Dünyayı, Bölgemizi, ülkemiz ve çevremizi anlamaya çalışırken aklınıza takılanları -sadece-, "Ustalar bu konuda acaba ne demişler?" sorusunun yanıtında ararsak anlama çabamız yetersiz kalır.
Aynı şekilde bugün yaşadığımız sorunların nedenini ve günahını ustaların öğretilerinde aramak da yetersiz bir çabadır.
Araştırma alanımız, sınırlanır. Anlama kapasitemiz azalır.
Birçok olgu, neden olduğu sonuçlar ortaya çıkmadan önce farkına varılmaz ve bir çoğu da ortaya çıktığı zamandan çok sonraları sonuç verebilir.
Örneğin bazı hastalıklar gibi...
Vücudumuzdaki çok önceden oluşan ufak bir değişiklik, (bu bir olgudur) çok sonra, neden olduğu sendromlar ortaya çıkınca farkına varılır. Tarihte de benzer gelişmeler olur. Çok doğaldır ki ustaların öğretilerini oluşturduğu dönemde, o an farkına varılmadığı ya da yeterince önemsenmediği için yorumlanmayan, bir çok olgu ortaya çıkmış olabilir. Neden olduğu sonuçlar ya da başlattığı süreçler çok sonradan ortaya çıkar. Bazen tarihteki bir olay bugün daha iyi yorumlanabilir. Neden olduğu -o zaman görülmeyen ya da kaçırılan- sorun ve fırsatları bugün daha iyi irdeleyebiliriz. Ayrıca...
Dünyada her gün -hatta her an- üzerine kimsenin henüz bir şey söyle-ye-mediği olgular meydana geliyor. Ustaların yaşamından sonra da oluşan bir çok olgu var. Yani bir çok 'yeni' olgunun, ustalar tarafından bırakın yorumlanmasını, görülmesi, farkına varılması bile mümkün değil. Yeni çünkü, ustaların sonrası zamanlara ait olgular... Üstelik, bu -ustalar tarafından yorumlanamamış- yeni olguların bir çoğu, günümüzü ve geleceğimizi derinden etkileyecek, yepyeni sorunlara ya da fırsatlara neden olabilir. Eğer ısrarla; her olguyu, her sorunun çözümünü ya da her sorunun vebalini, sadece, Ustaların o konularda dediklerinde veya yaptıklarında aramakta ısrar ederseniz; işte bu sorunları göremez, fırsatları da kaçırırsınız. Elbette zorlarsanız, gönlünüze göre belki bir şeyler bulursunuz.
Örneğin çözüm arıyorsanız... O zamanın bağlamından koparıp, kelime benzerlikleri üzerinden bugüne ait çözüm(!) bulmanız da mümkündür. Ama bulduklarınız, imanın mümini rahatlattığı gibi sadece gönlünüzü ferahlatmaktan başka bir işe yaramaz.
12 Eylül 80 öncesi Türkiye Solunun, ustaların öğretileriyle olan ilişkisi mümin-iman bağlamındaydı. Sol yapılanmalar; bir nedenle yaptıkları veya yapmadıklarının, yapmayı vaya yapmamayı düşündüklerinin gerekçesini ve onayını ustaların kitaplarında ararlardı Gündemdeki konuyla benzeşen bir kaç ortak kelime bulundu mu alelacele yayın organlarına konur, böylece 'abdest' garantiye alınmış olurdu. Namaza nasılsa daha vakit vardı. 'Öğretiyi geliştirmek', 'zaman ve mekana uyarlamak', 'güncel parametrelerle yorumlamak' gibi kavramları dile getirmek mümkün değildi. Önemli olan imanı muhafaza etmekti. Türkiye Solunun, ideoloji ya da ustaların öğretisiyle olan ilişkisinin, İslamcıların dinle, Kuran'la ilişkisine benzemesi sadece mümin-iman bağlamında değildi. Bu benzeşmeyi diğer bir çok noktada da görmek mümkün; -Bir kere her iki kesim de öğretisini kaynağından değil, mealen öğreniyordu. -Türkiye Solunda da "Cübbeli Hocalar" vardı. Cübbeli Hocanın vaazlarında, sık sık ayınları çatlata çatlata Arapça ayet ve hadis okuması gibi, Cübbeli Abiler de seminer ve yazılarında ustalardan bolca afili alıntılar yaparlardı. O dönemlerde, izlediğim onca seminer ve okuduğum yazılarda karşılaştığım alıntıları kaynağından, öncül ve ardıl bağlamlarıyla birlikte okumaya -aklıma geldiyse bile- hiç teşebbüs etmemiştim. Kendi adıma hiçbir gerekçenin arkasına sığınmadan özeleştirimi yapıyorum. Ancak o günkü ortamı daha iyi anlamak adına bir kaç noktaya da değinmek gerekiyor. Öncelikle o kaynağa ulaşmak çok zordu. Çünkü Cübbeli Abiler kaynak göstermek konusunda pek özenli değillerdi. Sorduğum da oldu, "Ne yani bize inanmıyor musun?" edasıyla geçiştirilerek verilen yanıtlardan anlaşılıyordu ki, o "ayetler" ustaların kitaplarından, bağlam ve zamanlarıyla, okunup özümsenerek alıntılanmamıştı. O alıntıyı yapan bir başka yazıdan ve o yazıyı yazan yazarın yorumları dahilinde yani "mealen" alıntılanmıştı. Kendisinden militanlıktan yapması beklenen biri olarak, bizlere 'mealen' sunulan o alıntının seminer ve konuyla olan ilintisini yalnızca kafamda sorgulayabilirdim.
