15 Temmuz Darbe Girişiminin sivil darbeye dönüşmesinin önünde tek engel var.
Bir türlü istenen kıvama gelmeyen ülkenin bölünmesine karşı olan, Cumhuriyetin yıkılmasına gönlü razı olmayan aynı zamanda laiklikten yana olan ya da en azından sorunu olmayan, daha çok CHP'de olmasına karşın, hemen her partinin tabanında yer alan geniş bir kesim…
Evet, her partide, AKP ve HDP tabanında da var olan bir kesimden, Küresel Kapitalizmin ülkemiz üzerindeki formatlamasında engel olarak gördüğü ama bir türlü uygun kıvama getiremediği bir kesimden söz ediyoruz.
12 Eylül'den bu yana, sinsi ya da açık, sürekli törpülenmeye, parçalanmaya, eritilmeye çalışıldı bu kesim.
Bir türlü başarılamadı.
Eğer başarılabilseydi ne 17-25 Aralık hırlaşması, ne de 15 Temmuz Darbe Girişimi olacaktı.
17-25 Aralık hırlaşması, Erdoğan'a o meşhur “baldıran zehrini”(*) içmesi için elini çabuk tutmaya zorlamaktı.
Erdoğan’ın “baldıran zehri” diye söz ettiği şey neydi?
Baldıran zehri diye tanımlanan şey; onu bir proje olarak ortaya süren Küresel Kapitalizmin kendisine yüklediği misyonu yerine getirmeye kalktığında karşılaşacağı o kesimin tepkisiydi.
Gezi Direnişi bu kesimin kendini kanıtlamasıydı. Yani o baldıran zehrinin adeta somutlaşmasıydı.
Erdoğan bu zehri içmek istemedi. Hırlaşma oradan çıktı.
Erdoğan bu hırlaşma esnasında, Küresel Patronlarına o misyonu Cemaat’e gerek duymaksızın yerine getirebileceğini kanıtlamaya çalıştı.
Ama iş dönüp dolaşıp o kesime, yani göstereceği tepki baldıran zehri yerine geçen ve “bir türlü uygun kıvama gelmeyen” o kesimin varlığına dayanıyordu.
Üstelik Gezi Direnişi ile birlikte bu kesim canlanmış ve hareketlenmişti.
Bu hareketlenme Erdoğan'a etrafında kemikleşmiş bir cephe oluşturma ihtiyacı hissettirdi. Bu zamana kadar; çözüm süreci, İmralı görüşmeleri ve Dolmabahçe Mutabakatı ile çizdiği imajın, bu cephenin pekliğine zarar getirdiğini gördü.
7 Haziran seçimlerinin sonuçları bütün bunların tuzu biberi oldu.
Erdoğan bu zamana kadar oynadığı “külhan liberal” tipinin bu kesim üzerinde olumlu değil olumsuz etki yaptığını en açık 7 Haziran seçimlerinde gördü…
Böylece belki de Küresel kaynaklı tavsiye, telkin veya yönlendirme sonucu çizdiği imajın "liberal" kısmını budadı. Yerine 'Külhan'ın yanına milliyetçi, ümmetçi, despot karışımı bir bulamaç ekleyerek öncekinin tam tersi bir kılığa büründü.
Bu gelişmeyi Erdoğan'ın başkanlık hırsına bağlayan, yüzeysel değerlendirmelerle açıklamak yerine Erdoğan’ın Küresel Kapitalizmle ilişkileri, edindiği misyonlar ve bu ilişkilerin geçici olamayacağı gerçeği üzerinden ele almak gerek.
Erdoğan’ın bu yeni kılığı, bu misyonları yerine getirmek için gerekli gücü biriktirmek amaçlıydı. Başkanlık bu gücün somutlaşmış hali.
Bir başka tanımla, o “bir türlü uygun kıvama gelmeyen” kesime çalım atmaya çalışıyordu.
