Onun hakkında bir fikriniz olması için Yamanlar, Gümüşpala, Doğançay gibi gecekondu semtlerinden birinde, şöyle yoksul giyimli birini gözünüze kestirip, "İbrahim Doktoru tanır mısın?" diye sormalısınız.
O zaman 'tanınmışlık' dediğiniz şeyin, facebook fenomenliğinden ibaret olmadığını anlar, başka bir 'tanınmışlık'tan da haberdar olurdunuz.
Özellikle, sohbeti ilerletip, "Nasıl bilirdin?" diye de sorarsanız, bilinmenin ya da tanınmanın sadece nicelik ile ilgili olmadığını o, 'nasıl' sorusunun yanıtının da önemli oluğunu fark ederdiniz.
Eğer o gecekondu semtlerinde bu sohbeti çok kısa da olsa sürdürme fırsatınız olsa, İbrahim Selçuk hakkında epeyi bir fikriniz olurdu.
Ama asıl, onunla tanışma fırsatınız olmalıydı.
İşte o zaman da anlatılanların ne kadar gerçek, -ama bir o kadar da- ne kadar yetersiz olduğunu düşüneceğinizden eminim.
Ben o fırsatı yakaladım.
Eşim sayesinde...
Doğançay Sağlık Ocağında bir süre eşimle birlikte doktorluk yapmıştı.
O vesileyle başlayan dostluğumuz ailece dostluğa dönüşmüş ve bugüne kadar sürmüştü.
Bu süre boyunca İbrahim'in nelerle ve nasıl mücadele ettiğini biliyorum.
Sadece yaşamın kendisine karşı hoyratlığı ve acımasızlığına karşı değil, karşılaştığı her kötülükle mücadele etti.
Genç yaşlarda geçirdiği 'romatoid artrit' nedeniyle hareket kabiliyeti çok azalmıştı.
Ağrıları vardı.
Ama o birçoklarından fazla üretken ve işlevseldi.
Eşimden dolayı birlikte çalıştıkları sağlık ocağında sık sık bulundum.
Yoğun bir sağlık ocağıydı.
Bir çok kez mesai dışına taşan bir gayretle hastalarına baktı.
Hastaların birbirinin sırasını almasına çok kızardı, prim vermezdi ama kendinden özveride bulunarak -örneğin öğle tatilinden fedakarlık yaparak- yine de dertlerine derman olurdu.
Yamanlar'da açtığı ufak muayenehanesine de defalarca gitmiştim.
Bir çok defa muayeneye gelen hastalarla ilişkilerine şahit oldum.
Birçoğu gerçekten yoksul ve yardıma ihtiyaçları vardı.
Sevgili dostumun o kocaman yüreğine sığınıyorlardı.
İbrahim, onların bir çoğundan muayene ücreti almadığı gibi, o zamanlar ilaç firmalarının tanıtım amaçlı verdiği ilaçlarla adeta "mahalli bir Sosyal Sigorta kliniği" gibi işlev görürdü.
Hatta bunu devletin sağladığı bir imkan sanan hastalar da vardı.
Eğer uygun bir eşantiyon ilaç yoksa tafra yapanlar oluyor ve İbrahim kardeşim, böylesi -çaresizlik ve cahillikten kaynaklanan- kafa tutma ve münakaşalarla da baş etmek zorunda kalıyordu.
Fazlasıyla suistimal ediliyordu.
Bir zamanlar yaptıkları gecekondulara, bir çok defa çıkan aflar sayesinde dört-beş katlı apartman dikmiş, ekonomik durumu İbrahim'den kat be kat fazla olanların da bedava muayyene ve bedava ilaç beklentileri olurdu.
İbrahim'in onlardan birine nasıl kızdığını, onu nasıl rezil ettiğini ama, -ilaç vermese de- yine bedava muayyene ettiğine şahit olmuştum.
Bir defasında yine öyle bir gecekondu ağası gelmişti
Lüks arabasını biraz geride bırakmış, (giderken fark etmiştim) parmağındaki kocaman altın yüzük ve göğüs cebinde Marlboro vardı.