Onu bolca yaptım. Ama sonuçta, kafamda soruların çoğalmasından başka bir işe yaramıyordu ki ben onu da önemli bir yarar görüyordum. Nitekim kafamda biriken sorulara yanıt arama fırsatım olduğunda, ustaların öğretilerinin bize kadar uzanan mealen zincirinin sandığımdan çok daha uzun olduğunun farkına vardım. Bize o öğretiyi öğreten de mealen öğrenmiş, ona öğreten de... Açıkçası süreç boyunca mealin meali ile idare etmişiz. Tıpkı İslamcı öğretinin yayılma yöntemi gibi, mümin ve İman bağlamında yani. Bu bağlam bizlerin; bugün yaşadığımız sorunlara çözüm ararken ustaların öğretileri sınırında kalmamıza neden oldu. Ancak, artık bu bağlamın güncel bir versiyonu daha öne çıktı. Türkiye Solunun önemli kısmının ustaların öğretileriyle olan ilişkisi, uzunca bir süreden beri münkir-inkar bağlamında bir sürece girdi. Ustaların yaşadıkları dönemde göremediği ya da yaşadığı zamanın sonrasında ortaya çıktığı için zaten öngöremeyeceği olguların yarattığı sonuçların bedeli onların öğretilerine yüklendi, tümünün inkarına yol açtı. Oysa öngörülerinin hiç biri tanrı kelamı değildi. Yukarıda da anlattığım gibi yaşadıkları dönemdeki her olgunun, dönemlerinden sonraki hiç bir olgunun farkına varmaları mümkün değildi. Ayrıca ustaların hiç biri kendisinin peygamber olduğunu da iddia etmemişti. Onlara peygamber payesi veren, söylediklerini de bizlere ayet gibi aktaranlar 'Cübbeli Abiler'di Geçmişin bu en koyu müminleri şimdinin en hızlı münkirleri oldu. Ve bu çok doğal... Bir öğretiye bu kadar dolaylı ulaşılırsa, kaynağı değil de mealleriyle idare edilirse, o öğreti öğrenilmez ve anlaşılmaz. O öğretiye sadece iman edilebilir. Sanıldığının aksine en kolay vazgeçilen, inkar edilen öğretiler, inançlar, yani iman edilenlerdir. Yeteri kadar karşı güç uygulamasına bakar. "Olguları, gerçekleri bilinçle algılayıp, gelişmiş bir etik ve mantıksal süzgeçten geçirerek, bilimsel yöntemlere dayanarak, oluşturulan düşünce sistemi inançlardan daha sağlamdır. Politik düşünceler, bilincimizde daha oluşurken, acımasız ateş çemberlerinden geçerlerse, defalarca su verilmiş çelik gibi, esnek ve sağlam olurlar. Oysa inançlar bilincimize özel ayrıcalıklarla yerleşmek isterler. Beynimizdeki özel localarda, dokunulmazlık zırhı ile korunarak rahat ve güvenilir ortam ararlar. En büyük kabusları sorgulanmaktır. En büyük dostları ise ön yargıdır. Katı ve esnemezdirler. Beynimizin çarkları arasına yerleşmiş kamalar gibi beynimizin rahat ve özgür çalışmasını engellerler. Sağlam, değişmez ve yenilmez görünürler. Ancak yeteri ölçüde güçlü gelişme ve değişimler karşısında da kırılgandırlar. Darbe yeteri kadar güçlü ve şiddetli ise yerlerini başka inançlara bırakarak kolayca yok olurlar." (*) 12 Eylül darbesi yeteri kadar güçlüydü. Sovyetler Birliğinin, Sosyalist Sistemin, Berlin Duvarının yıkılması da öyle...
