31 Temmuz 2018 Salı

ŞİMA'NIN SORUMSUZLUĞU ve FARKINDASIZLIĞI..!

Yaklaşık iki yıl kadar önce bizim köye yakın bir benzin istasyonuna arabaya gaz doldurmak için gitmiştim.
Çoğu kez olduğu gibi köpeğim Şima da arabadaydı.
İstasyonun arka tarafında görevlilerin ilgilendikleri, yemek artığı, mama falan verdikleri bir kaç köpek vardı. Onlardan bir tanesi ön tarafa gelmiş, gelen müşterilerden sevgi istiyordu.
Bana da yaklaştı başını okşadım.
Bizim kıskanç Şima bunu gördü. Arabanın içinden havlamaya başladı.
Gerçi genelde huyudur, kendisini güvencede hissettiği durumlarda, örneğin arabada olduğu zaman dışarıda gördüğü, kendinden iki üç kat büyük köpeklere havlar, hırlar, kafa tutar.
Hani öyle böyle değil... Yani kapı açık olsa, o iri yarı köpeği parçalayacak sanırsın.
Bir kaç defa da, "bakalım ne yapacak" diyerek açtığım oldu.
Ne mi yaptı? Tam da tahmin ettiğim gibi... Kuyruk sallayıp köpeğin poposunu koklamıştı.
Bu defa kıskançlığın da etkisiyle her zamankinden daha şiddetli istasyondaki o iri yarı köpeğe sardı.
Köpek, "hadi benden bulma" dercesine asfaltın karşı kıyısına doğru yürümeye başladı.
Ben de Şima'yı azarlayarak susturdum.
Köpek asfaltı karşıdan karşıya geçmekte oldukça deneyimliydi.
Sol taraftan gelen bir kaç arabanın geçmesini bekledi. Arabaların geçişleri azalınca, gayet güvenli bir şekilde yolun ortasına kadar gitti. Sağdan gelen arabanın geçmesini bekliyordu ki...
Birden  istasyonun arka tarafından bir başka köpek, uykulu uykulu belirdi.
Her halde Şima'nın az önceki yaygarasını duymuştu.
Biraz önce azarlayarak susturduğum Şima tekrar havlamaya başladı.
Susturmaya fırsat kalmadan, o asfaltın karşısına geçmeye çalışan iri köpek geri döndü, "yettin ama..!" der gibi, havlayarak koşmaya başladı.
Ne yazık ki asfaltın yarısına kadar geçerken gösterdiği dikkati geriye dönerken göstermediği için hızla gelen bir araba kendisine çarptı.
Araba sürücüsü -nasıl bir insansa- durmadı bile. Arkadan gelen başka bir araç fren yapsa da altına almaktan kurtaramadı.

Şima'nın o kof efelenmesi kötü bir kazaya neden olmuştu.
Ama Şima'nın umurunda bile değildi. Hala havlamaya devam ediyordu. Suçluluk hissetmek bir yana kendi neden olduğu kargaşadan dolayı ürkmüş, daha şiddetli, kesintisiz bir şekilde havlıyordu.
Aslında olan bitenin de farkında değildi. Kıskançlık ve küçük gövdeli olmanın getirdiği kompleksten dolayı yerli yersiz havlaması sonucunda kötü bir kazaya neden olduğunu düşünemiyordu bile...
Hala kendisine karşı kötülük ya da bir saldırı yapıldığını düşünüp artan korkusu nedeniyle deli gibi havlıyordu.
Artık beni de dinlemiyordu.
ŞİMA... SORUMSUZ ve FARKINDASIZ.
Öncesi ve sonrası ile havlaması gerektiğinden öylesine emindi ki...
Neden oldukları onu hiç ilgilendirmiyordu...
Sonuçta bir köpekti çünkü. Küçük gövdeli, kompleksli, geçmiş hayatında fazlasıyla travma yaşamış, belki böyle iri bir köpek tarafından hırpalanmış zavallı bir köpek...
Sık sık söylerim, "Eğer insan olsaydı, hatta kızım bile olsaydı hiç sevmezdim." diye...
Ama dediğim gibi, ölmek üzere bulup yaşama döndürdüğümüz, sonrasında sahiplendiğimiz, bizi kimseyle paylaşmak istemeyen  köpeğimizdi ve ben onu çok seviyordum.
Hala çok seviyorum.

