19 Kasım 2015 Perşembe

ROMA DÖNEMİ ARENALARINDAN GÜNÜMÜZ ARENALARINA....

Galatasaraylı olmama rağmen stadyum adının Arena olması hiç hoşuma gitmiyor.
Aslan sembolünün Arena ile özdeşleştirilmesinin çağrıştırdıkları bende tiksinti ve nefret uyandırıyor.
Çünkü bir zamanlar, Roma dönemlerinde zavallı köleler, bir takım mahkumlar ya da muhalifler o arenalarda aslanların önüne atılırlardı.O dönemlerde yeni yeni yaygınlaşan Hıristiyanlık mensupları da bu tür katliamlara maruz kalmışlardı. 
Bu arenalarda aynı zamanda, Roma diktatörleri özgür(!) Roma halkını eğlendirmek, savaşı ve askerliği sürekli gündemde tutmak için, çoğunlukla kölelerden veya tutsaklardan devşirdikleri gladyatörlerin birbirleri ile ölümüne dövüştükleri eğlenceler düzenlerlerdi.
Zaman zaman vahşi hayvanları birbiriyle dövüştürdükleri de olurdu.
Bu vahşi gösteriler ne kadar sık ve kanlı olursa “özgür halk” o kadar eğlenir, diktatöre de o kadar prestij sağlardı.
Ve tabii o gladyatörün yetiştirilip, dövüşe hazırlandığı, birbirleriyle sürekli rekabet halinde olan Gladyatör okullarına da… Özellikle yetiştirdikleri gladyatörler kazandıklarında, diğer bir deyişle rakiplerini öldürdüklerinde o gladyatör okullarının kazançları da prestijleri kadar artardı.
Yani dövüştürmek ve birbirini öldürtmek bir uzmanlık, bir meziyet olarak ödüllendirilirdi.
Bu aynı zamanda bir sektör ve kazanç kapısıydı.

Roma uygarlığının gelişmiş olması, heykelleri, kitabeleri ve süslemeleri ile bugüne yansıyan verilerin çok olması nedeniyle arenalar ve gladyatör dövüşleri Roma tarihi ile özdeşleşmiştir.
Aslında bu vahşi gösteriler, irili ufaklı ve değişik biçimlerde tarihin hemen her döneminde, hemen her medeniyetin geçmişinde ola gelmiştir.
Bu, insanlık tarihinin kara yüzüdür.
İnsanoğlunun en vahşi, en gelişmemiş duygularından beslenen, hayvanlardan geri kaldığı özelliklerinden birisidir.
İnsanlar bu dövüşlerde taraf tutarlar. Kendilerine hiçbir zararı olmadığı halde tuttukları hayvan ya da dövüşçünün rakibinin darbe almasını, yaralanmasını hatta ölmesini isterler.
Eğer tuttukları dövüşçü yenilirse kolayca taraf değiştirirler. Bu insanlığın en ilkel güdülerinin bir yansımasıdır.
Güçten ve başarıdan yana olma eğilimi onun kazananın yanında olmasını sağlar.
Haklılık önemli değildir.
Başarıya ulaşması, dövüşünü yengi ile tamamlaması ondan yana olmak için yeterli sebeptir. Çünkü insanlar başarıya ulaşan, galip gelen dövüşçüyle kendini özdeşleştirir.
İçinde sakladığı, çeşitli kişisel(korku, yetersizlik,  aşağılık kompleksi, vs.) ve toplumsal (etik, gelenek, yasa, vs.) baskılar yüzünden dışa vuramadığı duygularını, o taraftarı olduğu “başarılı” ve güçlü dövüşçü tatmin etmektedir.
Bir zaman sonra bu taraftarlık; aslında bir köle, dövüşmekten başka çaresi olmayan bir zavallı, kandırılmış ya da zorlanmış bir mağdur olan dövüşçüye tapınmaya dönüşür.
Sadece o dövüşçünün şiddet kullanmaktaki mahareti, acımasızlığı, vahşiliği ile değil onun o zavallı ve mağdur hali ile de bütünleşir ve kendini içselleştirir.
Kısacası arenadaki gladyatörler kadar o arenanın tribünlerinde o kanlı gösterileri coşku ile izleyen, taraftarı olduğu dövüşçü adına çılgınca tezahürat yapan izleyiciler de mağdurdur.
Tıpkı dövüşü kazanan gladyatörlerin de aslında mağlup ve mağdur olduğu gibi…
O arenada tek kazançlı çıkan, o arenaları kuranlar ve bu kanlı şiddet gösterisini düzenleyenlerdir.
Esasen o arenalar da işte o “kazançlar” için kurulmuşlardır.
Bu kazanç; para, itibar, siyasi ikbal, ve güç gibi çeşitli şekillerde olur.
O dövüş arenalarında sadece zayıf dövüşçülere, kölelere, tutsaklara değil, o dövüşleri izleyenlerin algılarına karşı da şiddet uygulanmaktadır. Çünkü bütün bu organizasyonun o “kazançlara” dönüşmesinin yolu izleyenlerin algılarında bıraktıkları izlerden geçer.
Galip gelecek olan da, yenilecek olan da dövüşe başlamadan önce imparatora bağlılık yemini eder, dövüşün sonunda yenilenin yaşamının sürmesi ya da sonlandırılmasına da yine imparator karar verir.
Yani algılardaki bıraktıkları izin büyük bir bölümü imparatora ve onun gücüne saygı ve korkuyu tarif eder.
Korku sahte bir sevgiye dönüşür.
İşte o “sevgi” sahte de olsa, özü korku da olsa en büyük kazançtır. Çünkü gerçek savaşlarda asıl dövüştürülecek olan, kanına, canına, gücüne ve sadakatine ihtiyaç duyulan kesim bu arenaların tribünlerinde askerileştirilen o halktır.
Gerek arenanın kuruluşunda, gerek organizasyonu için harcanan bütün masraflara değer.
Bu yanıyla; kurulan o arenalar ve sahneye konan dövüş, büyük bir dolandırıcılığın organizasyonudur.
Aslında her şey sahtekarlık ve yalan üzerine kurulu, dolandırıcılık amaçlı bir oyundur.
Tek gerçek yanı ölümler ve dökülen kandır.

