Erdoğan’ın Diktatörlüğünün biriktirdiği potansiyel tehlike Erdoğan’ın kişisel etki alanının sınırlarını çoktan aştı.
Daha önce Erdoğan karşıtlığı üzerinden politika üreten bir takım çevreler Erdoğan’a içinde bulunduğumuz kaostan çıkış misyonu yüklemek gibi bir aymazlık içerisindeler.
Yaygın medya, Cemaat pişmanları ve Cemaat mağdurları Erdoğan’ı Cemaate karşı tek başına mücadele eden millici bir demokrasi kahramanı ilan ettiler.
Bir zamanların BOP eş başkanı, Askeri vesayete karşı mücadele eden demokrasi kahramanı, Kürt Sorunun çözecek tek lider, içe kapanık ekonomiyi dışa açarak düze çıkaracak ekonomi dehası, şimdi ise adeta fatih Napolyon muamelesi görüyor.
Çok değişik, birbirine zıt çevreler, yine birbirine zıt misyon yükleyip kendi açılarından çözüm bekliyorlar.
Erdoğan yakın ve uzak çevresinin etkisiyle hak etmediği ve kaldıramayacağı bir dopingle yükleniyor.
O dopingin etkisiyle başkalarının ülkesinde “milli çıkarlarımızı” arıyoruz.
Aslında bir kifayetsizlik ve çaresizliğin tanımı olabilecek bu durum kendisine ve kamuoyuna basiret olarak yansıtılıyor.
Algı çarpıtmalarından arınarak bakarsak, Erdoğan iki Emperyalist kamp arasında beynamaz durumda olduğunu görmemek imkansız.
Hepsine de mavi boncuk vererek güya dış politika üretiyor.
Bu arada istikrarsız dış politikanın şimdilik ilk mahsulü; Suriye'de 4 Şehit.
Farkında mısınız, Suriye'deki ilk şehit haberi bir kişi olduğu halde daha fazla konu edilmişti.
Şimdi üç şehit birden verdiğimiz halde önemsiz bir olaymış gibi davranılıyor.
Dilerim olmaz ama yarın beş on tane birden verdiğimizde daha az haber olacaktır.
Alıştırmaya çalışıyorlar.
Bir tarafta ölümler, bir tarafta ticaret sürüp gidecek.
Ta ki savaş bizlerin evine ulaşıncaya kadar.
Bugünler yaygın medyada pek popüler olan Balyoz Mağduru emekli subaylar farklı ikbal beklentilerinin etkisiyle Erdoğan'ın Suriye'deki tehlikeli gösterisini destekliyorlar.
Erdoğan'ın Suriye'de PYD ve ABD'nin birlikte kurduğu Kürt Koridorunu engellemek için bulunduğu yalanı arkasına saklanıp bariz bir "Stockholm Sendromu" örneği gösteriyorlar.
Erdoğan'dan antiemperyalist, hatta daha da ileri giderek emperyal bir tavır bekliyorlar.
Diğer yandan Erdoğan'ın eski alkışçıları da umudunu kesmediler.
Erdoğan'ı etkisi altına alan "Derin Devlet" aşılabilirse Erdoğan'ın yola geleceğini fabrika ayarlarına yeniden döneceğini söylüyorlar.
Oysa herkes biliyor ki Erdoğan fabrika ayarlarından zaten ayrılmadı. Bu mümkün de değil. Erdoğan'ın görünümü kurtarmak amaçlı değişik kılıklara girmesi onun çaresizliğinin ve istikrarsızlığının sonucu.
Erdoğan’ın davranışlarında tek istikrar var o da istikrarsızlık. Kime nasıl saracağı, kazık atacağı belli olmuyor.
Dışarıdaki istikrarsızlığı içeriye taşıyan, içeride yarattığı istikrarsızlığı dış politikaya yansıtan kısaca istikrarsızlıktan beslenen ve sürekli istikrarsızlık üreten bir saraydan yönetiliyorsanız ülkeniz tehlikede demektir.
Önce savaş tehlikesi ve ardından bölünme ve yok olma tehlikesi…
Erdoğan'ın içerideki tutumunu, siyasi beklentilerini bu kadar güce neden ihtiyaç duyduğunu irdelemek lazım.
Çünkü ruhsal durumundan tutun, tek adam rejimini pekiştirecek her siyasi adım, gösterdiği her istikrarsız davranış, Suriye'deki cehenneme ülkenin dahil edilmesi ve belki de daha diplerine inilmesi tehlikesi ile yakından ilişkili
Son olarak Efkan Ala da Saray’dan tokat yedi, saha dışına atıldı.
Üstelik ailece… Üst kademelerdeki kardeşi dahil adeta kovalandı.
Efkan Ala “17-25 güya Darbe Girişimini” önleyen, Erdoğan'ın paçasını kurtaran adam değil miydi?
Şimdi FETÖ soruşturmasında pasif davrandığı için istifaya zorlanıyor.
Yerine Süleyman Soylu getirildi. Neden..? Hangi nitelikleri yüzünden..?
Konuşmalarında Erdoğan’ı daha iyi yücelttiği, daha iyi pohpohladığı için mi?
Demek Efkan Ala bu yarışta geride kaldı.
FETÖ'cü olmaktan tutuklanırsa hiç şaşırmam.
Hayır, ironi olsun diye söylemiyorum. Belki de gerçekten Cemaat yapılanması ile ilişkisi olabilir ya da asıl neden Erdoğan’ın o yönde bir şüphesi olabilir.