Bu kesimin bir türlü istenen kıvama gelmeyeceği anlaşılınca, ustaca geliştirilen bir parçalama yönteminin uzantısıydı.
Bu kesimin iki temel özelliği var. Birinci temel özelliği Laik ve demokrat olması ama ikinci temel özelliği ulusalcı anti-emperyalist ve ulusal birlikten yana olmaları...
Bu kesimin bu iki temel özelliğini aralarında paylaşıp öne çıkaran iki güçlü kutup yaratarak, bunlardan birini tercihe zorlamak gibi oldukça sofistike bir yöntem geliştirildi.
Bu o zamana kadar süregelen Küresel Kapitalizmin gözetim ve desteğinde, Cemaatin organizasyonunda oluşturulan AKP, Kürt Hareketi ve Liberal ittifakına bir süre için ara verilmesi anlamındaydı.
En azından bu ittifak eskisi gibi görünürde yapılmayacaktı.
Erdoğan'ın bu yeni tutumu bu ittifakın liberal kanadında sıkıntı yarattı.
Yaşananlar, yaygın medyada yazan çizen yazar, bilim adamı ve eski yeni siyasetçiler ve onların sosyal medyada müritliğini yapan, eski solculardan oluşan bu liberal kesim açısından büyük bir fiyaskoydu.
Bu fiyasko şampiyonları, 5-6 yıl önce Balyoz davalarının gönüllü savcıları olarak Cemaate alkış tutar, çözüm süreci boyunca AKP'ye toz kondurmazken, Dolmabahçe mutabakatı ertelenince bir kısmı AKP düşmanı olmuşlardı.
Ahmet Altan'ın "Derin Devlet AKP'yi ele geçirdi" mealindeki 'derin' tespite kulak verip, eski aşkları Cemaate bel bağlamış vaziyette susuyorlardı.
Susuyorlardı, çünkü inandırıcılıkları kalmamıştı, ne ön gördülerse fiyasko ile sonuçlanmıştı.
Zira bel bağladıkları Cemaatin de kirli çamaşırları ortaya çıkmıştı.
O yüzden Cemaatin organize etmeye çalıştığı, CHP-HDP ittifakını dillendirirken de bayağı mahcuptular.
Kendileri yerine, Yetmez ama Evet döneminde kavgalaştıkları, sonradan Kürt Hareketi vasıtasıyla devşirdikleri söylem keskini teşne solcuları konuşturdular.
Oysa mahcup olmalarına hiç gerek yoktu.
Sadece Cemaat ve kendileri değil, Erdoğan'ın da istediği tam olarak buydu.
O da HDP ve CHP’yi ittifaka zorluyordu.
15 Temmuz’dan hemen öncesine kadar algı operasyonları genelde ittifaklar ve konumlaşmalar üzerine yoğunlaşmıştı.
Cemaat, Kürt Hareketi ve gedikli kankaları liberaller; tek adam Erdoğan'a karşı, ABD ve Batının desteğinden -gerekirse müdahalesinden- antiemperyalist gocuntular duymayan bir "demokrasi" cephesi oluşturmaya çalışıyordu.
Bu amaçla;
Erdoğan iktidarının gözetim ve korumasında yaptıkları alt yapı çalışmasıyla bir savaş arenasına çevirdikleri Kürt nüfusun yoğun olduğu il ve ilçelerde savaş başlatıldı.
Gerillalar sivillerin yaşadığı evleri, içinde kadın, çocuk var demeden kendilerine siper ettiler. Erdoğan iktidarı ve -bugün anlaşılıyor ki- TSK içerisindeki bir CIA-Cemaat yönlendirmeli katiller de içinde sivillerin yaşadığına aldırmadan o evleri bombaladılar.
Ortaya hiçbir vicdanın kabullenemeyeceği kan ve acı dolu görüntüler çıktı.
Türkiye solcularının başlatacağı akabinde Kürtlerin de katılacağı protestolara o “bir türlü kıvama gelmeyen” kesimin laik ve demokrat özellikleri öne çıkan kısmını katmayı hesapladılar.
