Hala Charlie Hebdo saldırısını İslamofobi bağlamında
değerlendirme çabaları sürdürülmekte.
Aslında çaba diye nitelendirmek yanlış.
Zorlama demek lazım.
Biraz incelendiğinde bu noktadaki tavrın asıl kırılma
noktası olduğunu görmek mümkün.
Doğru tutarlı bir söylemle, güçler dengesine göre değişen
söylem arasındaki fark ve bu söylemin arka plandaki farklı itici güç, bence kırılma noktasının tam
kendisi.
Yani egemen gücün karşısında alınan konum...
Biat mı, yoksa onur,bilinç, bilgi, vicdan ve mantık süzgeçlerinden geçirilmiş bir gerçek arayışından yana bir karşı duruş mu?
Biat mı, yoksa onur,bilinç, bilgi, vicdan ve mantık süzgeçlerinden geçirilmiş bir gerçek arayışından yana bir karşı duruş mu?
Hemen belirteyim; “onur, bilinç, bilgi, vicdan ve mantık süzgeçlerinden
geçirilmiş bir gerçek arayışı” sözlerini özellikle kullandım.
Zira böylesi bir süzgeçten geçmeyen “gerçek” iddialarına itibar etmiyorum.
Zira böylesi bir süzgeçten geçmeyen “gerçek” iddialarına itibar etmiyorum.
İtibar etmiyorum, çünkü artık gerçeklik algısının gelişen
teknoloji ve tekniklerle gereksinim ve amaçlara göre kolaylık yönlendirilebildiği
bir dönem yaşıyoruz.
Bir zamanlar “Atatürk’e hakaret” yasaklarının tartışıldığı
sıralar, benim de katıldığım “düşünce özgürlüğünden yana” tavır gösterenlerin,
değiştirilen paradigmalar doğrultusunda nasıl çark ettiğini gözlemliyoruz.
Ne yazık ki ortada büyük bir samimiyetsizlik var.
Konjonktürel
belirsizliğin titreştirdiği trend ibresinin salınımlarına göre söylem geliştirmek
ya da söylemsizlik uygulamak yaygın bir davranış oldu.
30 yıllık bir paradigma değişim süreci turunu tamamladı
gözüküyor.
Demokrasi ve düşünce özgürlüğü iddiasıyla başlayan bu süreç,
görmezden gelinen bilimsel, sınıfsal gerçeklik zeminine basmadan, adeta bir
balon gibi yol almasının da etkisiyle fasit dairesini tamamlayıp, başladığı
yere döndü.
Üstelik geçen uzun süre boyunca pompalanan “demokrasi ve
özgürlük” gazıyla uçurulan bu balonun ağırlaşan sınıfsal, yaşamsal (ekonomik,
ekolojik) gerçeklerin de etkisiyle başladığı yerden daha aşağılara sürüklenme
tehlikesi var.
Zamanında bu cicili bicili, parlak renklere bezenmiş, yüksek
basınç gazla doldurulmuş eski halini hafızalarına kazıyanlar, aynı balonun
pörsümüş, artık yerlerde sürünen yeni halini görmüyorlar.
Bir kısmı için bu
zaten imkansız.
Çünkü uzun zaman önce yerleştikleri sepetinden o balonun yeni
halini görmek mümkün değil.
O sepetten inmeleri gerekecek. Zaten inmezlerse hep
birlikte karanlık derinliklere sürüklenecekler.
Ama o balona binmeseler de yolculuğunu bunca zamandır
alkışlayanların artık samimiyete dönme zamanları geldi. Kendilerini kandırmadan bazı gerçeklere dokunmaları
gerekiyor.
Özellikle gözlerinin önünde sönümlenen, pörsüyen demokrasi ve özgürlük balonun yanında giderek daha fazla ortaya çıkan İslamcılık, Osmanlıcılık ve despotizm gerçekliğine.
Özellikle gözlerinin önünde sönümlenen, pörsüyen demokrasi ve özgürlük balonun yanında giderek daha fazla ortaya çıkan İslamcılık, Osmanlıcılık ve despotizm gerçekliğine.
Dokunulması gereken diğer gerçeklik ise; İslamcılıkla demokrasinin
uyuşamayacağıdır.
Ve elbette insan hakları, özgürlük ve eşitlik gibi birçok
çağdaş değerlerle uyuşamaz.
İslamcılık kapitalizmle uyuşabilir.
İslamcılık emperyalizmle uyuşabilir.
Ama demokrasiyle, insan haklarıyla, eşitlikçilik gibi diğer birçok
kavramla uyuşamaz.
Kendimce yaptığım bu saptamanın ayaklarının yere basması
için yine kafamdaki “İslamcılık” tanımını açmam gerekiyor.
Öncelikle İslamcılıkla, İslamiyet’i birbirinden ayırmak
gerekiyor.
Yanlış anlaşılmasın “gerçek İslam” falan tartışması yapmak
istemiyorum.
İslamiyet’i savunmak ya da tartışmak da değil derdim.
Asıl anlatmak istediğim her türlü inanç üzerinden yapılan güç
ve çıkar çabaları.
Hıristiyanlık, Musevilik ya da bir başka inanç, fark etmiyor.