Yaşadığımız 24 Haziran Seçimleri, öncesi ve sonrasıyla bana bu olayı hatırlattı nedense...
Aslında ilk nedeni belli...
24 Haziran Seçimleri sonuçları açısından yukarıda anlattığım kazadan daha vahim bir durum.
Türkiye büyük bir kaza sonucu komaya girdi.
Diğer nedenlerinden biri de bu seçim öncesinde, önünü ardını düşünmeden, neden olacağı -hadi diyelim ki oluşmasına katkıda bulunacağı- büyük felakete aldırmadan, sorumsuzca davranışlar, sarf edilen sözler, yazılan yazılar, ortaya konan düşünceler bana Şima'nın sorumsuzluğunu ve aynı kişi ve kurumların 24 Haziran'dan sonra aynı minvalde, bu felakete yaptıkları katkıları düşünmeden konuşmaları da yine Şima'nın farkındasızlığını hatırlattı.
Metaforlar (benzetme) yazılarda kullanıldığında anlamı güçlendirse de elbette gerçek hayatla bire bir örtüşmüyor.
Bu benzetmede de gerçekte olanlar arasında bir takım farklar var. Hem bazıları da çok önemli...
Yukarıda anlattığım olayda kazaya neden olan Şima, arabamda güvencedeydi.
Kendisinin tüyüne bile zarar gelmedi.
Ama 24 Haziran'da, Şimalar da arabanın altında kaldı.
Şimdilik  farkında değiller.
Tıpkı ortaya çıkan felakette ne büyük katkıları olduğunun farkında olmadıkları gibi...
Konuşup, yazıp duruyor kendilerinden başka herkeste suç arıyorlar.

Her biri, aslında daha büyük bir felaketi önlediklerini düşünüyorlar.
Ya HDP meclise giremeseydi?
Bu 'felaketi' önlemek için seçim süreci boyunca, var güçleriyle en yakın oy havuzundan -CHP'nin oy potansiyelinden- HDP'ne pompalamaya çalışmışlardı.
HDP'nin meclise girmesinin tek yöntemi bu olduğundan o kadar eminlerdi ki...
Hiç tereddüt etmeden, "Daha önce CHP'ne oy verenler, bu defalık HDP'ye oy vermelidirler." gibisinden birbirinden bilmiş tavırlarla keramet buyurdular. Sadece keramet değil,  HDP meclise girerse Erdoğan-AKP iktidarının yıkılacağına dair kehanet de buyurdular.

Sosyal medyaşorundan tutun, yaygın medyaşoruna kadar, önüne gelen herkes parmak hesabı ile yürüttükleri aritmetik çalışmalarının sonuçlarını adeta birer matematik profesörü edasıyla sundular.
Kim nerede ve nasıl fırsat bulduysa orada; toplantılarda, kahvelerde, dost ve akraba ziyaretlerinde, sosyal medyada; punduna getiren yaygın medyada, tuttukları köşelerde; yönettikleri, çağrıldıkları programlarda sürekli, hiç tereddüt etmeden, "CHP'lilerin HDP'ye oy vermesi gerektiğini", yazıp söylediler.

