29 Temmuz 2018 Pazar

ULUSAL İRADE İLE EMEKÇİ İRADE KAVRAMLARI ARASINDA ANLAM ve İŞLEV YAKINLAŞMASI...

Muhalefetin Türkiye'nin ekonomik seyri ile ilgili eleştiri yaparken takıldığım bir yanlışı var. Sosyalistinden tutun, piyasa ekonomisini savunan bütün kesimler Erdoğan'ın ekonomik politikasını eleştirirken üç aşağı beş yukarı şunları söylüyor: "Erdoğan Merkez Bankasının işine karışıyor. Dolayısıyla yabancı yatırımcı gelmiyor. Var olan da kaçıyor." Aynı şekilde; "Erdoğan'ın despotik yönetimi yüzünden yatırımcılar kendini güvende hissetmiyorlar. Yine yabancı yatırımcı gelmiyor. Var olan da kaçıyor." Benzer bir başka eleştiri; "Türkiye'de yasalar ve bürokrasi çok katı. Dolayısıyla yabancı yatırımcı gelmiyor. Var olan da kaçıyor." Yani bütün bu sosyalist, solcu ya da muhalif ekonomist ve yazarlara, hatta solcu politikacılara göre Türkiye'deki ekonomik sorunların kaynağı, yabancı yatırımcıların Türkiye'yi güvenli bir yatırım alanı olarak görmemesi... "Yabancı yatırımcı" dediğin Küresel Sermaye... "Güvenli yatırım" dedikleri karlı yatırım... Ortaya şöyle bir durum çıkıyor;
Küresel Sermaye ülkemize ne kadar yatırım yaparsa o kadar iyi... Küresel Sermaye ülkemizden ne kadar kar ederse ekonomi o kadar tıkıında...
Peki, bu durumda biz solcular olarak ne yapmamız gerekiyor? Küresel Sermayenin önündeki engellerin kaldırılması için 'demokrasi mücadelesi' mi vermemiz gerekiyor?
Öyle ya; Zaten demokrasi mücadelesi dediğin de nedir ki? Sermayenin özgürleştirilmesi demek değil midir? Hani biraz daha ileri gitseler, "sosyalist devrimin yolu da buradan geçer" diyecekler de, şimdilik susuyorlar. Size bir şey diyeyim mi? Erdoğan'a oy veren kesimin büyük çoğunluğu sosyalizmi şöyle bir şey zannediyor; Onlara göre sosyalizm, memleketi yabancılara pazarlamak... Önemli bir kesimi; "Bu komünistler elimizde avucumuzda ne varsa yabancılara satacaklar." diye düşünüyor. İroniye bakın ki Küresel Sermayenin en büyük projesi Erdoğan, toplumun büyük bir kesiminin gözünde yabancılara karşı mücadele eden tek kahraman. Sizce doğal bir sonuç değil mi? Böyle bir algının oluşmasında -yazının başında sözünü ettiğim- muhalif etme şeklinin etkisi yok mu? Örneğin Merkez Bankası ya da Ekonomi politikası Küresel Sermayenin inisiyatifine bırakılacak bir olay mıdır? Bu kuruma ve ekonomi politikasına ulusal iradenin müdahale etmesi gerekmez mi? Türkiye'nin ekonomik olarak düze çıkmasının tek yolu yabancı sermaye akışı mıdır? Ulusal bir ekonomi politikası yürütmek, gerektiğinde Küresel Sermaye ile çelişmek ya da çelişebilmek gerekmez mi? Demokrasi ve özgürlük mücadelesi dediğimiz şey, öncelikli olarak emek sınıfının hak arayışı ve örgütlenmesi önündeki engelleri kaldırmak mı, yoksa yabancı sermayenin yatırım yapması önündeki zorlukları kaldırmak mıdır? Peki biz sosyalist ve solcular nasıl bir siyaset, hangi yönde muhalefet yürütmeliyiz? Örneğin Erdoğan'ın Merkez Bankasına müdahalesini eleştirirken söylemlerimiz ne yönde olmalıdır? Merkez Bankasının tümüyle Küresel Sermayenin, Dünya Ticaret Örgütünün denetimine bırakılmasını mı savunmalıyız yoksa ulusal