Ve bunlardan hangisinin çağdaş insani değerlerle daha uyumlu, adil ve mantıklı olduğu da çok önemli değil.
Ve bunlardan hangisinin çağdaş insani değerlerle daha uyumlu, adil ve mantıklı olduğu da çok önemli değil.
Değil mi ki inanç, değil mi ki mantık ve bilgiye dayalı bir
gerçeklik arayışına uzak..?
Yani yaşamın devingenlik ve değişkenliğine açık olmayan bir
öğreti üzerinden yapılan siyaset, ticaret ve sosyal statü edinme çabalarının
karşı tarafı (zira böyle çabaların mutlaka bir karşı tarafı vardır) baştan ön
kabule zorladığını vurgulamak istiyorum.
Bir anlamda gücü elinde tutanlar lehine haksız rekabet…
Bu arada kafamdaki “İslamcılık” tanımı da ortaya çıkmış
oluyor.
Belki de daha geniş anlamda “İnanççılık” diyebiliriz.
Belki de daha geniş anlamda “İnanççılık” diyebiliriz.
Ama ben ülkemiz somutundan hareketle “İslamcılık” üzerinden
tartışmayı yürütmek istiyorum.
Cumhurbaşkanının ve Başbakanın büyük bir sorumsuzlukla
yürüttüğü İslamcılık üzerinden…
İslam inancı ve öğretisi üzerinden (din) yapılan
iktidar(siyaset), kazanç(ticaret) ve sosyal statü edinme çabalarının (kariyer) özetle güç ve çıkar arayışının tümünü “İslamcılık” olarak tanımlıyorum.
Burada hemen; “Ne değildir?” sorusuna da yanıt vermem gerekir.
İnançları yüzünden maruz kalınan baskıya karşı yapılan mücadeleyi “İnanççılık”
olarak dolayısıyla da “İslamcılık” olarak değerlendirmiyorum.
Arada çok ince, perfore bir çizgi olsa da bunu vurgulamak önemli…
Arada çok ince, perfore bir çizgi olsa da bunu vurgulamak önemli…
Zira tarih inançlar yüzünden zulüm ve mağduriyet örnekleri
ile doludur. Bizim tarihimiz de…
Ama bu gerçeğin beraberinde getirdiği bir başka gerçek de;
inançlar yüzünden görülen zulmün zalim tarafının bir başka inanç olduğudur.
Yani inanç mağduriyetinin kaynağı yine inanççılık…
Yani inanç mağduriyetinin kaynağı yine inanççılık…
Bu zulüm ne adına yapılırsa yapılsın, ister İslam, ister laiklik,
ister ateizm adına, sonuçta inançlar üzerinden yapılan baskının nedeni başka bir inanç.
Ülkemiz tarihinde çoğu kez saptırılarak ve abartılarak dile
getirilse de bir gerçek olan, laiklikçilik üzerinden yapılan baskıların tanımı
da sonuçta “İslamcılıktır”
Çünkü İslamcılığın en temel özelliği İslam öğretisinin
dünyevi çıkarlar doğrultusunda, işine geldiği gibi yorumlanmasıdır.
Buradan
hareketle rahatlıkla; “İslamcılık bu toprakların kadim sorunudur” diyebiliriz.
Kadim ve önemli, tehlikeli ve zorlu... Güçlü bir mutabakatla, öncelikle
düşünsel zeminde ama eylemsellik dışında kalmadan mücadele edilmesi gereken bir sorun.
Burada önemli olan nokta kanımca şu; bu mücadeleyi asla
İslamiyet’e ve de Müslümanlara karşı yapmamak.
Peki, mümkün mü?
Peki, mümkün mü?
Yani İslamiyet eleştirilmeden, ele alınmadan İslamcılığa karşı
mücadele edilir mi?
Evet, oldukça karışık ve zor bir konu…
Ama başarılması, üstesinden gelinmesi gereken bir konu…
Hatta İslamcılıkla mücadelenin meşru zeminler de (sadece
yasallık anlamında alınmasın) nasıl yapılacağı da önemli. Yani daha önce
yapıldığı gibi yasakçı tavır içine girmeden, her ne kadar İslamcılık iktidarda
olsa bile despotizmi savunur pozisyona düşmeden nasıl yapılacağını tartışmak
gerekir.
Görüldüğü üzere önemle üzerinde durulması gereken, karmaşık
ve zor bir konu…
Konuya başladığımız noktaya dönersek; samimiyetle, trendler
ve üretilen suni paradigmalardan etkilenmeden, egemen düşünceye biat etmeden
düşün üretmemiz gerekiyor.
Ama her şeyden önce yılmadan, ortamda yoğunlaşan kara
bulutların korkusuna kapılmadan, serinkanlılıkla yapmalıyız bu işi…
Yani onur, bilinç, bilgi, vicdan ve mantık süzgeçlerinden geçirilmiş
bir gerçek arayışı içersinde düşünce üreterek, cesaretle de eylemlileşmek gerekiyor.
Nadi Öztüfekçi
19 Ocak 2015
19 Ocak 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Lütfen hakaret içeren yorumlar yazmayın.