Halk Tv'de, sunduğu Medya Mahallesi programında, Ayşenur Arslan ve konuğu Mustafa Sönmez, "CHP'li 4 kişilik bir ailenin bir ferdi HDP'ne oy vermeli" çağrısı yaptı.
Ayşenur Arslan çağırdığı konuklarla seçim süreci boyunca sürekli bunu işledi. Hep bu yönde sorular sordu.
Yani seçim süreci boyunca Ayşenur Arslan CHP'ne %25'lik muhalefet yapmış oluyordu.
Yine Ahmet Şık'ın katıldığı bir Medya Mahallesi programında Ayşenur Arslan, 22 Mayısta Star gazetesinde yayınlanan Hüseyin Gülerce'nin,  bir yazısını ekrana getirmişti.
Hüseyin Gülerce bu yazıda; "HDP barajı aşamadığında, AK Parti’nin 50-60 milletvekili daha kazanması söz konusu. Evet, listeler yüzde 1 bile etkilemez ama HDP’nin barajı aşamayışı, 24 Haziran seçiminin sonucunu çok etkiler." şeklinde ifadeler kullanıyordu.
Ayşenur Arslan; bu söylemi, AKP cenahının, HDP'nin barajı geçmesinden ne kadar korktuğuna, bunları dile getirmesini de Hüseyin Gülerce'nin saflığına ya da acemiliğine bağlıyordu.
Aslında acemi olan, tezgaha gelen kendisi ve kendisi gibi Erdoğan ve AKP'ye karşı muhalefet yaptığını sanan diğer çok bilmiş gazetecilerdi.
Kıdemli bir FETÖ'cü olarak Hüseyin Gülerce, tecrübesini konuşturuyor, AKP adına "ya HDP barajı geçerse.!?" korkusu duyuyormuş görünümü vererek, tüm Türkiye Solunda ve Erdoğan-AKP muhalifleri arasında köpürtülmeye çalışılan, "ya HDP barajı geçmezse.!?" telaşına katkı yapıyordu.
Esasen Ayşenur Arslan'ın tüm seçim süreci boyunca yaptığını yapıyordu.
Arada bir fark vardı. FETÖ davasından af edilmesinin kefareti olarak, Erdoğan lehine etkili bir algı çalışması yapan Hüseyin Gülerce, ne yaptığını biliyordu.
Ayşenur Arslan ise tam bir Şima sorumsuzluğu ve farkındasızlığı ile hala konuşmakta.
Sadece Ayşegül Arslan mı?

Bildiğimiz Uğur Dündar... Hani şu Türkiye'nin en büyük Kemalist ve Ulusalcılarından, yılların deneyimi ile CHP tabanının çok takdir ettiği 'duayen' gazeteci...
Kemal Kılıçdaroğlu ile yaptığı Arena programını izlediniz mi?
Sorduğu sorulardan birisi Erdoğan'ın Mahalle Başkanları Toplantısına ait bir videoda söyledikleri ile ilgiliydi.
O videoyu izlemişsinizdir. O videoda da, tıpkı Hüseyin Gülerce'nin yazısında olduğu gibi, Erdoğan-AKP tarafının "ya HDP barajı geçerse.!?" korkusu yaşadığı imajı veriliyordu.
Aslında sızdırılmış gibi gösterilen bu video da ustaca hazırlanmış bir tezgahtı. Sonuçta, "ya HDP barajı geçmezse.!?" telaşını köpürtme amacını taşıyordu.
Bu tezgah, duayen gazetecimiz Uğur Dündar üzerinde de etkili olmuş ki programına çağırdığı CHP Genel Başkanına bu yönde soru sorarak onu da, "ya HDP barajı geçmezse.!?" telaşına ortak etmeye çalışıyordu.
Kılıçdaroğlu ise sıradan, üzerinde durmaya değmeyecek bir olaymış gibi, "O video bir tezgah, özellikle sızdırılmış." deyip geçiştiriyordu.
Evet Kılıçdaroğlu doğru söylüyordu. Ama güçlü söylemiyordu.
Erdoğan-AKP tarafının seçimlerden galip çıkmasında en etkililerinden biri olan olan algı operasyonunu güçlü bir şekilde dile getirmiyor, geçiştiriyordu.
Bu soru Uğur Dündar'ın pek de öyle 'duayen gazeteci' olmadığını gösterir ama Kılıçdaroğlu'nun bu soruya doğru ama güçlü bir yanıt vermemesi neyi gösterir doğrusu onu bilemem.

