27 Mart 2015 Cuma

Türkiye Cumhuriyeti Holdingi


AKP ile mücadele ne demek?
Bence seçimlerin eli kulağında olduğu şu sıralar üzerinde düşünmemiz gereken belki de en önemli şey bu.
Niçin AKP ile mücadele etmek gerekiyor?
Neden AKP ile yürütülen süreçlerin önüne geçmek gerekir?
Lafı uzatmadan sorduğum soruyu yanıtlayayım.
AKP ile mücadele etmek Küresel Kapitalizmle mücadele etmektir.
Eğer AKP ile mücadele ederken Küresel Kapitalizmi atlıyorsanız ya da AKP’nin Küresel Kapitalizmle görünürdeki çelişkilerinden medet umuyorsanız bence AKP ile hiç mücadele etmeyin.
Küresel Sermayenin ülkemiz üzerindeki kendi istek ve gereksinimleri doğrultusunda yapmak istediği formatlamalardan bihaberseniz, görmezden geliyor ya da –şimdilik kaydıyla da olsa- rıza gösteriyorsanız AKP karşıtı olmanın ne anlamı var ki?
Hele hele daha yüce ülküler adına bu projelere sıcak bakıyorsanız zaten AKP karşıtı değilsiniz.
Aksine AKP’li olun gitsin.

Bir de tam tersi yönden bakalım.
Diyelim ki sosyalistsiniz ya da komünist. 
Hem de şöyle en afililerinden, hani attı mı mangalda kül bırakmayanlardan, sınıf kavgası sizden soruluyor.
Kapitalizmle mücadeleden başka uğraş tanımayanlardansınız. Katıksız Marksist, o derece yani…
Eğer günümüz koşullarında AKP ile mücadeleyi gereksiz buluyor hatta küçümsüyor ve hak ettiği önemi vermiyorsanız sakın kendinize komünist, sosyalist falan demeyin. Marksizm de sizin için bir futbol takımının fanatik taraftarlığından başka bir şey değildir. Ne kapitalizm ne AKP ne de AKP’nin iktidar olma sürecinden haberiniz var demektir.

12 Eylül Faşist darbesinden bu yana defalarca denenen ve -kendileri açısından- nihayet AKP ile başarıyla sonuçlanan bu projeyi gözlemlemediyseniz, ciltler dolusu Marks, Lenin okumanızın hiçbir faydası olmamış demektir.
Keşke Kuran’ı hatim etseydiniz, hiç olmazsa ‘sevap’ kazanırdınız.

Niçin AKP ile mücadele etmek gerekiyor?
Sorunun yanıtı “Küresel Kapitalizmle niçin mücadele etmek gerekir?”le aynı aslında.
Küresel Kapitalizmle mücadele etmek gerekir, çünkü:
Küresel Sermaye bildiğimiz Kapitalizm’in Emperyalizme, uluslar arası tekelci sermayeye evirilmesinin bütün acımasız, kanlı aşamalarını yeni baştan Dünya adası ölçeğinde bünyesinde barındıran bir sürecin tanımıdır.
Bütün bu aşamaların daha kısa zaman aralıklı ve daha iç içe geçmiş olduğu, giderek hızlanan bir süreçten söz ediyoruz.
Eskisine göre daha acımasız, daha kanlı, daha kararlı, -kendisi açısından- daha kaçınılmaz, daha özdenetimli, daha deneyimli, daha sofistike…
Sadece yayılmacı bir kapitalistleşme değil aynı anda derinlemesine işleyen giderek içselleşen bir kapitalistleşme süreci.
Bütün bunlar ne anlama geliyor?
Kapitalizmin gelişiminde yaşanan bütün sancılı süreçlerin üstelik insanlıktan yana olan hemen bütün özelliklerinin törpülendiği ya da sistemin çıkarına uygun olarak yeniden formatlandığı, haliyle yeniden yaşanacağı anlamına geliyor.
Yani emek sömürüsünün, mülksüzleştirmenin, yoksulaştırmanın, işsizleştirme, doğa katliamının, savaşların, acı, zulüm, kan ve gözyaşının yeniden, daha büyük boyutlarda yaşanacağı anlamına geliyor.
İşte küresel çaptaki bu lanetli sürecin şu andaki odak noktası da bölgemiz ve Türkiye…
Bu odak noktası olma hali, yukarıda sözünü ettiğim “daha özdenetimli” özelliğin, yani o özdenetimin arkasındaki ‘erk’in keyfi bir tercihi değil, hissettiği lüzumun, bir zorunluluğun gereği.

