Barış’ın önemini küçümsediğimden değil. Aksine çok önem veriyorum.
Ritüelleri sevmiyorum. Anmaları, bir resim ya da bir şarkı eşliğinde bir iki cümlelik yazıları…
Yanlış anlamayın yapanları kınamıyorum. Barıştan yana söylenmiş tek kelimenin, barış için çalınan tek bir notanın bile önemi büyük.
Ama kendi adıma, gözümüzün önünde işletilen pis tezgahlara, adım adım sürüklendiğimiz savaşa, ardı ardına söylenen yalanlara dair bir şeyler söylemeden ve bu noktaya gelirken geçtiğimiz yolları irdelemeden söylenecek birkaç söz bana eksik geliyor.
O kadar çok yalan söylendi ki barışa dair.
Barış adına o kadar çok savaş çağrıları yapıldı ki…
Barış kelimesinin ardına o kadar çok şiddet saklandı ki bunca zamandır.
Barış ambalajlı o kadar çok savaş pazarlandı ki…
Artık içeriği doldurulmamış, ayakları basmayan “Barış” söylemi beni tedirgin ediyor hatta samimiyetsiz ve laf olsun diye söylenen “Barış” kelimesi beni iğrendiriyor.
Kimsenin samimiyetini sorgulamıyorum. hele hele bunca zamandır dostluk, arkadaşlık yaptıklarımın ya da Facebook vasıtasıyla tanıştığım dostlarım da değil hedefimdekiler.
Ama söylemeden de edemeyeceğim ya da sizlere de sormak istediğim çok şey var.
Ortada bir yalan yok mu, barışa dair, geçmişe ve bugüne dair söylenmeyenler, unutulan, unutturulmak istenenler yok mu?
Sanki onlar söylenmezse, tartışılmaz, irdelenmezse girdiğimiz bu lanetli yoldan çıkamayız gibi geliyor bana…
Öncelikle savaş tehlikesini sadece dışarıdaki bir tehlike olarak görmekten vazgeçmeliyiz.
Savaş tehlikesinin bir kaynağı da içimizde.
Yönetenlerimizde, hatta bizde, beynimizde, söylemlerimizde, aymazlığımız, önemsemezliğimiz ve umutsuzluğumuzda…
- Emperyalizme ve kapitalizme karşı aymaz davranarak savaşı çağırmış oluyoruz.
- Sınıf mücadelesini küçümseyerek savaştan beslenen sermaye kesimine meydanı bırakıyoruz.
- İslamcılık ve dinci gericilikle, budunculukla mücadeleyi tavsatarak, aksine destek çıkarak savaşa zemin hazırlıyoruz.
- Nihayet seçip iktidar yaptıklarımızla, tek adam rejiminin pekişmesine yardım ettiklerimizle artık savaş ihraç ediyoruz
Eğer barışa dair ve barıştan yana, ayakları yere basan, mantık ve vicdan süzgecinden geçirilmiş bir şeyler söylemek istiyorsak önce Erdoğan tek adam rejimi irdelenmeli.
Çünkü Erdoğan rejimi ile bölgemizdeki savaş halinin birebir ilişkisi var.
Erdoğan’ın buncası elindeyken hala güç ve yetki toplamaya çalışması, ruhsal dengesini zorlayan endişe, öfke, kin, şüphe gibi duygularının üzerine, 15 Temmuz’un yaptığı ilave baskının söylemlerine yansıttıkları bu ilişkiyi daha da belirginleştirdi.
Bugüne kadar Erdoğan’ın dış politika üzerine her türlü söylem ve eylemi, içeride kazanılacak siyasal rant ve güç biriktirmek hesabı ile yapılıyordu.
15 Temmuz’dan sonra Erdoğan’ın siyasi rant ve güce olan gereksinimi arttı.
O yüzden Erdoğan’ın ruh hali, 15 Temmuz’un ortaya çıkardıkları, soruşturmalar, giderek tek adam rejiminin pekişmesi ve hemen her güncel iç politik gelişme, kısacası Erdoğan iktidarının içeride yaşadığı hemen her handikap, savaşı tetikleyecek bir dış politika davranışına dönüşebilir.
Bu durumda barışa dair ayakları yere basan, mantık ve vicdan süzgecinden geçirilmiş bir şeyler söylemenin ilk cümlesi; “Barış mücadelesi ve tek adam rejimine karşı mücadele birbirinden ayrılamaz.”olmalıdır.
Ardından kurulacak ikinci cümle ise; "Her türlü demokrasi mücadelesi emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadeleden ayrılamaz" şeklinde devam etmelidir.
Belki çok şablon bir öngörü olarak düşünebilirsiniz. Bana göre bu önermeler şablon değil, aksine çok karmaşık ilişkiler ağının arkasında gizlenen asıl figürü ortaya çıkaran sağlam bir sadeleştirilme...
Ve bu sadeleştirme gerekli.