Hegemonyanın tek becerisi, işine gelmeyen inançlara yeteri kadar karşı güç üretebilmesi değil. Yerine koyacağı o 'başka inancı' üretebilmekteki becerisi daha da önemli ve tehlikeli. 12 Eylül darbesi öncesinde 'imanın' arkasında; müminlerin gençlik hastalıkları, küçük burjuva bencilliği, kariyerizim, artizanlık vb. bireysel etmenlerin neden olduğu örgütsel zaaflar vardı. Zaman zaman bu zaaflar hegemonyanın gizil ve derin odakları tarafından kullanılıyordu. Ama sonuçta belirleyici olan, bu kişisel zaafların siyasi yapılanmalar içinde etkili olabilmesiydi. Günümüzde bu zaaflar hegemonya tarafından sofistike yöntemlerle konsolide ediliyor. Bu zaafları ustalıkla kullanan Küresel kapitalizm, artan gücü, gelişen teknoloji, geliştirdiği sofistike teknikleri sayesinde, imandan, inkara geçiş sürecini başlattı. Aslında geçmişin solcu mümininin yaptığı ile şimdinin sol münkirinin yaptığı öz olarak farklı değil. Bir zamanlar ustaların öğretilerini bizlere mealen aktararak imana çağıranlar, günümüzde bu öğretileri yine mealen aktararak inkara çağırıyorlar. O dönemlerde güncelin sorunlarını anlamak ve çözüm üretmek için sadece ustaların öğretilerini işaret edenler, (elbette bir çok eksik ve yanılgılarla birlikte) günümüzde çok önemli deneyim, bilgi, yordam, yöntem içeren bu öğretiye, eleştirel gözle de olsa bakmamızı "zinhar" istemiyorlar. Bağlamından koparılmış alıntılarla adeta boğulurcasına imana davet ediliyorduk şimdiyse yine bağlamından koparılmış alıntılarla adeta boğulurcasına inkara davet ediliyoruz. Bu yeni sürecin önemli ve öncel aşaması, ustaların öğretisini inkar etmenin sofistike tekniklerle "trend" haline getirilmesi oldu. Yetmez ama Evet süreci, bu sofistike tekniklerin en önemlilerinden biriydi. 15 Şubat 2012'de yazdığım, "Beyaz komünistlik... Bir davranış ayıbı." adlı yazımda bu konuyu başka bir bağlamında ele almıştım. "... Önceleri dünya sosyalist sistemine “daha” fazla bağlılık, “daha” Marksist, “daha” Leninist görünme yarışı üzerinden yürütülen beyaz komünistlik, günümüzde günceli yakalamak, değişimi fark etmek, gelişen dünya ve değişen koşulları algılamakta diğerlerine göre “daha” olma üzerinden yol alıyor. Bir zamanlar kendilerine göre “daha az" inançlı, “daha eksik" Marksist-Leninist, “daha zayıf ” komünist gördüklerini, şimdi de “bağlandığı yerde otlayan” değişim ve gelişmeyi kendilerine göre “daha” az ve geç fark eden, -bir zamanlar herkesten fazla sahiplendikleri- “köhnemiş” değerlere hala bağlı kalan bağnazlar olarak görüyorlar. Kendileri için kurdukları sırça grupların, o mükemmel kristalizesini bozan unsurlar olarak, yarattıkları suni “kırılma noktaları” ötesinde bırakmaya çalışıyorlar. Yıllar sonra abilerimizin abileri kapitalizmin “meğer ne güzel bir sistem” olduğunu keşfedip de “bir Marksist olarak işçi sınıfının gelişmesi için kapitalizmi desteklemek gerektiğini”(**) söylediğinde, içlerinden “demek yeni trend bu..!” derken, yüksek sesle “vallahi ben de böyle düşünüyordum” diyerek ortaya çıktılar. Büyük bir sofulukla sahip çıktıkları Marksizm için, “...Bize göre hastalığın nedenleri doğrudan doğruya Marksist teorinin kendi iç çelişkilerinde ve tarihsel aşılmışlıktadır.”