Bu zorunluluk aynı zamanda gerek coğrafi, gerek kültürel nedenler gerekse de Ekim Devrimi gibi tarihsel olaylar nedeniyle bir türlü gereğince özdeşleşemediği Asya ve uzak Asya’ya köprü niteliği taşıyan bölgemiz ve ülkemiz üzerinde odaklanmasını getiriyor.
Napolyon’dan tutun, I. ve II. Dünya Savaşına kadar adeta bir refleks, bir içsel güdü halinde kapitalizmin Asya ile özdeşleşme tutkusu hep olageldi.
Ekim Devrimi ve beraberinde gelişen ulusal kurtuluş savaşları bu tutkunun önünde en büyük engel oldu.
Ve Türkiye..! O “Hava Ana’nın dünkü çocuk sayıldığı”, yüzlerce halkın ve kültürün hercümerç olduğu, Dünyanın en kadim ulusu Anadolu halkı ve ülkesi Türkiye o tutkunun, o lanetli sürecin en büyük hedeflerinden biri olmaya devam ediyor

O lanetli sürecin Türkiye ayağına, AKP bağlamında nelerin bizleri beklediğine birlikte bakalım.
Ama önce küresel çapta ilişkisini görmek için bir hatırlatma yapalım.
Bilirsiniz; Hani ABD’ndeki Cumhuriyetçi Partinin muhafazakar kanadı olarak bilinen, Çay Partisi denilen bir hareket vardır. Son zamanlar da Amerikan Sermayesinin daha bir desteğini alarak etkin bir rol üslendi.
Son çıkışları Başkan Obama’nın sağlık reformu politikasına karşı yürüttükleri etkili muhalefetti.
Obama’nın göstermelik sosyal devlet vurgusuna bile tahammül edememişler, ekonomik alanda her türlü müdahalenin piyasanın çarklarını işleyemez hale getireceğine dair kurucu liberal düşünceye geri dönülmesini Obama’ya oldukça etkili bir tarzda hatırlatmışlardı.
Bütçeyi onaylamamışlar bir süre Amerikan Devletini işlemez hale getirmişlerdi.
Aslında bu gelişme her ne kadar ABD de gerçekleşse de Küresel Sermayenin kendi içsel bir tepkisiydi.
Her türlü sosyal harcamanın vergilere getirdiği yükü artık kabullenmek istemeyen, devlete verdiği vergiyi adeta hizmet sektöründeki özel bir şirkete verilen bir ücret ve bir aidat olarak görmek isteyen Küresel Sermayenin...
Yani onun kişisel ve ticari güvenliğini, enerjisini, ulaşımını, ihtiyacı olduğu işgücünün eğitimini düzenleyen, gerektiğinde yine onun çıkarlarını sınırların ötesinde kollayacak askeri gücü sağlayan bu Şirket-Devlete hizmetleri için ödenen ücret olarak görmek istiyor.
Çok kazananlardan az kazananlar ya da hiç geliri olmayanlar için alınan vergiye tahammül edemiyor.
Yurttaş ve devlet ilişkisinin yerine şirket ve müşteri ilişkisini arzuluyor.
Müşterisi olduğu, hatta hissedarı olduğu bu ‘şirketin’ yaptığı ‘hayır işleri’ için ekstra ücret ödemek istemiyor. Doğal olarak da parlamentoyu bu şirketin icra kurulu, devlet başkanını da şirket müdürü olarak görüyor.
Hissedarların çıkarlarını yine hisseleri oranında gözeten şirket icra kurulu ve şirket müdürü…

Tıpkı dünkü konuşmasında bizim başkanımızın ağzından kaçırdığı ;” Türkiye'yi anonim şirket gibiyönetmek istiyorum” şeklindeki niyet beyanı gibi.
Çay Partisinin ABD de –şimdilik kaydıyla- dilediğince hayata geçiremediği plan ve arzuları Türkiye’de AKP ve onun daimi yönetim kurulu başkanı aracılığıyla hayata geçmek üzere.
Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun cafcaflı cümlelerinin arasına sıkıştırılmış ve bugüne kadar uygulamaya konmamış maddeler artık kaldırıldıkları raftan indirildi.
Bundan böyle SGK çalışan ve emekli sigortalıların sağlık harcamalarını piyasa koşulları ve bütçe durumuna göre ödeyecek ya da ödemeyecek.
Artık sosyal haklar yerine getirilen, birçok solcu geçinen liberal teşne tarafından alkışlanan ve komünist geçinen, kibirden ve kasılmaktan ensesi dönmeyen, fanatik ProleterSpor taraftarlarının haberinin bile olmadığı “sosyal sadaka” uygulamalarından da vazgeçilmek üzere.