Emperyalizmin özellikle kapitalizmin kendini saklayabilmekteki becerisi, bir proje olarak ortaya sürülen Erdoğan'ın bu niteliğini saklayabilmekte de kullanılıyor.
Yaratılan bunca kavramsal karmaşanın da bu gerçeği gizlemenin ustaca uygulanan bir yöntemi olduğunu düşünüyorum.
Bu önermelerin geçerli olup olmadığını anlamak da yaşadığımız konjonktürü anlamaktan geçiyor.
Yöntem; Küresel algı dayatmalarına pabuç bırakmadan, yorumsuz enformasyonları önce kendi vicdanımız ve mantığımızda sorgulayarak ülkemiz, bölgemiz ve dünyamızı anlamaya çalışmak olmalıdır.
Bazen bir süreci gözlemleyip kendinizce çıkardığınız bir takım sonuçları ussal arşivinize kaydediyorken, aniden ortaya çıkan, hiç beklemediğiniz bir gelişme ister istemez öncesi ile ilgili çıkarımlarınızı yeniden gözden geçirmenizi gerektirir.
Çünkü o beklemediğiniz gelişme, gözünüzden kaçan, atladığınız ya da yanlış yorumladığınız bazı ön süreçlerin sonucudur. Eğer o beklenmedik gelişmenin öncesinde olan biten her şeyi gözlemleyip doğru değerlendirmiş olsaydık zaten o gelişme bizim için beklemediğimiz bir gelişme olmaz, önceden görürdük.
Gezi direnişi bu tip bir gelişmedir.
Hemen hiç birimizin beklemediği, hatta bunu perde arkasında kurgulayanlar ya da tetikleyenler varsa bile varacağı noktanın hesaplanamadığı bir gelişmeydi.
15 Temmuz Darbe Girişimi de ayna tersinden, tam da böylesi bir gelişme… En azından bizler için. Ama bana kalırsa sonuçları itibarıyla bu girişimin planlayanlar için de…
15 Temmuz’u anlamak istiyorsak öncesine bir daha bakmak gerekir. Göremediklerimiz ya da o zaman için anlamlandırmakta zorlandığımız gelişmeleri, 15 Temmuz’un sonuçlarını da hesaba katarak bir daha yorumlamak gerekiyor.
Şu an için kendimce ilk çıkarsamam, –sanıyorum birçok arkadaşımla ortaklaşabiliriz- 15 Temmuz’un önceli ve sonrası hemen her etken ve sonucun bölgemizdeki savaş hali ile yakından ilgili olduğu.
Kısaca açarsak Erdoğan’ın “Yenikapı Mutabakatı” desteğiyle Suriye’ye girmesi, 15 Temmuz’un bir sonucu, ama diğer yandan 15 Temmuz’un asıl nedeni de bu sonuca ulaşmak, yani Türkiye'yi bu bataklığa çekmekte Erdoğan’ın elini güçlendirmek olabilir.
İşte tam da bu noktadan akıl yürütelim.
Ama önce bir saptama yapalım.
15 Temmuz Darbesinin asıl mağduru TSK oldu.
Darbe diyorum, zira 15 Temmuz Erdoğan için bir uyarı girişimi ya da “Şefkat tokadı” düzeyinde gerçekleşti ama TSK için tam anlamıyla darbeydi.
TSK çok önemli maddi kayıplar verdi. Aslında bu saldırı çok önceden beri, Ergenekon ve Balyoz davalarından beri devam ediyordu. 15 Temmuz bu saldırının doruk noktasıydı.
TSK açısından baktığımızda darbe girişim düzeyinde kalmadı, başarıya ulaştı.
Kendisine yapılan saldırıyı yine kendisi püskürttüyse de maddi kayıplarının yanında prestij kaybına uğradı.
Başına gelebileceklerin endişesiyle gelen her emri koşulsuz yerine getirmeye hazır subayların yönetiminde, önemli güç kaybına uğramış bir halde, bir yandan içeride PKK saldırılarına maruz kalırken diğer yandan Suriye’de savaşa sokuldu.
Bu saptama bize 15 Temmuz’dan sonra Balyoz ve Ergenekon davalarını bu yönden bir daha irdelemek gerektiğini gösteriyor
Bu saptamayı yaptıktan sonra akıl yürütmeye, aynı yöntemle,15 Temmuz’un sonuçlarını hesaba katıp 15 Temmuz öncesini irdeleyerek devam edelim.
15 Temmuz öncesinde Erdoğan TSK’yı Suriye’deki savaşa bu kadar kolay sokabilir miydi?
Sokabilse bile arkasında sorumluluğu kendisiyle birlikte üstlenecek bir “Yenikapı Mutabakatı” olur muydu?
Bu noktada bir dezenformasyonu düzeltip akıl yürütmeye öyle devam etmemiz gerekiyor.
Suriye’ye o meşhur Kürt Koridorunu engellemeye falan girmedik.