Geçmiş çağlarda Romalı diktatörlerinin kendi amaçları ve egemenliklerini sürdürmek için kurduğu bu arenalar, şimdi çağımızın küresel egemenleri tarafından, yine ihtiyaç ve çıkarları doğrultusunda seçtikleri, Dünyanın çeşitli bölgelerinde kuruluyor.
Ve bu arenalarda Roma dönemlerinden çok daha kanlı, çok daha fazla vahşet içeren gösteriler düzenleniyor.
Gelişen teknoloji ve iletişim olanakları tribünlere gerek bırakmadan istedikleri kadar izleyiciye ulaşmalarını sağlıyor. Milyonlarca televizyon ve bilgisayar ekranı, gazete sayfaları; internet, sosyal medya, küresel ölçekte yaygın medya ve haber ajansları sayesinde uzak iletişim (telekomünikasyon)  tribünlerine dönüşmüş durumda…
Üstelik bu çağdaş imparatorlar, küresel egemenler; arenadaki dövüşü istedikleri gibi aktarabilme, daha denetimli, daha etkili algı yaratabilme olanaklarına sahipler.
Yakın geçmişte Irak’ta, evlerin, okulların, hastanelerin üzerine uçaklardan tonlarca bombayı boşaltıp, binlerce cana kıyarken, yarattıkları bu vahşeti bizlere bir havai fişek gösterisi hoşluğunda verebilmeyi başarmışlardı.
O ‘görsel şölen’ aslında bölgemizde peşi sıra kurulacak nice arenaların, düzenlenecek nice gladyatörün dövüştürüleceği, nice masum insanın vahşi, mekanik savaş aslanlarına yem edileceği Küresel Şiddet Olimpiyatlarının başlangıç kutlamalarıydı.
Tıpkı Roma dönemindeki arena tribünlerindeki Roma halkı gibi bütün Dünya insanları o kanlı dövüşün galibi olan gladyatörün yanında olduk.
Bir gün o bombaların bizlerin de üzerine yağabileceğini aklımıza getirmeden izledik.