Büyük çoğunluğu CHP’de olan bu kesimin AKP karşıtlıklarını ve laik özelliklerini de kullanıp, antiemperyalist, Kemalist yanlarını törpüleyerek, uygun kıvama getirmeyi umut ediyorlardı.
Her ne kadar, Türkiye’deki Kürt Hareketi esasen İslamcı bir çizgide olsa da Laiklerin IŞİD katliamlarına tepkileri ve IŞİD-PYD çatışmalarının abartılı lansman çalışmaları böylesi bir cepheyi olası kılıyordu.
AKP iktidarının IŞİD militanları ile faullü ilişkilerinden duyulan kaygı da bu olasılığı arttıran faktörlerdi.
Gerek sosyal medyada “Trol” mantığı ile yaptıkları paylaşımlarda gerekse ana akım medyada yetkili ağızlardan bir ABD veya NATO müdahalesini dillendirilmesi bu umudun en pespaye göstergelerinden biriydi.
Erdoğan yönetiminin bildiğimiz demokratik mücadele yöntemleri ile düşürülemeyeceği gibi düşünceler sosyal medyada tartışılmaya başladı.
Böylece laik özellikleri öne çıkan bu kesime AKP karşıtlığı görünümünde ABD destekli bir askeri müdahale makul gösterme çabasında oldular.
Diğer yandan ABD Emperyalizmi, demokrasi hamisi konumuna getiriliyor ama asıl iyilik Erdoğan‘a yapılmış oluyordu.
Öncelikle gıyabında antiemperyalist bir lider olarak atanmış oluyordu.
Ardından; o “bir türlü kıvama gelmeyen” kitlenin, Ulusalcı ve anti-emperyalist yanları daha önde olan kesimi Erdoğan'ın cephesine doğru itilmeye çalışıldı.
Tam da Erdoğan'ın istediği cepheleşme…
Erdoğan da karşısında, terörist, bölücü ve dış destekli olmakla suçlayabileceği bir cephe istiyordu.
Böylece "diktatör" suçlamalarının etkisini rahatlıkla savuşturabileceği, bir milli kahraman olabilecekti.
Dış ve iç mihrakların saldırılarına direnebilmesi için “zorunlu olarak” güçlü ve yetkili olması gereken bir milli reis..!
Dokunulmazlıkların kaldırılması ile ilgili geçici anayasa değişikliğinin de amacı buydu.
Şehit cenazelerinde Kılıçdaroğlu’nun çelenklerine karşı yapılan planlı, provokatif, kurgu protestoları hatırlarsınız.
Kılıçdaroğlu bu anayasa değişikliğine “evet” oyu verdiği halde bu protestolar(!) yapılmıştı. Çünkü önceden planlanmıştı. CHP’nin “hayır”, oyu vereceği hesaplanmış ve arzulanmıştı.
CHP’nin karşısındaki, çok parçalı ama etkisiz bir cephe içerisinde olmasını, böylece “bir türlü kıvama gelmeyen” kesimin boşlukta kalacak önemli bir parçasını kendi payına aktaracak, üstlendiği misyonları rahatlıkla yerine getirebilecek gerekli gücü biriktirip, pekiştirecekti.
Ama istendiği gibi olmadı. Böylesi bir kalkışma olmadı ve istenen cephe bugüne kadar oluşamadı.
Darbe Girişiminden önce bu konuda "Erdoğan kendisine göre muhalefet cephesi oluşturuyor." adlı bir yazı yazmıştım.
Orada bunları anlatmaya çalışmıştım.O yazıdan bu yana 15 Temmuz Darbe Girişimi oldu.
15 Temmuz Darbe Girişimi Erdoğan'a istediği cepheyi oluşturmak ve güç biriktirmek için önemli bir fırsat sundu.
Tümüyle Erdoğan'ın siyasi itibar edinebilmesine uygun bir seyir izledi.