İroniye bakın ki; CHP'nin ulusalcı Kemalist tabanından Atatürk rozetleri, anahtarlıkları, Onuncu Yıl Nutku veya alelacele yazılmış Atatürk ile ilgi diğer kitap satışlarıyla finansmanını sağlayan Halk Tv, hemen top yekun olarak, seçim süreci boyunca CHP'den HDP'ne oy devşirmek için çalıştı.
Tüm Türkiye Solu gibi seçimin temel sorununun "HDP'nin barajı geçmesi" olarak saptayıp öne çıkararak, hem hedef saptırdılar hem de Erdoğan'ın istediği karşı cepheyi oluşturdular.

Keza Tele 1 kanalı...
HDP'den aldığı seçim reklamları hatırına mıdır nedir, üç muhabirini istihdam ettiği "Türkiye'nin Seçimi' programında CHP'den HDP'ye oy aktarma operasyonunu yoğun olarak sürdürdü.
Hemen her programda AKP'nin Güneydoğu'da yapacağı seçim hilelerinin ana amacının HDP'yi Baraj altında bırakmak olduğu ve bu 'oyunun' HDP'nin büyük şehirlerde desteklenerek boşa çıkarılabileceği işlendi. Açık veya dolaylı, bu desteğin ana kaynağı olarak da CHP tabanı işaret edildi.
Oysa asıl büyük oyun HDP'ye yönelik değildi. HDP yem olarak kullanılıp CHP ve tabanı tuzağa düşürüldü.
'Oyunu başa çıkarılım' derken 'oyun'a düşülmüştü.
Halk Tv gibi CHP'nin ulusalcı tabanından kendini finanse eden Tele 1 Kanalı da bu oyuna katkı vermişti.

Türkiye Solu ise -her zaman yaptığı gibi- tuzağa kendi atladı.
Nasıl bir hüsnü kuruntu ise artık, HDP meclise girerse Erdoğan-AKP iktidarının yıkılacağı kehanetini herkesten çok seslendirdiler.
Kendilerine bile itiraf etmiyorlardır ama bu konudaki umutlarını da CHP'ne bağlamışlardı.
Öyle ya..! Yana yakıla meclise sokmaya çalıştıkları HDP'nin mecliste çoğunluğu alması veya gösterdikleri adayın Cumhurbaşkanı seçilmesi söz konusu olamazdı.
Eğer Erdoğan-AKP iktidarı yıkılacaksa bu en başta CHP'nin performansına bağlıydı. Yeteri kadar (en az 200) milletvekili çıkarması, adayı Muharrem İnce'nin de -en azından 2. turda- %51'i bulması gerekirdi.
Oysa eninde sonunda bir önceki seçimlerde CHP'nin aldığı oy oranı %25 civarlarındaydı.
Oyunu en az %10 artırmalıydı ki Türkiye Solu dahil, birçok kesimin beklentilerini karşılayabilsin.

Peki bu nasıl mümkün olabilirdi ki..?
Sen bir yandan CHP'nin kemik oylarını HDP'nin %10 barajı geçmesi adına eline geçen, satır, keserle yont, diğer yandan CHP'den AKP'ni mecliste azınlığa düşürecek oy almasını bekle..!
Bir koyunun hem etinden hem sütünden aynı anda yararlanmak mümkün mü?
Bu, "Bir bacağını bana ver, sen bir yerlerden bulursun." demek gibi bir şey...
Oysa CHP'nin bu lüksü yoktu. Aslında kendisi zor ayakta duruyordu.
Yıllardan beri ne tarihte, ne de dünyada görülmemiş bir şekilde muhalefetteyken iktidardan fazla muhalefet görmüş bir parti...
Hırpalanmış, suistimal edilmiş, şaşkın ördek görünümüyle CHP'nin bizzat kendisinin desteğe ihtiyacı vardı.

