Düşünsel atmosferimizin zehirli gazları; Dincilik, mezhepçilik, budunculuk...
İŞİD’e ve de onun Türkiye’deki gizli ve açık partnerlerine -ki en açık partneri şu anda iktidarda- ne kadar esip yağsak az. İŞİD’i, AKP iktidarını onların ilişkilerini olabildiğince ortaya dökmek lazım.
İŞİD’e ve de onun Türkiye’deki gizli ve açık partnerlerine -ki en açık partneri şu anda iktidarda- ne kadar esip yağsak az. İŞİD’i, AKP iktidarını onların ilişkilerini olabildiğince ortaya dökmek lazım.
Bu konuda ki
tüm haberleri, yorumları önemli buluyorum.
Ancak gerek
AKP iktidarını, gerekse IŞİD’in ülkemizdeki örgütlü, hazırlıklı ve giderek
artan potansiyel tehlike halini besleyen koşulları, atmosferi de konuşup
tartışmak gerekir.
Şimdi
kendimce onu yapmaya çalışacağım.
Atmosferin
içerdiği gazların bileşim oranının değişmesi, örneğin yaşadığımız, soluduğumuz
ortamda karbondioksit benzeri gazların artması yaşam fonksiyonlarımızı
ağırlaştırır, zora koşar.
Zihnimizin,
vicdanımızın, akıl ve mantığımızın soluduğu kültürel ve politik atmosferde
inanç ve kimlik siyasetinin giderek ön plana çıkması da düşüncelerimizi
ağırlaştırıyor.
Düşünce
üretmekte, yolumuzu bulmakta, zorlanıyoruz.
Kültürel
atmosferimizi oluşturan bilim, sanat, tarih, felsefe gibi bileşenler, dincilik,
mezhepçilik ve giderek budunculuğa doğru evirilen kimlikçilik bileşenlerinin
hızla artan oranı karşısında giderek etkisizleşiyor. Ürettiğimiz düşünce,
ideoloji ve politikaya etkileri giderek azalıyor.
Ama en
kötüsü; bu oluşturulmuş, kin, bağnazlık, korku ile katıştırılmış atmosferi
dağıtmak, nefes alanımızı zenginleştirmek yerine, zihinsel fizyolojimizi bu
atmosfere uyarlamaya çalışmak olur.
Evet, belki
fizyolojik olarak bulunduğumuz ortamın atmosferini zorunlu olarak solumak
durumunda kalabiliriz. Ama zihinsel anlamda bu atmosfere uyum göstermek zorunda
olmadığımızı hatırlamakta yarar var.
İnsanlığı
bugüne getiren toplumsal ilerlemenin zihinsel tabanda temel dinamikleri olan bilim,
sanat, tarih, felsefe gibi unsurlar aslında kültürel atmosferimizin doğal
bileşenleridir.
Bu bileşenleri tercih edebiliriz. Belki temiz hava çarpması gibi bu düşünsel zenginliklerin yoğun oksijeni zihnimizin bronşçuklarını önceleri biraz yakabilir ama zihnimiz, sonrası için kesinlikle daha iyi beslenecektir.
Bu bileşenleri tercih edebiliriz. Belki temiz hava çarpması gibi bu düşünsel zenginliklerin yoğun oksijeni zihnimizin bronşçuklarını önceleri biraz yakabilir ama zihnimiz, sonrası için kesinlikle daha iyi beslenecektir.
Dincilik,
mezhepçilik ve budunculuk, küresel egemenlerin -tıpkı Dünya atmosferine
saldıkları yaşamla uyumsuz, hatta karşıt flora karbon ve benzeri gazlar gibi-
İnsanlığın başına bela ettiği, kültürel atmosferimizin zehirli gazlarıdır.
Sakın yanlış
anlaşılmasın dinler, mezhepler, etnik kimlikler insanlık tarihinin en doğal
unsurlarıdır, hepsi de birer olgudur. Burada sözü edilen şey, tarih boyunca tüm
egemenlerin yaptığı gibi, günümüzün küresel
egemenlerinin de ihtiyaçları ve istekleri doğrultusunda, bu unsurlar üzerinden
yürüttükleri politikalardır.
Yani karşı
olunan, tehlike görülen ve mutlaka mücadele edilmesi gereken şey dinler değil
dincilik,
mezhepler değil mezhepçilik, etnik kimlikler değil budunculuktur.
mezhepler değil mezhepçilik, etnik kimlikler değil budunculuktur.
Aslında bunlar
dinlerin de, mezheplerin de, etnik kimliklerin de en büyük düşmanıdır.
Çünkü
hedefte diğer dinler, diğer mezhepler ve diğer etnik kimlikler vardır.
Bence bu
nokta çok önemli…
Bu noktadan
akıl yürütmeye çalışalım.