O günden buyana bölgemizde ve ülkemizde kan hiç durmadı. Giderek daha yüksek debide aktı.
Her şeye karşın küresel egemenlerin istediği boyutlarda bir arena kurulamadı ülkemizde.
Yanı başımızda kurulan arenalara ise bizi çekemediler.
Ülkenin gerçek ve meşru sahibi Emekçi Anadolu Ulusunun on binlerce yıllık köklere sahip Anadolu Kardeşliğinin sağ duyusu yöneticilerinin onca hevesine, çabasına rağmen bu pis dolandırıcılık tezgahına geçit vermedi.
Ama küresel egemenler de hiç vazgeçmediler. Sınırlarımızın dibinde, komşularımızın, akrabalarımızın yaşadıkları yerlerde bu arenaları kurdular.
Önce masum insanlar tıpkı Romalılar zamanında olduğu gibi, yırtıcı hayvanlardan daha tehlikeli, özel eğitimlerle vahşileştirilmiş, adeta ölüm makinesi haline getirilmiş IŞİD militanlarının önüne yem olarak atıldı.
Roma döneminde Hıristiyanların vahşi hayvanların önüne atılması gibi Aleviler, Ezidiler, Hıristiyanlar ve İslamı kendileri gibi algılamayan diğer Sünni Müslümanlar bu özel eğitimli, canileştirilmiş, katiller tarafından vahşice katledildi. İnançlar yine devredeydi.
İnsanlar parçalanarak öldürüldü. Kadınlara tecavüz edildi.

 Ve bütün bu vahşet o uzak iletişimli tribünlerden, milyonlarca insana izletildi. Bu gerçek vahşet görüntülerinin yanında bir takım mizansenler ve kurgu görüntülerle istedikleri kesimde istediği etkiyi yaratabildiler.
Bu, geniş kesimlerde korku ve şaşkınlık, bir başka kesimde nefret ve öfke uyandırırken, kimilerinde devrimci romantizm, kimilerinde şehvet ve ilkel güdülerini tatmin etme hevesi şeklinde oldu.
Kısa zamanda o arenalar milenyum gladyatörleriyle doluştu.
Kendi silahlandırdıkları gladyatörleri dövüştürerek, kurgu savaşlarda gerçek ölüm efektleri kullanarak algılarımızla oynadılar.
Böylece bazen savaş ve şiddetin bir zorunluluk ve tek çözüm olduğu düşüncesini, bazen korku ve çaresizlik ve bazen de bir büyüğe sığınma telaşı yarattı insanlarda.Mantıklı düşünme ötelendi. Telaş ve şaşkınlık öne çıktı. Bu savaş ve şiddetin geri planındaki asıl finansörü, o arenaların asıl sahipleri bu şiddetin durması için başvurulan bir çözüm odağı oldu.
Bu şaşkınlığın en büyük simgesi de “Biji Obama” söylemiydi.
Onca kanın akıtılmasının, bütün o katliamların baş sorumlusu, akan kanı durdurmak için devreye girdi.
Kurulan arenalar algılarımızda gerekli etkiyi yapacak kadar kan dökülüp de kaldırıldığında, yani kurulduğu toprak parçası güya kurtulduğunda, o toprak parçası artık yurt değil, bir emlak olmuştu.
Çünkü bir zamanlar orada yaşayanlar artık yoktu. Çocuklar, kadınlar, işçi, çiftçi, köylü, Alevi, Ezidi, Türkmen, Kürt, Arap kısacası o toprak parçasının gerçek sahipleri ya öldürülmüş ya da sürülmüşlerdi. Bir daha geri gelmemek üzere… Geri dönemezlerdi artık, çünkü evleri yıkılmış, varlarını yoklarını satıp savmışlar, uzun ve tehlikeli yolculuklara çıkmışlardı.
Ve birçoğu da bu yolculuklarda zaten ölmüştü.
Bir zamanlar üzerinde yaşadıkları yurtları şimdi küresel egemenlerin gözetiminde yeni sahiplerine pay edilmek üzere istimlak edildi.
IŞİD’in girdiği her köy, her kasaba ve kent önce arena sonra emlak haline geldi.
Adeta Küresel egemenler adına çalışan bir kadastro ve haritalama şirketi gibi çalıştı IŞİD. Girdiği her yerin sınırları değişti.
Şimdi buralarda, bu kurtarılan(!) bölgelerde, görsel kurtuluş savaşlarının yapıldığı, kandan ve ölümden başka her şeyi sahte olan gösterilerin olduğu bu topraklarda, bir zamanlar Filistin’de olduğu gibi yeni devletler, yeni siyasi oluşumlar kurulacak.
O toprakların ‘kurtarılan’ geçek sahipleri ise açık denizlerin kıyılarına vuran, yakınları ve yol arkadaşlarının üzüntüsünü bile yaşayamıyorlar. Gelişmiş ülkelerin sınırlarında, mayın tarlalarının arasında bekleşiyor, sınırları geçebilenler de büyük kentlerin varoşlarında çöplerden yiyecek bir şeyler arayarak, dilenerek yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar.
Ve bizler, tüm insanlık bu dolandırıcılık tezgahının arkasındaki asıl sorumluları, gerçek amacı ve tıkır tıkır işleyen planı göremiyoruz.
Gerçekler bir başka gerçeğin, kan, dehşet ve ölümlerin arkasına ustalıkla gizleniyor.
Kimse o arenalarda aslanların önüne atılan zavallı insanlara yapılan büyük haksızlığı görmüyor ya da işin o yanına bakmak istemiyor.
Herkes arenadaki gladyatörlerden kendine yakın olanı alkışlamak ya da rakibini yuhalamakla meşgul.