(***) diye buyurulduğunda söylenenlere değil de söyleyene bakmak gibi “beyaz komünistliğin” en tipik davranış biçimini sergilemekten geri durmadılar. Zamanında “en Sovyetik” olma yarışlarında herkese nal toplatanlar, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının nedenlerini; “Ekonomide gelişmeyi sağlayan piyasa, rekabet, kâr gibi kurumlar, ...Toplumu merkezi planlayıp düzenleme anlayışı sonucu yok edildi” (***) gibi gerekçelere bağlayan kongre tutanaklarındaki derin(!) saptamaları altlarını çize çize ezberlediler. Bir anlamda kendilerinin de inkarı sayılabilecek bu büyük ideolojik değişmeyi kolayca sindirdiler. Bir komünist olarak akıl ve vicdanlarının bilimsel verilerle harmanlandığı mantık süzgeçlerinden geçirmeden, o bembeyaz mantalitelerinin “bakınız ben neler biliyorum” arşivine kolayca attılar."(****) Bu yazıyı yazdığım yıllarda sol mahallede Yetmez ama Evet süreci en popüler zamanlarını yaşıyordu. 2010 referandumunda 'Evet'in kazanmasında baş rolde oynamışlar, adeta bir devrim olarak gördükleri bu zaferin sarhoşluğu içindeydiler. Sol içinde büyük bir kırılma hattı yaratmaya çalışıyor, daha büyük parçanın da kendilerinde kalacağını zannediyorlardı. Çılgın bir inkar yarışı vardı. Bu yarışta geride kalanları zavallı olarak görüyorlar ama asla acımıyorlardı.
Çıktıkları kutlu yolculuk; vizyon gerektiren, sadece 'yeniliğe açık' zihinlerin üstesinden gelebileceği, inkarı en ileri düzeye götürebilenlerin en önde tamamlayabilecekleri bir yöne gidiyordu. Bu yarışa katılmayanları, "yahu bir durun, geçmiş inkar etmek bu kadar kolay olmamalı, tartışmak, irdelemek lazım" diyenlere ise adeta iflah olmaz bir "Zombi" muamelesi yapılıyorlardı. Ben en iflah olmaz zombilerden oldum şimdiye kadar. O "kırılma hattının" diğer tarafında kalmam için her fırsatta taşlandım. Taşlanan daha bir çok arkadaşım oldu. Kurdukları, sadece hak edenlerin alındığı, adeta Nuh'un Gemisi gibi gördükleri, mail gruplarından itina ile dışlandım. Ama o güvendikleri gemi, sandıkları gibi deryalar aşan yolculuklara çıkmadı. Asıl kırılma bindikleri gemide yaşandı. Bir kısmı gemi su alıp karaya oturunca kös kös indiler gemiden. Müminlikten münkirliğe geçişte kendilerine kolaylık sağlayan o sonsuz pişkinlikleri bu defa da işe yaradı kolayca kendi koydukları kırılma noktasını yok varsaydılar. Hikayenin bundan sonrası uzun ve karmaşık, üstelik bu yazının konusu da değil. Türkiye Solunun içine düştüğü mümin- iman ve münkir-inkar bağlamlarının işlevsel olarak ne kadar benzediği, bu yazının temel konusu. Adı üzerinde "bağlam" (demet, kontekst) bağlamaktan yani sınırlamaktan geliyor. Eğer öğretileri kendi bağlamlarında öğrenmek yerine tüm zamanlar için tam anlamıyla geçerli olduğu ön kabulü ile ezberlerseniz, iman da etseniz, inkar da etseniz, kendinizi o öğretinin bağlamı içinde sınırlarsınız. 'Öğreti'lerin, 'öğreni'ye dönüşmesinin yolu kendi bağlamları ve zamanı içinde incelemekten geçer. Doğrusunu, yanlışını ya da eksiğini fazlasını da kendi döneminin konjonktürü içinde değerlendirmek gerekir. Ne Marks ne de Lenin peygamber olduklarını ilan etmediklerine göre kimsenin de onları iblis yerine koymaya hakkı yok. Nadi Öztüfekçi 6 Temmuz 2019
(*) Benim Marksizm'im https://nadioztufekciyazilari.blogspot.com/2013/08/benim-marksizmim.html
(**) Nabi Yağcı - Neşe Düzel röportajı Taraf gazetesi...