İşin komik tarafı CHP de gerek yönetimi, gerekse, "sola daha yakın kesimi(!?)" ile bu algıya ikna oldu.
Hani derler ya, "şaşkın ördek kıç üstü dalar" diye... HDP'nin baraj sorununu en az HDP'liler kadar kendine dert etti. Kendilerini hiç bir şekilde HDP'li olarak görmedikleri halde, bir miktar CHP'li, sırf 'oyunu bozmak' için oyuna düşerek, HDP'ne oy verdiler.
Ancak çok daha fazla bir miktarı da ne HDP'ne ne de CHP'ne oy vermedi.
CHP'nin bu şaşkın ördek hali HDP'ne hediye ettiğinden çoğunu da kaybetmesine neden oldu.
Bu şaşkınlık sadece kendi oy potansiyelinin erimesine yol açmadı,  16 yıllık bir iktidar karşısındaki ana muhalefet partisi olarak, normal koşullarda CHP'ne yönelmesi beklenen oyları da engelledi.
CHP en bonkör seçim sürecini yaşamıştı.
Züğürt Bonkörlüğü.!?

Bu bonkörlüğün bir nedeni vardı.
Hegemonya, yeni bir dip dalgası yaşandığı konusunda ustaca sol içi bir algı yarattı. Erdoğan-AKP muhalefeti ve Türkiye Solu uzun zamandan beri toplumsal bir yalıtım içerisinde olduklarının farkında bile değillerdi.
Küresel algı odaklarının deneyim -ve belki de finans- desteği ile ustaca gerçekleştirilen, medya operasyonlarıyla AKP'nin oy tabanının, geri kalan geri kalan kesimle bağlantısı kesildi.
Türkiye Solu zaten -Kürt Hareketine endeksli olduğu için- toplumun büyük kesiminden izole edilmiş olarak, adeta kendi fıçısında yaşıyordu. Ama bunun farkında değildi.
Türkiye Solunun bu farkındasızlığı ya da siyasi körlüğü CHP tabanına hatta- Erdoğan-AKP muhalefetinin tümüne yansıdı diyebiliriz.
O yüzden kendi fıçısında oluşturulan "dip dalganın" tüm ülkede yaşandığını zannetti.
O kadar ki bu dip dalganın Erdoğan fenomenini, AKP'nin oy potansiyelini aşacak kadar büyük bir tsunami yaratacağını düşündüler.
Açıkçası bu züğürt, kendini zengin sanıyordu.

Bu şaşkınlıkla, piyasa edilen senaryoya inandılar. Senaryo şöyleydi:
"Erdoğan'ın bu tsunamiyi önlemek için tek çözümü vardı. Güneydoğu illerinde seçim hilesi yaparak HDP'nin barajı geçmesini engellemek."
Bu ucuz senaryo HDP sözcüleri tarafından ustalıkla yayıldı.
Erdoğan; uzun zamandan beri uyarmaya çalıştığım, defalarca yazı yazdığım, "kendi karşı cephesini" -en azından algısal boyutta- dizayn etmeyi başarmıştı.
CHP-HDP-PKK cephesi Erdoğan-AKP cephesinin iddia ettiği oran ve şekilde asla pratiğe  yansımadı ama, Erdoğan'a oy veren % 53 civarındaki kesimin algılarında bu cephe çoktan oluşmuştu.
Bu algı Erdoğan'ın tek adam rejimini oluşturmasına yetti.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde %52'yi aştı, mecliste gerekli ittifakı sağlayacak aritmetiğe ulaştı.
Aslında tezgah; CHP'nin oy potansiyelinden HDP'ne aktarılabilen 640.000 civarındaki oydan çok daha ötesindeydi.
Hatta bu oy aktarma operasyonu sırasında CHP'den kaçan 830.000 oydan da çok daha büyüktü.
Bu tezgah sayesinde yaratılan CHP-HDP-PKK işbirliği algısıyla, bir ana muhalefet partisi olarak CHP'nin ve Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce'nin alabileceği oyları da hatta, 'Millet İttifakı'nın potansiyel oylarını da etkiledi.
Ülke tarihinin en büyük siyasi felaketi, bu en sofistike tezgahı sayesinde gerçekleşti.
Erdoğan-AKP iktidarının yıkılmasının belki de en mümkün olduğu koşullar, hedef şaşırtılarak, ustaca uygulanan politik psikoloji teknikleriyle tersine çevrildi.