Eskiden devlet hastanelerinde bir anlamda etik dışı olan özel muayene ücreti adı altındaki harac balayı döneminin bitimiyle beraber devletin de ortak olmasıyla meşrulaştı.

Hastanelerde ki kuyruklar tarihe geçmek üzere çünkü yakında sadece parası olanlar sağlık hizmeti alabilecek. O pahallı hizmetlerin ‘fark ücreti’ni ödeyebilmek için varını yoğunu satarak mülksüzler kervanına katılmayı göze alanlar ya da yeterli parası olanlar, yani kurulmak üzere olan şirket devletin bir şekilde müşterisi olabilenler hizmet alabilecekler.

Gerçi kimsenin hakkını yemeyelim. Gelecekteki şirket müdürümüz (bu hızla zenginleşmeye devam ederse belki de en büyük hissedar olarak patronumuz) bu gerçek ama pahalı sağlık hizmetlerini satın alamayacak kadar yoksul olanlar için bir iyilik düşünüyor.

Sanal Tedavi..!


En tanımlayıcı ifade ile ot çöpten oluşan sadece sağlığa aykırı bir yanı olmadığına dair Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından onaylı, plasebo ilaçlarla tedavi imkanı eli kulağında.

O ot çöp uzmanı(!) İbrahim Saraçoğlu şaklabanı neden Cumhurbaşkanlığı başdanışmanlığına getirildi sanıyorsunuz? Şu anda AkSaray’ın 1000 odasından birinde diğer uzmanlarla birlikte sanal tedavi kürleri, beraberinde verilecek SGK’nun ödeme listesine alacağı sıfır maliyetli plasebo ilaçların listeleri hazırlanıyor.

Parası olanlar gerçek tıp hizmetini alırken diğerleri de “tedavi ediliyormuş gibi” olacaklar.

Peki, AKP ile süre gelen, gelecek olan felaketler sadece sağlık konusunda mı?

Elbette değil.
Daha önceki yazılarımda kısaca bahsetmiştim.
GATS, TISA gibi uluslararası anlaşmalar henüz tam anlamıyla uygulamaya girmedi.
Bu anlaşmaların özü şu; tüm kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesi, dolayısıyla uluslararası ticari kurallara tabi olması yani küresel sermayeye açılması…


İşe bu anlaşmalarının ifade edilişlerinden başlamak lazım. Örneğin GATS; Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (The General Agreement on Trade in Services) kelimelerin kısaltılmışı.

TISA’ya gelince; Hizmetlerin Ticareti Anlaşması (Trade in Services Agreement) anlamında, GATS’ın tıkandığı alanlarda yeni baştan bir dizi görüşmeyi kapsamakta. Bu metalaşmayı ülkelerin hukuk yapıları içinde yasal güvenceye alan görüşme ve anlaşmalar.
Yani ‘Kamu Hizmetleri’ kavramı önce ‘Hizmet Ticareti’ne dönüştürülüyor dolayısıyla ‘hak’ metalaşmış oluyor. Hak metalaşınca ortadan kalkıyor. Ortada sadece “hizmet ticareti” kalıyor.


Peki, bunun sonuçlarının neler olabileceği ülkemizde yeterince tartışıldı mı ya da tartışılıyor mu?
Ne yazık ki hayır..!

Konunun uzmanı olmasam da kendimce ve kısaca tartışmak istiyorum.

Eğitimden, iletişime, sağlık, su dağıtım sistemleri,  enerji dağıtım, mühendislik, finans, sigorta, çevre gibi hayatın hemen her alanındaki kamu hizmetleri artık ticarileşiyor.
Bunu; “bu hizmetlerin artık özel sektör tarafından yapılacak” olması ile tanımlamak yeterli olmaz.
Devlet’ten ya da Belediye gibi kamudan alınan, aslında ülkenin bir vatandaşı olarak almaya hakkınız olan hizmetlerin artık size satıldığını düşünün.
Eskiden hakkınız olanı şimdi paranız olunca alacaksınız.

Şu “eşit yurttaşlık” denilen kavramı bir an için etnik ve inanç bağlamından farklı düşünelim.

Bu kavrama emekçiler, yoksullar, işsizler,  mülksüzler ve güvencesizler adına düşünerek kamu hizmetlerinden eşit yararlanma hakkı olarak bakalım.

Yeni bir aşama kaydeden  tescillenmiş, yasal güvenceye alınmış ekonomik eşitsizliğin yurttaşlık hakları açısından eşitsizliğe getirdiği yeni boyutu bir düşünelim.