Yanında eski püskü giysileriyle, çok kötü öksüren bir çocuk getirmişti.
Adam, "Muayeneye gerek yok, bir ilaç var yeter" diyordu.
İbrahim kızdı., "O zaman git eczaneye al ilacını, sen ver" dedi.
Adam İbrahim'le yarı tehditkar, ama daha çok da yalaka bir tarzda tartışmaya başladı.
İbrahim, "Muayyene etmeden ilaç veremem" diyor, ama adam bunun bir para meselesi olarak algılıyor, ısrar ediyordu.
Oysa İbrahim bunu bir deontoloji ilkesi olarak görüyor ve doğal olarak taviz vermiyordu. Adam sonuçta razı oldu.
İbrahim çocuğu muayene edip reçeteyi yazdı, adama uzattı, "bu ilaçları alırsın" dedi.
Adam, "hem para alıyorsun hem de ilaç vermiyorsun" diye yeniden münakaşaya başladı.
İbrahim, ne kadar kızsa da o ilaçları devletin vermediğini ve şu anda da elinde gerekli ilacın olmadığını anlatmaya çalıştı.
Adam anlamak istemiyor, zora koşuyordu.
Ben; hasta doktor arasına girmemek, üstüme vazife olmayan bir konuda devreye girip İbrahim'i daha fazla zorda bırakmamak için -biraz da kendimi tanıdığımdan dolayı- zorlanarak da olsa karışmıyordum.
Adam aslında İbrahim'le kalıcı olarak bozuşmak istemiyordu. Arada bir sertleşiyor, sonra yine alttan alıyordu. Belli ki, "sonra yine işim düşer" diye düşünüyordu.
Sonunda adam ilaçtan vazgeçti. Muayene ücreti için pazarlık yapmaya başladı.
İyice sinirlenen İbrahim kızgınlıkla, "Al paran senin olsun, istemiyorum." dedi.
Adam biraz önceki sert ve tehditkar tavrını bıraktı. Yalaka bir yüz ifadesiyle İbrahim'in elini öpmeye kalktı.
İbrahim tersledi.
Adam giderken, "Bana bak..! O ilaçların hepsini al çocuğa içir. Bak eczanelerden sorarım. Almazsan polise şikayet ederim ona göre." diye seslendi.
Adamın ilk defa korktuğunu hatırlıyorum. Korku ve kızgınlıkla karışık bir ifade ile, "Tamam..!" dedi.
Adam gittikten sonra İbrahim, "Bu adam hep böyle... İki tane apartmanı var. Kaç yerden kira alıyor. İki Marlboro parası muayyene ücretini ödememek için kavga çıkarıyor, yalakalık yapıyor." dedi.
Ben; "Madem adamın hali vakti yerinde niye ücret almadın? Adam senle ilişkiyi kesmek istemiyor. Hani acınacak halde olsa anlarım." dedim.
İbrahim hiç bir zaman unutamayacağım ve gözümde kendisini bir kat değerli kılan bir yanıt verdi:
"Madem ki kendisini bu kadar küçülttü, bana göre gerçekten acınacak halde..."
Adamın biraz önceki hallerini şöyle bir düşündüm.
Sevgili Kardeşim İbrahim'e hak verdim.
Bu anıyı dün gibi hatırlıyorum. Ne bir abartı ne de bir eksik var. Elbette konuşmalar kelimesi kelimesine aynı değildir.
Ama içerikleri tam da böyle idi.
Şimdi bu anlattıklarımdan ortaya çıkabilecek bir kaç yanlış anlamayı hemen düzeltmek istiyorum.
Hani, muayene ücreti için, "İki Marlboro ücreti..." diyor ya İbrahim..? Doğrudur. Gerçekten Muayene ücretleri çok düşüktü.
Ama bunu sakın İbrahim'in verdiği sağlık hizmetinin kalitesi ile kıyaslamayın.