(***) TBKP kongre tezleri
(****) Beyaz Komünistler https://nadioztufekciyazilari.blogspot.com/2014/07/beyaz-komunistlik-bir-davrans-ayb.html
Birçok olgu, neden olduğu sonuçlar ortaya çıkmadan önce farkına varılmaz ve bir çoğu da ortaya çıktığı zamandan çok sonraları sonuç verebilir.
Örneğin bazı hastalıklar gibi...
Vücudumuzdaki çok önceden oluşan ufak bir değişiklik, (bu bir olgudur) çok sonra, neden olduğu sendromlar ortaya çıkınca farkına varılır. Tarihte de benzer gelişmeler olur. Çok doğaldır ki ustaların öğretilerini oluşturduğu dönemde, o an farkına varılmadığı ya da yeterince önemsenmediği için yorumlanmayan, bir çok olgu ortaya çıkmış olabilir. Neden olduğu sonuçlar ya da başlattığı süreçler çok sonradan ortaya çıkar. Bazen tarihteki bir olay bugün daha iyi yorumlanabilir. Neden olduğu -o zaman görülmeyen ya da kaçırılan- sorun ve fırsatları bugün daha iyi irdeleyebiliriz. Ayrıca...
Dünyada her gün -hatta her an- üzerine kimsenin henüz bir şey söyle-ye-mediği olgular meydana geliyor. Ustaların yaşamından sonra da oluşan bir çok olgu var. Yani bir çok 'yeni' olgunun, ustalar tarafından bırakın yorumlanmasını, görülmesi, farkına varılması bile mümkün değil. Yeni çünkü, ustaların sonrası zamanlara ait olgular... Üstelik, bu -ustalar tarafından yorumlanamamış- yeni olguların bir çoğu, günümüzü ve geleceğimizi derinden etkileyecek, yepyeni sorunlara ya da fırsatlara neden olabilir. Eğer ısrarla; her olguyu, her sorunun çözümünü ya da her sorunun vebalini, sadece, Ustaların o konularda dediklerinde veya yaptıklarında aramakta ısrar ederseniz; işte bu sorunları göremez, fırsatları da kaçırırsınız. Elbette zorlarsanız, gönlünüze göre belki bir şeyler bulursunuz.
Örneğin çözüm arıyorsanız... O zamanın bağlamından koparıp, kelime benzerlikleri üzerinden bugüne ait çözüm(!) bulmanız da mümkündür. Ama bulduklarınız, imanın mümini rahatlattığı gibi sadece gönlünüzü ferahlatmaktan başka bir işe yaramaz.
12 Eylül 80 öncesi Türkiye Solunun, ustaların öğretileriyle olan ilişkisi mümin-iman bağlamındaydı. Sol yapılanmalar; bir nedenle yaptıkları veya yapmadıklarının, yapmayı vaya yapmamayı düşündüklerinin gerekçesini ve onayını ustaların kitaplarında ararlardı Gündemdeki konuyla benzeşen bir kaç ortak kelime bulundu mu alelacele yayın organlarına konur, böylece 'abdest' garantiye alınmış olurdu. Namaza nasılsa daha vakit vardı. 'Öğretiyi geliştirmek', 'zaman ve mekana uyarlamak', 'güncel parametrelerle yorumlamak' gibi kavramları dile getirmek mümkün değildi. Önemli olan imanı muhafaza etmekti. Türkiye Solunun, ideoloji ya da ustaların öğretisiyle olan ilişkisinin, İslamcıların dinle, Kuran'la ilişkisine benzemesi sadece mümin-iman bağlamında değildi. Bu benzeşmeyi diğer bir çok noktada da görmek mümkün; -Bir kere her iki kesim de öğretisini kaynağından değil, mealen öğreniyordu. -Türkiye Solunda da "Cübbeli Hocalar" vardı. Cübbeli Hocanın vaazlarında, sık sık ayınları çatlata çatlata Arapça ayet ve hadis okuması gibi, Cübbeli Abiler de seminer ve yazılarında ustalardan bolca afili alıntılar yaparlardı. O dönemlerde, izlediğim onca seminer ve okuduğum yazılarda karşılaştığım alıntıları kaynağından, öncül ve ardıl bağlamlarıyla birlikte okumaya -aklıma geldiyse bile- hiç teşebbüs etmemiştim. Kendi adıma hiçbir gerekçenin arkasına sığınmadan özeleştirimi yapıyorum. Ancak o günkü ortamı daha iyi anlamak adına bir kaç noktaya da değinmek gerekiyor. Öncelikle o kaynağa ulaşmak çok zordu. Çünkü Cübbeli Abiler kaynak göstermek konusunda pek özenli değillerdi. Sorduğum da oldu, "Ne yani bize inanmıyor musun?" edasıyla geçiştirilerek verilen yanıtlardan anlaşılıyordu ki, o "ayetler" ustaların kitaplarından, bağlam ve zamanlarıyla, okunup özümsenerek alıntılanmamıştı. O alıntıyı yapan bir başka yazıdan ve o yazıyı yazan yazarın yorumları dahilinde yani "mealen" alıntılanmıştı. Kendisinden militanlıktan yapması beklenen biri olarak, bizlere 'mealen' sunulan o alıntının seminer ve konuyla olan ilintisini yalnızca kafamda sorgulayabilirdim.