Böyle düşündüğümüz zaman daha iyi kamu hizmeti alabilmek için daha başarılı, daha dürüst yöneticileri seçme ya da seçmemenin bir anlamı olmadığı durumlara doğru gidiyor olduğumuzu görürüz.
Daha iyi hizmet almak istiyorsan daha fazla para ödemek zorundasın.
Şöyle özetleyelim daha eşit yurttaş olmak istiyorsan daha fazla para ödemek zorundasın.
Devam edelim; ne kadar paran varsa o kadar “eşit” oluyorsun.


Su dağıtımının özelleştiğini, uluslar arası rekabete açıldığını düşünün.

Belediyelerin bu konularda kurduğu (BİT) şirketlerle aynı yasal güvencede ama uluslararası sermaye gücünü arkasına alan Küresel bir şirketin ihalelerde şansı daha fazla olacağı kesindir.
AKP tarafından çoktan zemini hazırlandığı için su kaynakları üzerinde de aynı ticari haklara sahip olacaktır.
Su dağıtımı artık sosyal bir görevi yerine getirmek değil ticari rekabet kuralları çerçevesinde kar getirecek bir sektördür.
Önceden zengin bir semte daha bol ve kesintisiz su verilmesinin siyasi bedeli olurdu veya –şimdilik- oluyor. Bundan böyle bu, yasal sayılıp ve kapitalist etik (ticari kurallar) çerçevesinde ele alınacak. Artık onlarca köyü kapsayacak kadar insanın yaşadığı sitelerin aidatlarının tutarı, örneğin suyun kullanım hakkının düzeyini de belirleyecek. Eşitsizlik mali olmaktan çıkıp maddeleşecek, içselleşecek.

Seçmek ve seçmemek anlamını yitirdiğinde demokrasinin de anlamsızlaşacağı, gereksizleşeceği bir ortamı düşünün ve demokrasinin sınıfsal bağlantısını bir daha keşfedin, bir daha kavrayın.
İşte bu noktada AKP’ni de bir daha düşünelim. Bunca yıllık iktidarı boyunca yaptıklarının aslında yukarıda tartıştığımız konularda nasıl zemin hazırladığına bakalım.


GATS Türkiye tarafından 1995’te onaylandı. Ancak 2002’den sonraki aşamada Türkiye hızlı bir şekilde kendi yasal ve ticari mevzuatını bu anlaşmaya uygun hale getirmeye başladı.

Anayasa referandumunun arka planında yer alan faktörlerden biri de buydu. Aslında TISA görüşmelerinin ana çerçevesi de gerekli yasal güvencelerin sağlanması amaçlı çizilmişti.

2002’den 2014’e kadar bu görüşmeler; arkasında büyük oy desteği olan, Parlamento belirleyici güç sahibi AKP marifetiyle, GATS anlaşmasının yapısında “stand still” denilen, geri dönüşün olmaması ilkesi ekseninde sürdürüldü.

Bir yandan da anlaşma çerçevesinde uygulamalar başladı.
AKP Kamu Hizmetlerini hızla ticarileştirdi.
Küresel Sermayeye cazip hale getirebilmek üzere de sosyal haklar ustaca yok edildi.
Bu sürecin işletilmesinde kullanılan argümanları hatırlamaya çalışalım.
‘Sosyal Haklar’ kavramının ‘Sosyal Yardım’a dönüştürülmesindeki usta işi dolandırıcılığı bir kavrayalım.


Sosyal yardımların sahte cazibesine kapılıp nasıl sosyal haklarımızdan vazgeçtiğimizi düşünelim.
Bu süre boyunca sosyal yardımlar aslında Küresel Sermayenin AKP’ne verdiği avanstı.
Bu uygulamalar milyonlarca emekçinin, yoksulun yıkımı anlamına gelir. Eğer bu anlaşmaların gereği gerçekten yerine getirilseydi AKP’nin oy potansiyeli bu aşamada olmazdı.


GATT, GATS ve TISA anlaşmalarını 2014’te son haline gelmesine kadarki aşamalarının 1947 Uruguay görüşme turlarından bu yana nasıl sabırla işlendiğini düşünürsek, Küresel Sermayenin %47 ile bu anlaşmaların en hevesli ülkelerinden biri olan Türkiye ve AKP hükümetine verdiği avansı normal karşılamak lazım.

Karlı ve uzun erimli bir yatırım için gösterilen bilinçli bir sabır olarak değerlendirebiliriz.