iradenin müdahalesini mi? Türkiye Solu önce açık ve güçlü bir şekilde, ulusal demokratik bir ekonomi politikasını savunmalı. Utanmadan, hatır gönül gütmeden, yaftalanmaktan korkmadan.!! Hemen ardından, hatta aynı anda Erdoğan'ın ekonomiye tek başına yaptığı müdahalenin "Ulusal İrade" olmadığını açıkça teşhir etmelidir. Erdoğan-AKP iktidarına karşı muhalefet etmek, Ulusal Politikalara karşı olmak değil, ERDOĞAN'IN TEK BAŞINA ULUSAL İRADEYİ TEMSİL EDEMEYECEĞİNİ teşhir etmektir. Öteden beri yazıp durdum. Türkiye'ye yönelik algı operasyonlarının ilk mağdurları solculardır. Önce onlar mutasyondan geçirildiler. Gerisi çorap söküğü gibi geldi. Bugün Erdoğan'ı "yabancı sermayenin ülkeye girişine engel oluyor" diye eleştirenlerin çoğunluğu 10 yıl kadar önce, "yabancı sermayenin önünü açtı." diye yere göğe koymuyorlardı. Bir takım ulusal denetim kurumlarını, -yeri geldiğinde yasaları da hiçe sayarak- aşmasını övgüyle karşılıyorlardı. Normal koşullarda yasalara uymak zorunluğu ulusal iradenin en önemli göstergesidir. Yani o zamandan Ulusal İradeye karşı güçlü, İdari İrade ortaya koymanın övgüsü yapılıyordu. 12 Eylül 2010 referandumu aslında Ulusal İradeye karşı, İdari inisiyatif anlayışının çatışmasıydı. O gün tercihlerini İdari İnisiyatiften yana koyanlar son referandumda HAYIR dediler. Oysa 16 Nisan Anayasa değişikliği referandumunda, 'HAYIR'ın haklı gerekçesi; bu değişikliğin, Ulusal İradeye aykırı olduğuydu. 12 Eylül 2010 Referandumunda Evet diyenler, normalde 16 Nisan'da da Evet demeleri gerekirdi. Ya bizi kandırdılar ya da içine düştükleri çelişkinin farkına varamayacak kadar kördüler.
Belki de asıl çelişkiyi görmediler. Demek istediğim çelişki öteden beri Küresel Sermaye ile Emekçi Anadolu Ulusu arasındaydı. Somutlarsak Küresel Kapitalizmin temsilcisi olan DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) ile Ulusal İrade arasındaydı. O yüzden önce Ulusal İrade kavramı sulandırıldı, tabu haline getirildi. Önümüzdeki günlerde bu kavram üzerinde fazlasıyla durmak gerekir. Sermayenin Küreselleşmesi artık ulusun bir parçası olmasını ortadan kaldırıyor.
Sermaye ulusun bir parçası olmaktan çıkınca ulus emekçilere kalıyor. Bunun çok doğal sonucu olarak uluslar emekçileşiyor. Bu da Ulusal İradeye ayrı bir anlam kazandırıyor. Ulusal İrade kavramı ile Emekçi İradesi kavramı arasında -henüz tam olmasa bile- anlam ve işlev yakınlaşması oluyor. Bu bir süreç. Henüz tamamlanmasa bile dikkate alınması gerekir. Ama artık tamamlanmış bir süreç var ki kesinlikle göz ardı edilemez. Ulusal Bağımsızlık ve Antiemperyalist kavga kesinlikle antikapitalist kavgadan ayrı değildir. Erdoğan İktidarına karşı mücadele de öyle... Erdoğan iktidarına karşı gerçek ve somut muhalefet, Küresel Kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadeleden ayrı tutulamaz. Erdoğan'a karşı muhalefet yapayım derken Küresel kapitalizmin kendisine yüklediği misyonu yerine getirmesine yardımcı olmak ya da ezberlerimizi bir daha sorgulamak...
Karar bize kalmış.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Lütfen hakaret içeren yorumlar yazmayın.