Onu bolca yaptım. Ama sonuçta, kafamda soruların çoğalmasından başka bir işe yaramıyordu ki ben onu da önemli bir yarar görüyordum. Nitekim kafamda biriken sorulara yanıt arama fırsatım olduğunda, ustaların öğretilerinin bize kadar uzanan mealen zincirinin sandığımdan çok daha uzun olduğunun farkına vardım. Bize o öğretiyi öğreten de mealen öğrenmiş, ona öğreten de... Açıkçası süreç boyunca mealin meali ile idare etmişiz. Tıpkı İslamcı öğretinin yayılma yöntemi gibi, mümin ve İman bağlamında yani. Bu bağlam bizlerin; bugün yaşadığımız sorunlara çözüm ararken ustaların öğretileri sınırında kalmamıza neden oldu. Ancak, artık bu bağlamın güncel bir versiyonu daha öne çıktı. Türkiye Solunun önemli kısmının ustaların öğretileriyle olan ilişkisi, uzunca bir süreden beri münkir-inkar bağlamında bir sürece girdi. Ustaların yaşadıkları dönemde göremediği ya da yaşadığı zamanın sonrasında ortaya çıktığı için zaten öngöremeyeceği olguların yarattığı sonuçların bedeli onların öğretilerine yüklendi, tümünün inkarına yol açtı. Oysa öngörülerinin hiç biri tanrı kelamı değildi. Yukarıda da anlattığım gibi yaşadıkları dönemdeki her olgunun, dönemlerinden sonraki hiç bir olgunun farkına varmaları mümkün değildi. Ayrıca ustaların hiç biri kendisinin peygamber olduğunu da iddia etmemişti. Onlara peygamber payesi veren, söylediklerini de bizlere ayet gibi aktaranlar 'Cübbeli Abiler'di Geçmişin bu en koyu müminleri şimdinin en hızlı münkirleri oldu. Ve bu çok doğal... Bir öğretiye bu kadar dolaylı ulaşılırsa, kaynağı değil de mealleriyle idare edilirse, o öğreti öğrenilmez ve anlaşılmaz. O öğretiye sadece iman edilebilir. Sanıldığının aksine en kolay vazgeçilen, inkar edilen öğretiler, inançlar, yani iman edilenlerdir. Yeteri kadar karşı güç uygulamasına bakar. "Olguları, gerçekleri bilinçle algılayıp, gelişmiş bir etik ve mantıksal süzgeçten geçirerek, bilimsel yöntemlere dayanarak, oluşturulan düşünce sistemi inançlardan daha sağlamdır. Politik düşünceler, bilincimizde daha oluşurken, acımasız ateş çemberlerinden geçerlerse, defalarca su verilmiş çelik gibi, esnek ve sağlam olurlar. Oysa inançlar bilincimize özel ayrıcalıklarla yerleşmek isterler. Beynimizdeki özel localarda, dokunulmazlık zırhı ile korunarak rahat ve güvenilir ortam ararlar. En büyük kabusları sorgulanmaktır. En büyük dostları ise ön yargıdır. Katı ve esnemezdirler. Beynimizin çarkları arasına yerleşmiş kamalar gibi beynimizin rahat ve özgür çalışmasını engellerler. Sağlam, değişmez ve yenilmez görünürler. Ancak yeteri ölçüde güçlü gelişme ve değişimler karşısında da kırılgandırlar. Darbe yeteri kadar güçlü ve şiddetli ise yerlerini başka inançlara bırakarak kolayca yok olurlar." (*) 12 Eylül darbesi yeteri kadar güçlüydü. Sovyetler Birliğinin, Sosyalist Sistemin, Berlin Duvarının yıkılması da öyle...