“Antiemperyalist” payesine bir de darbe karşısındaki “dik” duruşuyla “demokratlık” payesi eklenerek Milli Demokrasi Kahramanı oldu.
Ancak yine de bir sorun vardı.
Hani şu, “bir türlü uygun kıvama getirilemeyen” kesim..!
Gezi Direnişinde, 7 Haziran seçimlerinde kendini hatırlatan kesim hala uygun kıvamda değildi.
Üstelik aynı kesim 24 Temmuz'da Taksim, 4 Ağustos'ta Gündoğdu mitinginde de kendini hatırlattı
Eğer bu iki miting olmasaydı ya da sönük geçseydi belki de Yenikapı Mitingi olmayacaktı.
Sonuçta Yenikapı mitinginin ana hedefi sözünü ettiğim "bir türlü kıvama gelmemiş" kesimdi.
Sadece bu iki mitinge katılanlar değil, 15 Temmuz Darbe Girişimi akşamı sokağa çıkan, %80’ni AKP’li olan kitle içinde bile var olan bir kesimdi bu...
Nitekim KONDA’nın araştırmasında; mitinglere katılanların yüzde 45'i "Neden buradasınız?" sorusuna "Ülke ve vatan için buradayım" cevabını verirken, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın çağrısı için meydanlarda olduğunu söyleyen kitlenin oranı yüzde 10.
Bu araştırma sonucunu nasıl okursunuz bilmem ama, benim kanıma göre Erdoğan'ın çok da hoşlandığı bir sonuç değil.
Erdoğan o yüzde 10’luk kesimin daha büyük orana sahip olmasını isterdi.
Çünkü kendi tabanındaki önemli bir oranının Erdoğan'ı desteklerken bir şartı var; Türkiye'nin ele geçirilmesine ve bölünmesine karşı olmak…
Kayıtsız şartsız Erdoğan'ı desteklemiyor yani. Üstelik şartı Erdoğan'ın üstlendiği misyonla taban tabana zırt. Ve Erdoğan bunu biliyor.
Kendisi ne kadar güçlü görünürse görünsün arzuladıklarını yapabilecek kadar güçlü olmadığını biliyor.
Bir yanda hemen her konuda kendini bağımlı hissettiği Küresel Kapitalizmin "yap!" diye direttikleri, diğer yanda kendisine şartlı destek veren kendi tabanının önemli bir kesimini de kapsayan, Gezi, 7 Haziran, 24 Temmuz Taksim, 4 Ağustos Gündoğdu Mitinglerinde kendini hatırlatan kesimin beklentileri ve aksi durumdaki olası dirençleri…
Erdoğan aslında “Keşanlı Ali” sendromu yaşıyor.
Piyesin konusunu bilirsiniz. Keşanlı Ali, hak etmediği bir halk kahramanlığını üstlenmiştir.
Tıpkı Erdoğan gibi…
Piyesin sonunda Keşanlının bu halk kahramanlığının hakkını vermesi gerekir.
Onun geçmişini bilen bir bıçkınla, Manyak Cafer’le dövüşmek zorundadır. Oysa ödü kopmaktadır.
Keşanlı Ali ya gerçek bir katil olan Cafer’le dövüşecektir ya da ondan yiğitlik bekleyen mahalle halkına rezil olacaktır…
Keşanlı Ali bütün korkusuna karşın Manyak Cafer’le dövüşür, Caferi öldürür ve daha önce uzun süre yattığı cezaevine geri dönmek zorunda kalır.
Peki, Kasımpaşalı Erdoğan, Keşanlı Ali’nin gösterdiği zoraki de olsa yiğitliği gösterebilecek mi?
Onun gelmişini geçmişini, bütün sırlarını, yediği tüm herzeleri bilen, Küresel Kapitalizmin bıçkın tetikçisi ABD ile karşı karşı gelmeyi göğüsleyebilecek, şu an sahneye konan piyesteki rolünü sonuna kadar sürdürecek mi?
