Tıpkı Erdoğan'ın konuşmalarına benziyor.
O da tek yürek, tek vatan ve tek kader gibi kavramlardan söz ediyor.
O da tıpkı Erdoğan gibi yeni Amerika’dan söz ediyor.
Yeni otoyollardan, yeni havaalanları, tünellerden söz ediyor.
Bu arada, “İstihdamı, zenginliğimizi, düşlerimizi, hayallerimizi geri getireceğiz" falan derken araya “sınırlarımızı” kelimesini de sokuşturuyor.
Hangi sınırları geri getirmekten söz ediyor acaba? ABD’nin hangi sınırı değişmişti ki?
Sakın kıtalar arası sınırlar olmasın? İsrail-Filistin topraklarındaki, Suriye’de, şimdilik kaydıyla durdurdukları bizim güney sınırlarımızdaki Irak-Akdeniz koridoru gibi, yani tüm Dünyadaki hükümranlık sınırlarını geri almaktan söz ediyor olabilir mi?
Erdoğan’ın misakı milli sınırlarımızı tartışmaya açması ile ne kadar benzer bir durum değil mi?
Tıpkı onun gibi kaybedilmiş(!?) sınırlar üzerine tehlikeli laf cambazlıkları yapıyor.
Tek benzerlik o değil. Tek vatan, tek yürek gibi söylemler de çok benziyor, otoyollar, havaalanları tüneller gibi vaatleri de…
Hele o, “Amerikan malı alıp Amerikalıları çalıştıracağız” söylemi, tıpkı Erdoğan’ın Türk parası üzerine yaptığı hamasi, kof laf kalabalığına benziyor.
Ama Trump’ın Erdoğan’la benzerlikleri sadece söylem bazında değil. Asıl dehşet verici benzerlik bu söylemlerin arka planında gizli.
Bir kere çoğunluğu yalan… Trump’ın öyle Amerika sınırları içerisinde kalan, vatanseverlik, milli irade ve tek kader gibi ülküleri yok… Tıpkı -yakın zamanda bunu bizzat dile getirerek ikrar eden- Erdoğan gibi...
Trump’ın tek kaygısı, kendisinin de bir parçası olduğu Küresel Sermayenin çıkarları, yaşadığı kronik kriz ve bu krizin nasıl ötelenebileceği…
Trump da biz de biliyoruz ki bu krizin ötelenebilmesinin yolları ABD sınırları içinde dolanmıyor. Çünkü kriz ABD sınırları içerinde değil ve ABD’nin ekonomisi de ulusal bir ekonomi değil.
O yollar Kapitalizmin varlığını sürdürdüğü her yerden geçmezse, Trump’ın gerçek kaygısını, yani Küresel Sermayenin krizinin ötelenmesi sorununu gideremez.
Trump seçimleri kazanabilmek için Amerikan emekçi ulusunun hamasi duygularına oynadı.
Ancak o duyguların oluşmasındaki etmenler oyun değil, Amerikan ulusunun somut sorunlarının yansımasıydı.
Amerikan ulusu emekçileşiyor, yoksullaşıyor.
Onlar da Küresel Kapitalizmin emekçi ve yoksullara küresel çaptaki saldırısından etkileniyorlar.
Trump bunu ustalıkla ABD'nin tüm dünya ülkelerine yönelik özverili politikasının sonucu olduğuna inandırdı seçmenleri.
Böylece bu oyun tuttu, işe yaradı.
Peki Trump’la Hillary Clinton arasında fark var mıydı?
Ya da şöyle soralım, Hillary Clinton seçilseydi farklı bir yol mu izleyecekti? Hiç sanmıyorum.
Değil Hillary Clinton, eğer Barack Obama bile bir dönem daha seçilseydi, bir şey değişmeyecekti. Çünkü Barack Obama’nın izlediği ekonomik politika Trump’ın izleyecek olduğu arasında öz olarak fark yoktu.
Sadece, yoksullara pahalı tedavi gerektirmeyecek hastalıklara yönelik yüzeysel sağlık hizmetleri, evsizlere bedava yemek gibi, “Sosyal Sadaka” diye tanımlayabileceğimiz bir iki göstermelik uygulama Obama’ya, Trump’tan farklı bir özellik kazandırmaz.
Uluslararası Hizmet Ticareti Anlaşması (TISA) görüşmelerinin 2016 sonunda tamamlanması hedeflenmişti.