Ezilen
kimlikler bir olgu değil midir? Evet, olgudur hem de oldukça önemli bir olgu,
oldukça önemli bir sorundur. Sen görmezden geldiğinde senin yerine görüp
deşeceklerin hazır olduğu, önemli bir yaradır.
Ancak ezilen
kimlikler sorunuyla baş etmenin yolu kimlikçilik olmadığı gibi ezilen
kimliklerin derdine de derman olmaz.
Kimlikçilik ezilen
kimlik sorununun bir sendromudur, ilacı değil.
Ezilen
kimlik sorunu ve kimlikçilik siyaseti birbirini besler, hatta birbirinin nedeni
ve sonucudur.
Her ezilen
kimlik sorunu aslında bir diğer kimliğin (bazen kimliklerin) gizli açık
yürüttüğü kimlikçilik siyaseti sonucudur.
Kimlikçilik
siyasetine karşı yapılacak top yekun mücadele, ezilen kimlik sorununa karşı
mücadelenin olmazsa olmazıdır.
Zira doğumsal
nedenlerle oluşan kimlikler kişisel tercih ve çaba ile değiştirilemez. İnsanlar
büyük çoğunlukla inançlarını ve hiçbir şeklide de etnik kimliklerini
değiştiremeyeceği gibi birlikte olduğu dindaş ve soydaşlarını da seçemez.
Kimlik siyasetinin yoğunlaştığı ortamda kendi kimliğinin sömürgen, asalak, doğa
düşmanı sermayedarlarını diğer kimliklerin çalışkan, dürüst yoksul emekçilerine
tercih etmek durumundasındır.
Oysa sermaye
sınıfı aralarındaki her türlü rekabete karşın kimlik gütmeden sınıfsal
dayanışmasını her zaman önde tutar. Zira egemen sınıf olmasının temel nedeni, emekçi
sınıflara göre sınıf bilinç ve dayanışmasının daha gelişmiş olmasıdır.
Sen kendi sınıfından olanlara karşı kimlik kavgasına tutuşmuşken senin soydaşın olan sermayedar sana ve "öteki" kimlikten emekçiye karşı kendi sınıfsal saldırısına devam eder.
Sen kendi sınıfından olanlara karşı kimlik kavgasına tutuşmuşken senin soydaşın olan sermayedar sana ve "öteki" kimlikten emekçiye karşı kendi sınıfsal saldırısına devam eder.
Daha açık
ifadeyle en başat, en haklı mücadele olan sınıf kavgası kimlik mücadelesinin
arkasında gölgelenir silikleşir.
Ayrıca kimlik
üzerinden sürdürülen mücadelelerin, sınıf mücadelesinden çok temelde farkları
vardır. Sınıf mücadelesinin zafere ulaşmasının göstergesi ezilen sınıfın ezen
sınıf üzerindeki diktatörlüğüdür.
Bu ezilen
sınıf için yegane kurtuluştur, uzlaşma geçerli değildir. Diğer sınıf zaten
kendi iktidarı olmadığı durumda yok olmaya mahkumdur. Bu en azından, hayata
geçebilsin ya da geçemesin kendi içinde mantık ve etik tutarlılık taşır.
Ama kimlik mücadelesinde böyle bir durum ezen ve ezilen kimliğin sürekli yer değiştirmesi anlamına gelir ki ne mantık ne de adil ve etik bir tutarlılık taşır.
Ama kimlik mücadelesinde böyle bir durum ezen ve ezilen kimliğin sürekli yer değiştirmesi anlamına gelir ki ne mantık ne de adil ve etik bir tutarlılık taşır.
Ezilen
kimlikler için mücadele sonuçta bir demokrasi, adalet ve etik sorunudur gerçek
çözümü uzlaşma ve karşılıklı hoşgörü ve empatiye dayanır.
Ama kimlikçi bir anlayışla yapılan mücadele kimlikler arası mücadeleye kolayca dönüşür.
Ama kimlikçi bir anlayışla yapılan mücadele kimlikler arası mücadeleye kolayca dönüşür.
Bu özelliği
ile kimlik mücadelesi manipülasyona en açık mücadele alanıdır. Her an egemenlerin
çıkar planları doğrultusunda yön kazanma olasılığı vardır.
Bütün
bunları sermayenin küreselleşmesinin geldiği noktayı hesaba katarak bir daha
düşünelim.
Dolayısıyla
kimlikçiliğin küresel egemenler için nasıl elverişli bir araç olabileceğini,
aslında çoktan bir egemenlik sürdürme aracı olduğu sonucuna kolayca
varabiliriz.
Elbette bu
sonuca varmak için bir zamanlar ağzımızdan düşürmediğimiz “sınıfsal
çelişkilerin”, “sınıf mücadelesinin” ne anlama geldiğini önce hatırlamak
gerekiyor.