Hegemonyanın tek becerisi, işine gelmeyen inançlara yeteri kadar karşı güç üretebilmesi değil. Yerine koyacağı o 'başka inancı' üretebilmekteki becerisi daha da önemli ve tehlikeli. 12 Eylül darbesi öncesinde 'imanın' arkasında; müminlerin gençlik hastalıkları, küçük burjuva bencilliği, kariyerizim, artizanlık vb. bireysel etmenlerin neden olduğu örgütsel zaaflar vardı. Zaman zaman bu zaaflar hegemonyanın gizil ve derin odakları tarafından kullanılıyordu. Ama sonuçta belirleyici olan, bu kişisel zaafların siyasi yapılanmalar içinde etkili olabilmesiydi. Günümüzde bu zaaflar hegemonya tarafından sofistike yöntemlerle konsolide ediliyor. Bu zaafları ustalıkla kullanan Küresel kapitalizm, artan gücü, gelişen teknoloji, geliştirdiği sofistike teknikleri sayesinde, imandan, inkara geçiş sürecini başlattı. Aslında geçmişin solcu mümininin yaptığı ile şimdinin sol münkirinin yaptığı öz olarak farklı değil. Bir zamanlar ustaların öğretilerini bizlere mealen aktararak imana çağıranlar, günümüzde bu öğretileri yine mealen aktararak inkara çağırıyorlar. O dönemlerde güncelin sorunlarını anlamak ve çözüm üretmek için sadece ustaların öğretilerini işaret edenler, (elbette bir çok eksik ve yanılgılarla birlikte) günümüzde çok önemli deneyim, bilgi, yordam, yöntem içeren bu öğretiye, eleştirel gözle de olsa bakmamızı "zinhar" istemiyorlar. Bağlamından koparılmış alıntılarla adeta boğulurcasına imana davet ediliyorduk şimdiyse yine bağlamından koparılmış alıntılarla adeta boğulurcasına inkara davet ediliyoruz. Bu yeni sürecin önemli ve öncel aşaması, ustaların öğretisini inkar etmenin sofistike tekniklerle "trend" haline getirilmesi oldu. Yetmez ama Evet süreci, bu sofistike tekniklerin en önemlilerinden biriydi. 15 Şubat 2012'de yazdığım, "Beyaz komünistlik... Bir davranış ayıbı." adlı yazımda bu konuyu başka bir bağlamında ele almıştım. "... Önceleri dünya sosyalist sistemine “daha” fazla bağlılık, “daha” Marksist, “daha” Leninist görünme yarışı üzerinden yürütülen beyaz komünistlik, günümüzde günceli yakalamak, değişimi fark etmek, gelişen dünya ve değişen koşulları algılamakta diğerlerine göre “daha” olma üzerinden yol alıyor. Bir zamanlar kendilerine göre “daha az" inançlı, “daha eksik" Marksist-Leninist, “daha zayıf ” komünist gördüklerini, şimdi de “bağlandığı yerde otlayan” değişim ve gelişmeyi kendilerine göre “daha” az ve geç fark eden, -bir zamanlar herkesten fazla sahiplendikleri- “köhnemiş” değerlere hala bağlı kalan bağnazlar olarak görüyorlar. Kendileri için kurdukları sırça grupların, o mükemmel kristalizesini bozan unsurlar olarak, yarattıkları suni “kırılma noktaları” ötesinde bırakmaya çalışıyorlar. Yıllar sonra abilerimizin abileri kapitalizmin “meğer ne güzel bir sistem” olduğunu keşfedip de “bir Marksist olarak işçi sınıfının gelişmesi için kapitalizmi desteklemek gerektiğini”(**) söylediğinde, içlerinden “demek yeni trend bu..!” derken, yüksek sesle “vallahi ben de böyle düşünüyordum” diyerek ortaya çıktılar. Büyük bir sofulukla sahip çıktıkları Marksizm için, “...Bize göre hastalığın nedenleri doğrudan doğruya Marksist teorinin kendi iç çelişkilerinde ve tarihsel aşılmışlıktadır.”(***) diye buyurulduğunda söylenenlere değil de söyleyene bakmak gibi “beyaz komünistliğin” en tipik davranış biçimini sergilemekten geri durmadılar. Zamanında “en Sovyetik” olma yarışlarında herkese nal toplatanlar, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının nedenlerini; “Ekonomide gelişmeyi sağlayan piyasa, rekabet, kâr gibi kurumlar, ...Toplumu merkezi planlayıp düzenleme anlayışı sonucu yok edildi” (***) gibi gerekçelere bağlayan kongre tutanaklarındaki derin(!) saptamaları altlarını çize çize ezberlediler. Bir anlamda kendilerinin de inkarı sayılabilecek bu büyük ideolojik değişmeyi kolayca sindirdiler. Bir komünist olarak akıl ve vicdanlarının bilimsel verilerle harmanlandığı mantık süzgeçlerinden geçirmeden, o bembeyaz mantalitelerinin “bakınız ben neler biliyorum” arşivine kolayca attılar."(****) Bu yazıyı yazdığım yıllarda sol mahallede Yetmez ama Evet süreci en popüler zamanlarını yaşıyordu. 2010 referandumunda 'Evet'in kazanmasında baş rolde oynamışlar, adeta bir devrim olarak gördükleri bu zaferin sarhoşluğu içindeydiler. Sol içinde büyük bir kırılma hattı yaratmaya çalışıyor, daha büyük parçanın da kendilerinde kalacağını zannediyorlardı. Çılgın bir inkar yarışı vardı. Bu yarışta geride kalanları zavallı olarak görüyorlar ama asla acımıyorlardı.