Hiç sanmıyorum.
Erdoğan Keşanlı Ali'nin Manyak Cafer'in üzerine giderken yaşadığı duygusal anaforların zerresini taşımıyor.
Atıp tutarken bile nasıl geri adım atacağının hesabını yapıyor.
Bir kere Erdoğan oyununu sahnede değil, gerçek yaşamda oynuyor ve karşısında bir piyes kahramanı Manyak Cafer değil, ABD var.
17-25’in tapeleri, MİT TIR’ları, Gümrük Kapılarına doğru giden IŞİD Petrol kervanlarının uydu resimleri ve Reza Zarrap’ın savcıya verdiği ifadeler ve daha birçok kozu elinde tutan ABD ile kapışmak hiç de kolay değil.
Aslında ABD de zaman zaman Cemaat ve IŞİD vasıtasıyla uyarılarda bulunsa da Erdoğan'ı defterden silmedi.
Bana göre 15 Temmuz Darbe Girişimi, Erdoğan'a vurulan Cemaat terimiyle bir “Şefkat Tokadı” gibi alınmalıdır.
Uyarıyı, avans ve desteği de içermektedir.
Zaten ortaya çıkan veriler ve alınan tedbirler Erdoğan'a karşı ‘Girişim’ aşamasında kalan Darbenin TSK’ne karşı somut anlamda gerçekleştiğini göstermektedir.
Ve bu da Erdoğan'ın elini güçlendirmiştir.
Şu anda Erdoğan'ın Rusya’ya yanaşması veya Putin’le görüşmesi, NATO’dan çıkılmasının medyada dile getirilmesi falan ABD ile çeliştiğinin bir göstergesi değil.
Erdoğan'ın gücünü kaybetmesini, ekonomik sıkıntılardan dolayı siyasi itibar kaybetmesini ABD de istemez.
Zaten Erdoğan'ın ABD ile çelişkisi olduğu algısı 15 Temmuz öncesinde de işleniyordu.
Hani şu “van minut” vakasından beri kullandığı verimli bir siyasi getirim yöntemiydi.
Ama hepimiz biliyoruz ki o günden bu yana Erdoğan defalarca efelenmiş, hemen her çıkışının ardından daha büyük tavizler vermiştir.
Ne ABD, ne Erdoğan birbirlerini defterden hiçbir zaman silmedi.
Erdoğan son kullanım tarihini geçirinceye kadar da silmeyecek ve bugün o tarih değil.
Çünkü ABD de Erdoğan'a yüklediği misyonun yerine getirebilmesinin tek yolunun olağan üstü güç biriktirmesi olduğunu biliyor.
Bu zamana kadar Erdoğan'ın bıçkın tavırlarına izin vererek ayna tersinden destekledi.
Bundan sonra da destekleyecektir.
Banim düşünceme göre “bir türlü uygun kıvama gelmeyen” kesimin kafasının karışması, parçalanması ve kadükleşmesi için Erdoğan'a yönelik ‘göstermelik bir karşıt’ tutum izleyebilir.
Onun antiemperyalist bir imaj edinmesine yarayacak, algı çarpıtma amaçlı tavırları görebiliriz.
15 Temmuz Darbe Girişiminin arkasında olduğunu açık eden tavırlarını da bu kategoride değerlendirebiliriz. ABD’nin bu tutumunun Erdoğan'a sağladığı en büyük avantaj, istediği cepheleşmeyi yaratma fırsatı oldu.
7 Ağustos "Yenikapı Ayakoyunu" bu fırsatı değerlendirme girişimlerinden biriydi.
Başarılı da oldu.
HDP hariç meclisteki tüm partileri bu mitinge çağırarak sözünü ettiğim kesime en büyük çalımını atmış oldu.
Yukarıda sözünü ettiğimiz suni kutuplaşmayı biraz daha pekiştirmiş oldu.