Erdoğan’ın aniden aklı başına gelip, antiemperyalist olmaya karar verdiği, ulusal çıkarlarımızı korumak için de değil...
Erdoğan'ın oradaki amacı; Amerika’nın planlarına aykırı hiçbir davranışta bulunmadan, yukarıda da değindiğim gibi ağırlıklı iç politikaya yönelik bir gösteriden başka bir şey değil.
Ama o derece de tehlikeli bir gösteri…
ABD’nin planında bir değişiklik yok. Kürt koridoru şöyle ya da böyle tamamlanacak.
TSK ise bir zamanlar IŞİD’in içinden çıktığı, cihatçı çetelerle IŞİD’e karşı savaştığımız pis, kanlı bir bataklıkta debelenmek zorunda bırakıldı.
Şimdi anlaşılıyor ki Erdoğan'ın 15 Temmuz öncesi güç ve yetki iştahının ana nedenlerinden biri de ABD emperyalizminin kendisinden istediği misyonu yerine getirebilmekti. Şu an TSK’nin Suriye’deki varlığı bunlardan biri.
15 Temmuz öncesinde Erdoğan televizyonlara çıkıp milletten özür dileyebilir miydi?
Hiçbir siyasi rant hesabı Erdoğan’ın ruh haline sahip birine özür diletemezdi.
Darbe girişimi öncesi Erdoğan karşısında kafasındaki cepheyi oluşturarak, kendi cephesini güçlendirmeyi hedefliyordu.
15 Temmuz’da yediği şefkat tokadının zoruyla, sadece saldırarak kendi cephesini güçlendirmeye çalışmaktan vazgeçti.
Yenikapı mutabakatı falan o yüzden.
Bu arada; 15 Temmuz öncesinde CHP Suriye savaşına ve OHAL'a razı olur muydu?
15 Temmuz öncesi CHP’ne karşı yapılan PKK ile işbirliği suçlamasını hatırlayalım.
O, şehit cenazelerinde çelenklere yapılan provokasyonları falan gözümüzün önüne getirelim.
15 Temmuz’un hemen ertesinde Taksim ve Gündoğdu mitinglerine göstermelik katılımlarla CHP'nin Yenikapı Mitingi ve mutabakatına nasıl zorlandığını, hatta ikna edildiğini hatırlayalım.
Bu mutabakatın ilk meyvesi OHAL ve Suriye'ye savaşına girmemiz oldu.
15 Temmuz'un CHP'ye etkisi de bu oldu.
Umarım CHP de Külliye’de yapılan adli yıl açılışından akıllanır da Erdoğan’ın içeriye yönelik dış politika şovlarına destek çıkmaktan vazgeçer.
Umarım Erdoğan’ın her an ne yana savrulacağı belli olmayan siyasi zik zaklarına göre değil, barışı, demokrasiyi önceleyen, emekten yana ve budunculuktan uzak, ulusal bir rota izler.
Zira Erdoğan’ın söylem ve davranışlarına bakarak -ona karşı veya yanında- rota tutturmaya çalışmak boşuna çaba olur.
Şimdi bu sözünü ettiklerimize ek olarak;
15 Temmuz öncesinin diğer önemli aşamalarını, Ergenekon, Balyoz davalarını, Suriye iç savaşını, yıllar öncesini Irak’a savaş tezkeresini, sonradan Yetmez ama Evet sürecinin önemli aktörlerinden olacak yazarların bu tezkereden yana tavırlarını, giderek güçlenen tek adam rejimini ve yine giderek pekişen cihat cephesini hatırlayın.
Darbe girişimi esnasında kulağının üstüne yatan PKK’nın bu girişime haklılık algısı yaratacak yeniden başlayan eylemlerini de denkleme katın.
Suriye’deki bataklığa dizlerine kadar gömülmüş (henüz) Türkiye’nin bugünkü durumu ile 15 Temmuz’u ve Erdoğan’ın giderek güçlenen tek adam rejimini seyrini kafanızda paçal edin.
Sonra bir daha; "Barış mücadelesi ve Erdoğan tek adam rejimine karşı mücadele birbirinden ayrılamaz.” önermesinin geçerliliği üzerine karar verin.
Diğeri, yani "Her türlü demokrasi mücadelesi emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadeleden ayrılamaz" önermesi ise, bence bu önermenin doğruluğunu tarih çoktan kanıtladı.
Ama her şeye karşın Küresel Kapitalizmin ve tetikçisi emperyalist güçlerin bölgemiz ve ülkemiz üzerindeki yaşamsal gereksinimleri ve projelendirilmiş Erdoğan tek adam rejimi üzerine de kafa yormak gerekiyor.
15 Temmuz ve Gülen Cemaatini bir de bu yönden irdelemekte yarar var.
Zaten yeteri kadar uzayan yazıyı daha fazla uzatmamak kaydıyla umarım yakında...
4 Eylül 2016
Nadi Öztüfekçi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Lütfen hakaret içeren yorumlar yazmayın.