Çünkü Erdoğan kudret ve güç zehirlenmesinin etkisi altında…
Öyle bir zehirdir ki bu, en güçlü hissettiğin anda bile kendini güvensiz hissedersin. Herkesten en yakınlarından bile şüphe duymaya başlarsın.
İşin en kötüsü de birçok kez şüphelerinde haklı çıkarsan, giderek daha şüpheci olursun.
Elinde güç ve yetkiyi kimseyle paylaşmak istemez, sürekli daha fazla yetki, daha fazla güç edinmeye çalışırsın.
Erdoğan’ın konuşmalarında 15 Temmuz öncesinden beri süregelen bir değişimi fark ettiniz mi?
Artık AKP’den pek fazla söz etmiyor. Kendini öne çıkarıyor.
Külliye önünde nöbet tutanlardan söz ediyor. 15 Temmuz’da yaralananları ziyareti esnasında bir yaralı ile arasında geçtiğini iddia ettiği konuşmayı anlatmayı çok seviyor.
Anlattığına göre güya 15 Temmuz’da yaralanan bir genç; “Cumhurbaşkanım bizi boş ver, sen nasılsın?” demiş.
Bu konuşmayı her vesileyle dile getiriyor. İnsanları canlarından, hatta vatan, milletten daha çok kendisini düşünmesini istiyor ve bundan hoşlanıyor.
AKP’lilerin 15 Temmuz’da darbe girişiminin engellenmesinde kendilerine pay çıkarmasına bile tahammül edemeyip kendi isminin ön plana çıkmasını istiyor.
Bu sadece bir megalomani yansıması değil, teşkilatına karşı duyduğu bir güvensizliğin sonucudur.
İşin ilginç yanı bu güvensizliğinin maddi temellerinin olması.
O yüzden tüm gücü, yetkiyi, itibarı ve siyasi rantı kendisinde toparlamak istiyor.
Ancak gücüne eklenen her güç vıcık vıcık AKP-Gülen Cemaati bulamacının yakasına paçasına bulaşmasına neden oluyor.
Bu karmaşık durumun anlaşılması için biraz gerilere, AKP’nin kuruluşuna gitmek gerekiyor.
AKP'nin kuruluş aşaması incelenmeden bize FETÖ diye sunulan Gülen Cemaati olgusu anlaşılamaz.
Son günlerde yaygın medya da dile getirilen Cemaatin 1990’lardan itibaren çeşitli partilere sızma çalışmasını AKP-Cemaat ilişkisiyle karıştırmamak gerekir.
Gülen Cemaati AKP'ye sızmadı.
AKP Gülen Cemaatinin siyasi yüzü olarak ortaya çıktı.
Cemaat AKP’nin kurulmasına ön ayak olarak, aslında kendi dışından kesimleri bünyesine almış oldu.
O güne kadar örgütlenme, büyüme ve yayılmak için kullandığı tekniklerden farklı bir yöntem izlemiş oldu.
Çocuk yaşta bünyesine alıp eğiterek beynini yıkayarak yetiştirdiği, cemaate kazandırdığı kadroların yanına, ittifak ederek, ikbal vaatleri üzerinden anlaşma yaparak yeni unsurlar katmış oldu.
Bu süreç AKP’nin kuruluşundan çok önceden başlatıldı.
28 Şubat’ta Refah Partisi’ne yapılan müdahale bu sürecin en önemli aşamasıdır.
Bu Müdahale ile sözünü ettiğimiz yeni unsurların büyük kesimi Refah Partisinden koparılmış oldu.
Gülen Cemaatinin arkasındaki küresel güçlerin de devreye girmesiyle bu unsurlar Kürt Hareketiyle, Liberaller, nedamet getirmiş solcular ve diğer İslamcı kesimlerle AKP içinde, Erdoğan figürü etrafında güç, rant ve siyasi ikbal ittifakı oluşturdular, geçen bunca yıldan sonra da kaynaştılar.
Güç ve rant üzerine kurulan birliktelikler hiçbir zaman homojenize olamazlar. Çünkü her bir unsuru kişisel çıkarı, ama tek başına olamayacağı için de oradadır. Suç ortaklığı suç cezalanıncaya, adalet yerini buluncaya kadar sürer.
Tıpkı uyuşturucu çeteleri gibi ne kavgaları biter ne suç ortaklıkları, öyle bir çeteden ayrılamazsın.
AKP ve Gülen Cemaati birbirleriyle öyle bütünleşmiştir ki, adeta organları birbirleri ile savaşan bir vücut oluşmuştur.
Örnek vermek gerekirse bu organizmayı Siyam İkizlerine benzetebiliriz.
Öyle bir doğum hatası falan değil laboratuvar koşullarında mutasyon uygulaması...
Birbirlerinin elini yüzünü tırmalayan hatta gözünü çıkarmaya beynini patlatmaya çalışan ama sonuçta kendilerini yıpratan Siyam İkizleri.
Keşke birbirlerini yeyip bitirseler.
Kavga gürültü ve bütün bu istikrarsızlığın toz dumanın arkasında istikrarlı bir şekilde uçuruma doğru yuvarlanıyorlar. Ülkeyi de peşlerinden sürüklüyorlar. Çünkü iktidardalar.
İktidardan da öte devletin en önemli organlarına yerleşmiş bir iltihap ya da ur gibiler.
Öyle merhemlerle ağrı kesicilerle falan geçiştirilecek gibi değil.
Emek eksenli Ulusal Demokratik bir Cephenin uygulayacağı radikal bir operasyon ve terapi gerekiyor.
Ama her şeyden önce doğru teşhis gerekli.
Ve bu teşhisin samimi ve yüksek sesle ikrarı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Lütfen hakaret içeren yorumlar yazmayın.