Erdoğan mitingin son konuşmacısı olarak 15 Temmuz’a kadar yaptığı ötekileştirici konuşmalarından farklı olarak, daha önce azarladığı kesimi de kapsayıcı bir konuşma yaptı.
Aslında öteden beri yaptığı “kendisine göre muhalefet cephesi” oluşturma çaba ve taktiğinin yeni bir versiyonuydu.
Özellikle CHP ve Kılıçdaroğlu -mitingde yararlı bir konuşma yapsa da- iki cami arasında beynamaz durumunda kaldı.
Erdoğan bundan böyle benzer ayak oyunlarıyla CHP’nin üzerine gidecektir.
Özellikle ABD karşıtı görünümlü politikalar CHP tabanında kavram kargaşası yaratacaktır.
HDP, PKK, PYD ve ABD ilişki zinciri öne çıkarılarak CHP’yi tek ayak üzerinde bırakmayı deneyecektir.
CHP, -aslında gerçeklik payı bulunan- bu ilişki zincirinde "demokrasi" bulan kesimler tarafından, bu zincire eklemlenmeye çağrılırken, aslında bu ilişki zincirinin gedikli halkalarından biri olan Erdoğan da CHP’yi bu zincire eklemlenmekle suçlamaya hazır bekleyecektir.
CHP’nin tutumunun ne olacağını şimdiden kestiremiyorum ve akıl vermeye niyetim ve hakkım yok.
Ama top yekun “Sol”un ne yapması gerektiği noktasında fikrim ve bu fikrimi söylemeye hakkım var.
Öteden beri söylediğim şeyi bugün yine söylemem gerektiğini düşünüyorum.
Türkiye Sol’u Erdoğan'ın dizayn ettiği kutuplardan birini tercih etmek durumunda değildir.
Kendi ayakları üzerinde durup, kendi değerleri üzerinde cephe oluşturmalıdır.
Antiemperyalist, emekten yana, laiklik ve demokrasi güçlerinin o “bir türlü uygun kıvama gelmeyen” o geniş kesimle buluşacağı bir cephe hayal değil.
Çünkü o kesim ile DNA'ları en fazla uyuşan soldur. Solun kitleselleşebileceği, sol için verimli olan topraklar tam da bu kesimin bastığı topraklar.
Algı baronlarının eski komünist ve devrimcilerden devşirdiği Liberal İmamlar bu kesimi yıllardır mekruh diye vazetmiş, Türkiye Solunu bambaşka mecralara yönlendirmişti.
AKP diktatörlüğü biraz da, solun kendisi için uygun olmayan topraklarda, başkası gibi olmaya çabalayarak, beyhude geçirdiği zamanlarda oluştu.
Sol bir anlamda dolandırılmıştı.
Korkarım ki yine dolandırılmak üzere.
Bir yandan bir Küresel Kapitalizm projesi olan "Erdoğan antiemperyalist bir lidere evrildi" palavrası, diğer yanda emperyalist müdahaleyi "demokratik küresel güçlerin dayanışması" olarak yutturma çabası...
Her iki algı çarpıtması da aynı odaktan kaynaklanıyor.
Solcular aynı hat üzerinde karşılıklı konumlanmış iki seçenekli bir teste tabi tutuluyor.
Oysa solcuların durması gereken yer bu hat üzerinde değil.
Nadi Öztüfekçi
11 Ağustos 2016
(*) Şubat 2013’te, dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan İmralı görüşmeleri ile başlatılan çözüm süreci ile ç. ilgili olarak “Biz çözüm için her yola başvururuz. Baldıran zehri içmekse, biz o baldıran zehrini içeriz, yeter ki bu ülkeye huzur gelsin… “savaş kolay, barış ise zordur, biz zora talibiz… Onlar şehit cenazeleri gelsin istismar edelim diye ellerini ovuştururken, biz tek bir gencimizin dahi burnu kanamasın diye çırpınmaya devam edeceğiz…”[2] ifadelerini kullanmıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Lütfen hakaret içeren yorumlar yazmayın.