Ne yazık ki yıllardır bölgemizde, hemen yanı başımızda kurulan bu arenalar şimdi bizim ülkemizde, kentlerimizde kurulmaya başladı.
Bu arenaların inşaat hazırlıkları, keşif ve ilanı, ihalesi temel kazımları ve nihayet inşası herkesin gözü önünde, uzlaşma ve işbirliği içinde gerçekleşmişti.
Önce karşılıklı “hoşgörü” altında ve çözüm süreci çerçevesinde yollarda kimlik kontrolleri yapılıp, silahlar depolandı, kadrolar devşirildi.
Ardından ısınma antrenmanları niyetine asker suikastları, mayınlı tuzaklar, dağda gerilla avları ile başlayıp, Dağlıca’da, Aktütün, Şemdinli –Yüksekova’da karakol basarak ve Kandil’de uçaklarla kamp bombalayarak karşılıklı, senkronize bir şekilde tempo arttırıldı. Seri halde kurulan arenalarda gerçekleştirilecek olan Küresel Şiddet Olimpiyatlarının Türkiye ayağı öncesi kondisyon kazanıldı.

Evet, Küresel Şiddet olimpiyatlarının Türkiye ayağı…
Farklı ülkelerde, değişik yerellerde, farklı senaryolarla benzer algıyı yaratma amacındalar.
Çünkü birbiriyle ilintili, çünkü büyük bir senaryonun parçaları...
Kurulan bu arenalarda evleri cephanelik ve mevzi, içinde yaşayanları siper edenlerle, orada içinde insanların, çocukların yaşadığı bir ev olduğunu göz önüne bile almayan gladyatörler, ağır silahlarla birbirlerine ateş ettiler.
Ölen insanların bedenleri yerlerde sürüklendi, soyuldu, ölü insan bedeninden porno yaratacak kadar sapkın dürtülerini açığa çıkarttılar.
Çocuklar onları ‘kurtarmak’ ya da ‘özgürleştirmek’ isteyenlerin karşılıklı ateşi arasında kalıp yaralandılar, öldüler.
Yine algılarımıza saldırı var, yine kanlı, vahşi ve insanlık dışı…
Yine bir illüzyon içeriyor, hepimizin gözleri yine gladyatörlerde, yine arkasında saklanan bir şeyler ve birileri var ve biz oraya yine bakmıyoruz.
Yine yalan üzerine kurulu bu savaş oyununda, ekmek almaya giden yaşlılardan, kız çocuklarından, Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelmiş şehitlere kadar can yakıcı, kanı yüzümüze sıçrayacak kadar gerçek cinayetlerle on binlerce yıllık kardeşliği yarmak amaçlanıyor.
Bu küresel arenalar zincirinin patronları böyle istiyor çünkü.
Hedefte ulusal devletler var. Ne kadar esir alsalar, uzaktan kontrollü diktatörlerle kolaylıkla denetleyebilseler de, hisselerini kolayca satın alabilecekleri, etnik şubelerden oluşan bir holding devlete dönüşmeleri gerekiyor.
Çünkü ulusal devletler Küresel Kapitalizmin kronik krizlerine çözüm olacak DTÖ(Dünya Ticaret Örgütü) kurallarının küresel çapta uygulanmasının, Kamusal hak ve görev yerine hizmet ticaretini koyma operasyonunun hızını kesiyor.