Sonuçta bugünkü tablo ile karşı karşıyayız.
Seçimler öncesinde tetiklenen Züğürt Bonkörlüğü şimdi Züğürt Tesellisine dönüştü.
Bu tezgaha bilerek ya da bilmeyerek katılan hemen tüm Erdoğan-AKP muhalefeti kendilerine teselli noktaları arayışındalar.
CHP'liler, Muharrem İnce'nin Cumhurbaşkanlığı seçiminde aldığı %31 civarında oyu, acaba 'ileri tarihte yapılacak -belki de asla yapılmayacak- genel seçimlere taşıyabilir miyiz' umuduyla teselli buluyor. Bu teselli arayışını da "neden kaybettik" konusunda bir an bile kafa yormadan parti içi çekişmelere hızla dalarak sürdürüyorlar.
Türkiye Solu da seçim süreci boyunca yaptıkları tek şey olan, CHP'den HDP'ne aktardıkları oylar sayesinde bir kaç 'sosyalist' milletvekilini meclise sokmanın tesellisi ile idare ediyorlar.
İYİ Parti ve Saadet Partililer ise CHP sayesinde Seçimlere ve Meclise girdiklerini unutup, CHP ile girdikleri ittifakın kendilerine oy kaybettirdiklerinden yakınıyorlar.
Aslında bütün bunları göze alarak girdikleri bu ittifaktan yakınmalarındaki pişkinliğin altı çizerek söylüyorum; yakınmaya hakları yok ama tespitlerinde haklılar.
Sadece onlar değil, 24 Haziran öncesinde televizyon kanallarını dolaşarak, "bak barajı geçmezsek kötü olur"  telaşını yaydıklarını unutup, seçim sonrasında "Biz barajı kendi oy potansiyelimiz ile geçtik." diyen HDP sözcüleri de -her ne kadar bir pişkinlik örneği sayılsa da- tespitlerinde haklı..!
Evet baraj konusunda tespitlerinde haklılar ama, 'tüm sol muhalefetin', işi gücü bırakıp CHP'den kendilerine aktardıkları oyların HDP'ne kazandırdığı 5-6 milletvekili için bu tespiti yapamazlar.
Ne sol muhalefetin, (Türkiye Solu ve CHP) ne Millet İttifakı içindeki diğer partilerin ne de HDP'nin seçim sonuçlarından şikayet etmeye ve şikayet ediyor görünmeye hakkı yok.
24 Haziran seçim sonuçları;
●Türkiye Solu ve CHP'nin kendi sorumsuzluklarının ve farkındasızlıklarının neden olduğu;
●Saadet ve İYİ Partinin göze aldığı;
HDP'nin ise başından beri bildiği sonuçlardı.
Her türlü eşitsiz koşullara, seçim şaibelerine rağmen 24 Haziran seçimlerinin sonuçlarını Muhalefetin sorumsuzluğu ve farkındasızlığı belirledi.
Seçim öncesinde sorumsuzca yazdılar, konuştular şimdi farkındasızca yazıp konuşuyorlar.
Tıpkı Şima'nın sorumsuzca havlayarak -yukarıda anlattığım- kazaya neden olması ve sonrasında da kazaya neden olduğunun farkındasızlığı ile havlamaya devam etmesi gibi...
Ama Türkiye, sayelerinde -Şimanın neden olduğu kaza ile kıyaslanmayacak ölçüde- büyük bir kaza geçirerek komaya girdi.
Boş konuşmalarla içinde çıkamayacağı bir komaya...