Çıktıkları kutlu yolculuk; vizyon gerektiren, sadece 'yeniliğe açık' zihinlerin üstesinden gelebileceği, inkarı en ileri düzeye götürebilenlerin en önde tamamlayabilecekleri bir yöne gidiyordu. Bu yarışa katılmayanları, "yahu bir durun, geçmiş inkar etmek bu kadar kolay olmamalı, tartışmak, irdelemek lazım" diyenlere ise adeta iflah olmaz bir "Zombi" muamelesi yapılıyorlardı. Ben en iflah olmaz zombilerden oldum şimdiye kadar. O "kırılma hattının" diğer tarafında kalmam için her fırsatta taşlandım. Taşlanan daha bir çok arkadaşım oldu. Kurdukları, sadece hak edenlerin alındığı, adeta Nuh'un Gemisi gibi gördükleri, mail gruplarından itina ile dışlandım. Ama o güvendikleri gemi, sandıkları gibi deryalar aşan yolculuklara çıkmadı. Asıl kırılma bindikleri gemide yaşandı. Bir kısmı gemi su alıp karaya oturunca kös kös indiler gemiden. Müminlikten münkirliğe geçişte kendilerine kolaylık sağlayan o sonsuz pişkinlikleri bu defa da işe yaradı kolayca kendi koydukları kırılma noktasını yok varsaydılar. Hikayenin bundan sonrası uzun ve karmaşık, üstelik bu yazının konusu da değil. Türkiye Solunun içine düştüğü mümin- iman ve münkir-inkar bağlamlarının işlevsel olarak ne kadar benzediği, bu yazının temel konusu. Adı üzerinde "bağlam" (demet, kontekst) bağlamaktan yani sınırlamaktan geliyor. Eğer öğretileri kendi bağlamlarında öğrenmek yerine tüm zamanlar için tam anlamıyla geçerli olduğu ön kabulü ile ezberlerseniz, iman da etseniz, inkar da etseniz, kendinizi o öğretinin bağlamı içinde sınırlarsınız. 'Öğreti'lerin, 'öğreni'ye dönüşmesinin yolu kendi bağlamları ve zamanı içinde incelemekten geçer. Doğrusunu, yanlışını ya da eksiğini fazlasını da kendi döneminin konjonktürü içinde değerlendirmek gerekir. Ne Marks ne de Lenin peygamber olduklarını ilan etmediklerine göre kimsenin de onları iblis yerine koymaya hakkı yok. Nadi Öztüfekçi 6 Temmuz 2019
(*) Benim Marksizm'im https://nadioztufekciyazilari.blogspot.com/2013/08/benim-marksizmim.html
(**) Nabi Yağcı - Neşe Düzel röportajı Taraf gazetesi...
(***) TBKP kongre tezleri
(****) Beyaz Komünistler https://nadioztufekciyazilari.blogspot.com/2014/07/beyaz-komunistlik-bir-davrans-ayb.html
Yazının gücü; yakın tarihe ilişkin verilerle sorgulama yapmasından, hayatın test edip, doğruladığı ya da geçersizlestirdigi gerçeklerden gelmesinde büyük ölçüde. Kutlarım Nadi.
YanıtlaSil