İbrahim'in hastası çoktu. Ama bunun nedeni ücretlerin düşük olması değildi.
Hastalarının İbrahim'e duyduğu güvenin nedeni de düşük muayyene ücreti değildi.
Bir çok defa sınanmış olan, teşhislerinin doğruluğu ve uyguladığı tedavinin sonuçlarıydı.
O düşük muayene ücretleri İbrahim'in insanlığı, merhameti ile ilgiliydi.
Hastaneye ya da uzmanlara sevk ettiği hastalar, oradan verilen reçeteyi İbrahim'e getirip gösterirlerdi.
"İbrahim Doktor" efsanesi öyle ayakları havada, kof bir şey değildi.
Bir başka olası yanlış anlamayı da baştan düzelteyim.
İbrahim'in hastaların hatırını kıramamasından hareketle edilgen bir kişiliği olduğunu sanmayın.
Aksine İbrahim, yiğit bir kişiydi.
Evet İbrahim'in bedeni zayıftı. Ama eğer İbrahim'i yakından tanısaydınız, bir şeyden daha haberdar olurdunuz.
Yiğitlik öyle kas gücüyle, vurma çarpmayla ilgili bir şey değil..!
Gerektiğinde kafa tutmasını, adaletsizliğe karşı mücadele ve baş etmesini bilmektir.
İbrahim bunu çoğu kişiye göre çok daha iyi yapabiliyordu.
Yukarıda anlattığım olay aslında başlı başına bir yiğitlik hikayesidir.
İbrahim bunu yaşamı boyunca sürdürdü.
Ne merhametinden, ne de mesleki ilkelerinden taviz vermeden bunu yürüttü.
İbrahim öncelikle yaşamın kendisine dayattığı adaletsizlikle baş etti.
İyi bir eş iyi bir baba oldu.
Ailesini mutlu etti.
Bir çok insanın başaramayacağı şeyleri başardı.
Bedenin yetmediği yerde zekasını devreye soktu.
Kimseden geri kalmadı.
Hatırlıyorum da;
Eklemlerindeki onca soruna rağmen tanıdığım en usta araç sürücülerinden biriydi.
İkimiz de çok geç yaşta araba sahibi olmuştuk. Araba kullanmaya geç yaşta başlamanın, öğrenmek açısından dezavantajları vardır.
Nitekim ben, kurslara gidip, zar zor öğrendiğim halde, o hiç denemeden, sadece izleyerek öğrenmiş ve direksiyona oturur oturmaz mükemmel bir şekilde kullanmaya başlamıştı.
Evet...İbrahim Doktoru tanır mıydınız bilmiyorum.
Bu yazıyı okuyanlar arasında ortak dostlarımız ve bir şekilde mutlaka tanıyanlar vardır.
Tanımayanlar için söylüyorum; eğer tanısaydınız, yiğitlik, tanınmışlık, cesaret, merhametli ama ilkeli olmak, haksızlığa karşı koymak konusundaki düşünceleriniz eminim ki şimdikinden farklı olurdu.
Sevgili Kardeşim,
Erken ölümün sadece senin için bir şanssızlık değil.
Ailen, dostların ve benim için de büyük bir kayıp.
Ama aynı zamanda iyiden ve güzelden yana ne varsa bir şeyler eksildiği için bu adaletsiz dünya için de kayıp.
Emekli olmanı, seninle bu adaletsiz dünya üzerine bol bol sohbet etmeyi ne çok istemiştim.
Ama o arsız hastalıkların benden önce davrandı.
Seni meşgul etti, rahat bırakmadı.
En son seni kaybetmemizden yaklaşık bir hafta önce birlikte geçirdiğimiz o güzel üç dört saatten fazlasına izin vermedi.
Ve nihayetinde bizden kopardı.
Üzgünüm, çok üzgünüm.
Eğer bu yazıyı hak ettiğin şekilde yazamadıysam, o sonsuz üzüntüme ver.
Nadi Öztüfekçi
18 Kasım 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Lütfen hakaret içeren yorumlar yazmayın.