görmüş olalım.
Sözü tekrar Sn Küçükaydın’a bırakalım.
“Çünkü artı değeri yaratan işgücünün dili, dini, cinsi, ırkı, inancı, fikri, kültürü, cinsel tercihi vs., onun üreteceği artı değer üzerinde; yani işgücünün kullanım değeri üzerinde hiçbir etkide bulunmadığından, bu alanlarda devletin körlüğü ve gerçek bir eşitlik kapitalizm için ideal şartları ‘savunmaktan’ başka bir anlama gelmez. Ama kapitalizm için ideal şartlar, yani gerçek bir demokratizm aynı zamanda kapitalizme karşı mücadele için de ideal koşulları sağlayacağından sosyalistlerce de savunulabilir ve savunulmalıdır. Bu bakımdan elbet bir sorun yoktur.”
Tam bu noktada Sn. Küçükaydın’ın da dahil olduğu o cehennem
korosunun Sınıf Mücadelesinden neden
bu kadar korktuğunu da anlamak mümkün oluyor. Çünkü sınıf mücadelesinin onca
zenginliği ve detayı içermesine karşın berrak ve tutarlı yapısı; taraflar, hedefler
ve izlenecek yol açısından algı yönlendirme tekniklerine pabuç bırakmaz. Bu
kavga hedefine giden en sağlam ve tutarlı yolu izlemeyi, kendi dinamiği içerisinde
başarır.
Yaşama, tarihe, bilime ve güncele “sınıf kavgası perspektifinden” bakan bir düşünce sisteminde; “kapitalizme karşı mücadele için de ideal koşulları” oluşturmanın yolu “kapitalizm için ideal şartları savunmak”tan geçer gibi absürt bir düşünceyi savunmaya kalktığında bu mücadelenin dinamiği seni fırlatıp atar. Nitekim atmıştır.
Yaşama, tarihe, bilime ve güncele “sınıf kavgası perspektifinden” bakan bir düşünce sisteminde; “kapitalizme karşı mücadele için de ideal koşulları” oluşturmanın yolu “kapitalizm için ideal şartları savunmak”tan geçer gibi absürt bir düşünceyi savunmaya kalktığında bu mücadelenin dinamiği seni fırlatıp atar. Nitekim atmıştır.
Sınıf mücadelesinin kendi mecrasında kararlı bir şekilde
ilerlemesi her türlü bent ve baraja karşın akışını sürdüren bir akarsu gibidir.
İşte; Sn Küçükaydın’ın bu akarsuya kenarından bucağından da olsa girmeye
çalışan Antikapitalist Müslümanları
akarsuyun kenarına dikilip “aman ha, dikkat ha” diye uyarma telaşı bundandır. Adeta kendi absürtlüğüne arkadaş aramaktadır.
Son olarak;
Küçükaydın yazısını “Ama bu eşitliğe hala ahlaki araçlarla; tüketim ve bölüşüm alanındaki tedbirlerle ulaşmak sınırında kaldıkları için, (Antikapitalist Müslümanlar)henüz ütopik sosyalistlerdir.
Üretimin düzenlenmesiyle bunun olabileceğini gördükleri; bugüne kadarki başarısızlıkların nedenlerini araştırıp tartıştıkları an Marksistler haline geleceklerdir.
Muhammet ve Marks buluşacaktır” gibi, her zaman yaptığı üzere birbirinden mesnetsiz iddialarla dolu bir söylemle bitiriyor.
Kürtlerin veya Alevilerin, Hıristiyanların eşitliğini değil de, Kapitalizmi sorun etmek, sınıf mücadelesinden söz etmeyi ulusalcılıkla eş tutarak sosyalist mücadeleyi ahlaki sınırlar içersine bizzat kendisinin tıktığını unutup “tüketim ve bölüşüm” konusunu ahlaki araçlar sınırında kalan eski bir argüman olmakla küçümsüyor. Çözümünü de “Üretimin düzenlenmesiyle” diyerek kapitalist sistem içerisinde arayıp bularak hallettikten sonra, Antikapitalist Müslümanların “Marksist” olma ve Muhammet ve Marks’ın buluşma talimatnamesini bitirmiş oluyor.
Ortada bir buluşma var. Var da… Bunun kimler arasında ve
hangi zeminde olduğu önemli...
Nadi Öztüfekçi
08/02/2014
Nadi Öztüfekçi
08/02/2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Lütfen hakaret içeren yorumlar yazmayın.