Bu anlaşmayla, kamusal tüm hak ve görevler, küresel çapta hizmet ticaretine yani Küresel Sermayenin yatırım alanına dönüştürülüyor.
Bu anlaşmanın felsefesi Trump’ın seçim propagandaları sırasında dile getirdikleriydi ve görüşmeleri Obama döneminde yapılmış 2016 sonunda da uygulanması hedeflenmişti...
Trump'ın yetki devrinin ilk gününde ObomaCare (Obama'nın getirdiği sağlık yardımı sistemi) sisteminin lağvedilmesi aslında Obama döneminde alınmış bir kararın uygulamasıydı.
Burada asıl önemli olan; bundan sonra ABD ve tüm dünyada kamusal hak ve hizmetlerin bundan böyle hizmet ticaretine (Trade in Service) dönüştürüleceğinin mesajının verilmesiydi.
Bu mesajı daha önce Çay Partisi kliği Amerikan devlet sisteminin bazı kurumlarını kilitleyerek vermişti.
Birinci Erdoğan döneminin en popüler başarısı(!) olarak lanse edilen sağlık sistemi de içinde bugün yavaş yavaş kendini gösteren, sosyal sağlık sisteminin yok oluş kodlarını içeriyordu.
Yani TISA'nın felsefesine uygun hazırlanmıştı.
Zira bu anlaşmanın görüşmelerine Türkiye birinci Erdoğan döneminde, 2012 Haziran'ında katılmıştı.
Erdoğan'ın denetimsiz güce ihtiyaç duymasının altında da, Küresel Kapitalizmin kendisine verdiği ödevleri yerine getirmek için verdiği sürenin 2016 sonu itibarı ile bitiyor olması yatıyor.
Trump ve Obama aynı misyonun halef-salefiydi. İkinci Erdoğan ve birinci Erdoğan da aynı misyonun halef-salefi...
Ayrıca Trump’ın “Tek Vatan” söylemi de tam bir demagoji…
Bugün ABD’nin ön ayak olduğu TTIP anlaşmasıyla uygulamaya konmaya çalışan proje, ABD devletinin ayağına kurşun sıkması gibi bir şeydir.
Devletin yerine Küresel Kapitalizmin organlarının geçirilmesi projesidir.
Trump aslında emekçileşen Amerikan ulusunun aleyhine olan bu politikaları büyük ustalıkla, ulusalcı bir tarzla Amerikan seçmenine sunarak ön almış oldu. (7 Kasım seçimlerinde Erdoğan'ın kullandığı yöntem)
Yetki devrine yaklaşan günlerden itibaren başlayan Trump’a karşı yapılan gösterilere katılanların temel kaygıları ile, Trump’ı seçenlerin büyük kısmının oy verirken ki kaygıları aslında aynı.
Kısa süre sonra bu gösterilere bugün şenlik yapanlar da katılacaktır.
Aslında bir kısmı da 8 Kasım 2016'da verdikleri kararın pişmanlığının bir yansıması belki de...
Trump’ın izleyeceği dış politika da Obama’ın izlediği politikadan farklı olmayacaktır. Bill Clinton zamanında da uygulanan “Barış İhracı” ( peace maker) politikasının devamı olan Obama’nın dış politikasını, daha bir şahin kılığında izleyecektir.
Obama’nın yarım bıraktığı Irak’tan Akdenize uzanan koridorun inşasını kaldığı yerden, bir iki nüans farkıyla devam ettirecektir.
O yüzden kimse; -özellikle Erdoğan’a antiemperyalist misyon yükleyen şoven ulusalcılar gibi- Kürt meselesi konusunda Türkiye açısından umutlanmasın.
Ayrıca kimse de; Obama ABD’sine özgürlük hamisi misyonu yükleyen, liberaller ve Kürt Hareketi sempatizanları gibi Ulusal mağduriyet pozlarına girmesin.
ABD, Ortadoğu’daki çıkarları gözetirken Küresel Kürt Hareketiyle ilişkilerini kesmeyecek ve Kürt Meselesini elverişli bir araç olarak kullanmaya devam edecektir.
Sadece “Biji Obama” söylemi “Biji Trump”a dönüşecektir.
ABD’nin izlediği politikayı, -özellikle dış politikayı- başkan değişiklikleri belirlemez. Başkan değişikliklerini konjonktür belirler.