Ancak Küresel Sermaye için bu uzun ve sabırlı yatırımın kara dönüşmesi zamanı geldi.

Yanlış anlaşılmasın ne emperyalizm ne de küresel sermayenin bu zamana kadar Türkiye üzerinden kar üretmediğini savunmuyorum.
Böyle bir iddia ne kapitalizmi, ne küreselleşmeyi ne de küresel sermayenin içsel dinamiğini kavramamak anlamına gelir. Sosyal yardım politikaları boyunca da sermaye kar etmeye devam ediyordu.
Ancak bu sürecin arkasında daha büyük planların varlığını ve milyonlarca insanın hızlı yıkımı anlamına gelecek büyük liberalizasyonun vahametini de vurgulamak gerekmekte. Sosyal hakların yok edilme sürecinin sancılarının yumuşatıcısı sosyal yardım politikalarının sonuna geldiğimizi de bilmemiz gerekiyor.

Yani bundan sonraki AKP bildiğimiz AKP’den farklı olacak. “Öncesi çok mu iyiydi sanki” dediğinizi duyar gibiyim. Elbette değildi. Ama iktidarını büyük bir kesim üzerinde başarıyla uyguladığı “sanal mutluluk”, yaşamsal bağımlık üzerine kurmuş bir AKP iktidarının yerine, son görevini yapmak, son atımlık barutunu kullanmak üzere son kozlarını oynayan bir AKP iktidarına hazır olun.

Geminin fareleri arasında telaşlı kendini kurtarma tepişmelerini de buna yorun.
Bunca zamandır kenarından kıyısından nemalandıkları, kendilerine geçici olarak emanet edilen Türkiye çiftliği ellerinden kaymakta.
Küresel sermaye emanetini geri alıyor. Eskiden babalarının malı gibi kullandıklarının artık sadece sıradan bir müşterisi olmak üzereler.
Artık eş, evlat, akraba, yandaş, candaş, bizden vatandaş bitmek üzere.
Sakın bu cümlemi de hayra yormayın.
Yerine her türlü duygudan arınmış bütün acımasızlığı ve katılığıyla küresel ticari kurallarla karşı karşıya kalacağız.
Alelacele çıkarılan torba yasaları bir de bu gözden inceleyin. Son seçimlerle birlikte seçmek ve seçmemenin, dolayısıyla da seçilmenin de önemsizleşebileceği yeni “demokratik” yaşama “merhaba” demeye hazırlanın.


Seçimlerden sonra AKP’nin son görevlerinin neler olabileceğini bunca süredir büyük bir liyakat ve sadakatle uyguladığı gizli listenin son maddeleri esasen ürpertici maddelerle dolu.
Hisselere ve şubelere ayrılmış bir
Türkiye Cumhuriyeti Holdingi beğenilerimize sunulmak değil dayatılmak üzere.

AKP’ye yönelik genel geçer muhalefet kelamlarının biraz ötesine gittiğimizde ya da “sınıfsal” bakış açısına, komünistliğine zinhar halel getirmeyen, o katıksız proleter devrimci imajı için kullanılan at gözlüklerini çıkardığımızda durumun vahametini görebiliriz.

Aslında 13 yıllık AKP iktidarının en yumuşak ve aldatıcı görünümünden başlayarak giderek gerçek yüzünü gösterdiği büyük bir "Küresel Kapitalizm saldırısı" olduğunu gördüğümüzde sınıf mücadelesinin aldığı yeni boyutun farkına varmak mümkün.
Daralmakta olduğunu düşündüğümüz sınıfsal mücadelenin çok daha kitleselleşme potansiyeli taşıdığını yeni tehlikelerin yeni mücadele olanaklarıyla birlikte geliştiğini görmek de öyle…

Türkiye koşullarında antikapitalist olmadan AKP karşıtı olunamaz ama AKP’ne karşı mücadele etmeden de antikapitalist mücadele ve sınıf mücadelesi yapılamaz.
AKP ile mücadele; AKP eliyle Küresel Kapitalizmin yapmak istediklerini iyi kavrayarak mücadele edildiğinde bir anlam kazanır.

Sınıf mücadelesinin üzerine etnik urba giydirerek sadece görev listesinin o son maddelerine kolaylık sağlamış olursunuz.

Hele hele bu görevden medet umarsan, örneğin AKP ile mücadeleyi “giderayak şu bizim işi de hallediversek” mantığıyla yapmaya kalkarsan arada hallolur gidersin.

Nadi Öztüfekçi
27 Mart 2015

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Lütfen hakaret içeren yorumlar yazmayın.