Bu arada; belki Şima'nın neden olduğu kazanın sonrası merak edenler olmuştur. O kazanın sonrası şöyle gelişti;
Arabanın altında kalan köpek ölmemişti ama çok canı yanıyor, bağırıyordu. Can çekişiyor gibiydi.
Ben, müşteriler, çalışan pompacılar hepimiz başına toplandık durumun anlamaya çalışıyorduk.
İkinci çarpan araba durmuş, genç bir delikanlı olan sürücüsü de gelmişti.
Markete ve pos cihazına bakan genç kadın da marketi kilitleyip geldi.
Ağlıyordu. Sürücüye, "neden dikkat etmediniz?" diye sitem etti.
Sürücü temiz yüzlü bir gençti. O da ağlamaya başladı.
Yutkunarak, "Abla vallahi görmedim, aniden önüme çıktı" dedi. Aslında haklıydı. Köpeğe ilk çarpan, sonrasında aldırmayıp basıp giden araba onun görüşünü engellemişti.
Ben, biraz da Şima'dan dolayı sorumlu hissederek, "Belki kurtulur, bir arkadaş benimle gelirse veterinere götürelim." dedim.
Aslında oradaki hiç kimse kazaya Şima'nın neden olduğunun farkında değildi. (Şima dahil)
O yüzden olacak bu önerim genç kadının tepkisine neden oldu. "Hayır beyefendi. Ne gerek var biz götürürüz." dedi. Biraz bozuldum ama, köpeği sahiplenmesi ve kararlılığı da doğrusu hoşuma gitmişti.
Hemen inisayitifi ele aldı. Galiba patronun kızı veya yakınıydı, iki çalışana talimat verdi.
Üstelemedim. Zaten Şima bütün sorumsuzluğu ve farkındasızlığıyla, şiddetle havlamaya devam ediyordu.
Onlar köpeği arabaya yüklerken, gaz bile almadan uzaklaştım.
Şima eve varıncaya kadar havlamaya devam etti. Suç mu bastırıyordu yoksa suçluluk duygusunu öyle mi ifade ediyordu? Bilemedim.

Akşam üzeri tekrar istasyona gittim.
O genç kadın yoktu. Oradaki çalışana sordum. "İyi abi iyi" dedi neşeyle. "Arkada, bir ayağında kırık varmış."
Arkaya gittim. Ayağı alçıdaydı. Canının hala acıdığı inlemesinden belli oluyordu. Yanında diğer köpek vardı. Kendince arkadaşını korumaya almış, hırlıyordu.
Önce onu sevdim. Yatıştı.
Sonra bizim Şima'nın mağduru o iri köpeği okşadım.
Hasta veya zor durumdaki köpekleri gördüğünüzde hiç bir şey yapamazsanız bile onların başını okşayın.
Onlara şifa gibi gelir. Ama onların size bakışları da size şifadır.

Sonraki günlerde de gördüm, aksayarak yürüyordu.
Bir süre sonra İstasyon el değiştirdi.
Ne o iki köpek ne de başka herhangi bir köpek görünmüyordu.
Bir keresinde yakıt alırken pompacıya sordum. Yanıt bile vermeden, "Abi kaç paralık...?" dedi.
Kim bilir ne olmuştu? Belki de o merhametli genç kadın onlara sahip çıkmıştır. Yani umarım...
Ama yine de güzel sonuçlanan bir kaza hikayesiydi bu.
Köpeklerin hikayeleri zaten kısa olur.
Umarım Türkiye'nin bundan sonraki hikayesi bu kadar kısa olmaz.

Şima'ya gelince; hala kendini güvende hissedince etrafa kafa tutuyor.
Sorumsuzca ve farkındasızca havlamaya devam ediyor.
Ben de onu sevmeye...
Çünkü o sadece bir köpek. Sorumsuz ve farkındasız olmaya hakkı var.
Ama bizlerin sorumsuz ve farkındasız olmaya hakkımız yok.

Nadi Öztüfekçi
1 Haziran 2018

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Lütfen hakaret içeren yorumlar yazmayın.