Yani 8 Kasım 2016 Amerikan seçimlerini farklı bir anlayış kazanmış olmadı.
Obama ve Trump arasında, sadece görsel ve kullandığı dil açısından bir fark vardır. Yaptıkları ve yapacakları açısından öz olarak farkı yoktur. Birbirinin devamı olacaktır.
Tıpkı 7 Haziran 2015 seçimleri öncesi Erdoğan’la ve sonrası Erdoğan arasında fark olmadığı gibi…
Amaç ve yüklendiği misyon açısından, bu iki Erdoğan arasında da hiç fark yok.
Sadece yöntem ve kullandığı dil açısından olan bu göstermelik fark, özde bir değişmeyi göstermiyor.
Erdoğan 7 Haziran öncesinde kullandığı dilin ve politik yöntemlerin üstlendiği misyonu yerine getirmekte zorluk yaşayacağını, Küresel danışmanlarının(!) da uyarısı yardımıyla sezdi.
Yine bu Küresel danışmanların uyarısı ve gözetimi ile söylem ve tarzını değiştirdi.
Akil adamlar, çözüm süreci politikaları ve "analar ağlamasın" söylemleri ile yapamadığını bu defa çok daha tehlikeli bir şekilde, savaş ve şiddet politikaları ve çarpıtılmış milliyetçi söylemler ile yerine getirmeye çalışıyor.
Böylece izlediği ulusal çıkarlara aykırı politikalara karşı gelişecek ulusal tepkilerinin önünü alırken, hamaset ve şovenizmi yükselterek Küresel yönlendirmelerle girdiğimiz Ortadoğu bataklığında verdiğimiz kayıplara da 'haklılık' kazandırmaya çalışıyor.
Aslında Obama’yı 7 Haziran öncesi Erdoğan’a benzetirsek, Donald Trump’ı da 7 Haziran sonrası Erdoğan’a benzetebiliriz.
Söylemler şimdiden aynı, uygulamalarının da aynı olacağı Trump'ın seçtiği yardımcılardan belli oluyor.
Tek fark var. 8 Kasım 2016'da Amerikan seçimleriyle Küresel Kapitalizmin politikasını uygulayacak kişi değişmiş oldu.
Ama 7 Haziran seçimleri kişiyi değiştiremedi.
Donald Trump dün (20 Ocak 2016) Barak Obama’dan yetkiyi devralırken, Erdoğan 7 Kasım 2015’te iktidarını daha da pekiştirmiş oldu.
Obama’nın bir daha seçilme hakkı yoktu. Ancak olsaydı bile, Erdoğan gibi aniden söylem ve tarz değiştirmesi Amerikan seçmenince kabul edilmezdi.
Nitekim Hillary Clinton da Obama’dan çok farklı bir dil kullansaydı çok daha az oy alırdı.
Erdoğan'ın bu ani değişiminin bizim seçmenimizden sorgulanmadan kabul görmesi Türkiye’deki seçmen bilinci ile ilgili bir durum.
Sağcısı ve solcusu, mütedeyyini, laiki, Kemalisti, ulusalcısı, liberali ile seçmen bilincimizin, gündemi okumakta, okuduğunu anlamaktaki düzeyinin hangi irtifada olduğu ile ilgili bir durum bu.
Son günlerde olumlu olumsuz, yapıcı yıkıcı mealinde yürütülen dil tartışmaları da bu toplumsal disleksi sorununu çözemez.
Eğer yaşadığımız güncelliği okuyamazsak, kullanacağımız dil, bu güncelliği bizim yerimize okuyanların bize empoze ettiklerini anlatmaktan başka bir işe yaramaz.
Önce güncelin bize sunduğuna hatır, gönülden bağımsız mantık ve vicdanımızla bakarak okumayı ve bunu en açık ve somut şekilde, hatır gönül gütmeden, mahalle trendlerimize endekslenmeden anlatmalıyız.
Eğer bunu başarırsak meclisten geçen anayasa değişikliğiyle yapılmak istenenin, Trump'ın başkanlığı devralması arasındaki organik ilişkiyi doğru kavrar önümüzde referandumda oy verecek geniş yığınlara da doğru anlatırız.
Dil gerçekleri anlatığı ölçüde olumludur, pozitiftir.
Geri kalan her şey bu ilkenin üzerinde yükselmelidir.
Nadi Öztüfekçi
21 Ocak 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Lütfen hakaret içeren yorumlar yazmayın.