Açıkçası asıl mesele küresel serbest ticaret. Alabildiğine serbest, alabildiğine küresel… Hiçbir etik ve toplumsal yarar gözetmek zorunda olmadan, ulusal politikalar, dayanışma ve dirençlere takılmadan, emekçilerin, çevrecilerin, doğaseverlerin, tüketicilerin ulusal çapta örgütlenme olanaklarının engellendiği bir ortamda alabildiğine serbest alabildiğine de küresel ticaret  …
TAFTA (Transatlantic Free Trade Agreement)  yani Atlantik Ötesi Serbest Ticaret Anlaşması ve
TPP (Trans-Pacific Partnership) yani Pasifik Ötesi Ortaklık Anlaşması da bu küreselleşmenin ABD merkezli olduğunun bir kanıtı.
Zira her iki okyanusun, Atlantik ve Pasifik okyanuslarının ortasında ABD yer alıyor. Her iki anlaşmada da en önemli aktör yine ABD…
Bu anlaşmalar (projeler) aslında ticari küreselleşmenin siyasi küreselleşme ile tamamlanması çabalarının da bir göstergesidir.

Ne ki Küresel Sermaye ve Emperyalizm bu projelerini sadece ‘anlaşmalar’la yürütmüyor.
Dünyanın tarihsel ve kültürel bir başka merkezi olan bölgemizde bu projelerini kurduğu arenalarla, düzenlediği Küresel Şiddet Olimpiyatlarıyla yürütüyor.
Birçok kez bu olimpiyatın ateşinden Paris gibi Dünyanın değişik yerlerine sıçrasa da bu kanlı olimpiyatları sürdürmeye de kararlı gözüküyor.

Ve bizler bu arenaların uzak iletişimli, interaktif (Facebook, Twitter)  tribünlerinden meydanda dövüşen gladyatörlerin lehine veya aleyhine tezahürat yapıyoruz.
Belki Eski Roma döneminde olduğu gibi; masum insanların vahşi hayvanların önüne atılmasına, onların öldürülüp yerlerinden sürülmesine artık tezahürat yapmıyor ve bundan keyif almıyoruz.
Hatta bu yaraya merhem olmaya çalışanlarımız var.
Ancak onların bu duruma düşmesine asıl sebep olanlara karşı bir tavrımız yok. Ötesi, böyle bir tavır alındığında vurulacak damgalardan, yaftalanmaktan ölesiye ödümüz kopuyor. O arenalarda şiddetin kutsanmasına seyirci kalıyoruz.
O arenaların bizim yaşadığımız yerlere de kurulabileceğini, her zaman tribünlerde kalamayacağımızı, belki aslanların önüne atılan kurbanlardan, belki dövüştürülen gladyatörlerden biri olabileceğimizi aklımıza getirmek istemiyoruz.
Eğer bu arenaların kurulmasına ve kuranlara karşı birlik olmazsak, arenalarda yükselen şiddetin -amasız ve hatır gönül dinlemeden- karşısında olmazsak, sadece o interaktif tribünlerden aleyhte veya lehte tezahüratlarla yetinirsek aklımıza getirmediklerimiz başımıza gelecektir.

Nadi Öztüfekçi
19 Kasım 2015

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Lütfen hakaret içeren yorumlar yazmayın.