Bu
hatırladıklarımızın üstüne kapitalizmin küreselleşmesinin ve içselleşmesinin
niceliksel olarak vardığı noktada ne gibi niteliksel sonuçları olabileceği
üzerine kafa yormak gerekiyor.
Belki bütün
bu kafa yormaların sonunda doğumsal olarak edindiğimiz budunsal, dinsel,
mezhepsel aidiyetlerimizin ötesinde yepyeni bir kimliğin yeşermeye başladığını
görebiliriz.
Yurt ve
yaşam ortaklığının, sermaye sınıfının çoktan terk edip yoksul emekçi sınıfları
kendi kaderi baş başa bıraktığı tarih ve kader birliğinin kendiliğinden oluşturduğu
ulusal bir aidiyetin ortaya çıktığını görebiliriz.
Aynı coğrafi
bölgelerde aynı toprakları, ekip biçmek, beslenmek, aynı suları içip, aynı
havayı solumak, aynı çevre koşullarında yaşamak zorunda olan; insanı, kurdu
kuşu, böceği, ağacı ve yeşiliyle geçmiş, gelecek ve kader birliği yapmış emekçi
uluslar ne kadar gölgelenmeye çalışsalar bile varlar.
Bizim
ülkemiz açısından bunun somutlaşması Emekçi Anadolu Ulusudur.
Kendiliğinden;
Belki de Dünyanın
en kadim tarihine sahip olan;
Hiçbir etnik
kimlikle anılamayacak kadar büyük;
Tek bir
canlı türüyle sınırlı kalamayacak kadar geniş;
İçinde
sömürgenleri, yaşam, doğa ve çevre sevgisi yerine kar güdüleri ile hareket eden
sermayedarları barındırmayacak kadar arınmış Emekçi Anadolu Ulusu…
O kadar
kendiliğinden ki; tıpkı kendi doğal bileşenlerinden oluşmuş soluduğumuz
atmosfer gibi, solurken hissetmediğimiz ama yokluğunda nefessiz kalıp yaşayamayacağımız
temiz havamız gibi…
Küresel
egemenlerin ortama saldığı zehirli gazlara rağmen bunca zamandır birlikte
yaşamamızı engelleyememesinin nedeni de bu kendiliğinden var olan Emekçi
Anadolu Ulusudur.
Biliyoruz
ki; atmosferimizin, ayakları yere basan,
Kapitalizme ve onun temel dürtüsü olan kar dürtüsüne karşı mücadeleyi de içeren
bir çevre mücadelesi yapılmazsa yaşanamayacak konuma gelmesi kaçınılmazdır.
Aynı şekilde
zihinsel ve kültürel atmosferimizi zehirleyen Küresel Egemenlerin özellikle
besledikleri dincilik, mezhepçilik ve budunculukla mücadele edilmezse yaşam
giderek çekilmez hale gelir.
Ülkemiz
açısından İslamcılık, Sünnilik, Alevilik, Türkçülük, Kürtçülük ve diğer birçok budun
ve inanç üzerinden yükseltilmek istenen kimlikçiliğe karşı da mücadele
edilmezse ülkemiz yaşanmaz hale gelecektir. Emekçi Anadolu Ulusunun asli unsurları üzerinden
yürütülmek istenen ayrılıkçı veya baskıcı, “zor” üzerine temellendirilmiş bir
kimlikçi siyaset küresel egemenler tarafından özellikle pişirilmektedir.
Bunun ayırtına
varılmaz ve şimdiden mücadele edilmezse yıllarca sınır, toprak su gibi yaşamsal
kaynaklar, madenler ve enerji santral ve hat kavgaları küresel güçlerin gözetim
ve teşvikinde sürüp gidecektir.
Bu ayrıklıkçı
savaşların önünde set veya birleştirici unsur olarak öne sürülen İslam
Kardeşliği ise aslında ayrımcılığın, ayrılıkçı kavgaların kaynağı olan
İslamcılığın bir başka tanımıdır.
İslamcılık ülkemiz, coğrafyamız ve Emekçi Anadolu Ulusunun en büyük düşmanıdır. 12 Eylül 1980’den bu yana Faşist Cunta ile başlayarak gelen hükümetler, açık veya derin devlet, küresel güçler tarafından ve ne yazık ki devşirilmiş aydın ve bir kısım ‘sol’ gürüh tarafından gizli veya aleni, bilerek ya da bilmeyerek beslenmiştir.
İslamcılık ülkemiz, coğrafyamız ve Emekçi Anadolu Ulusunun en büyük düşmanıdır. 12 Eylül 1980’den bu yana Faşist Cunta ile başlayarak gelen hükümetler, açık veya derin devlet, küresel güçler tarafından ve ne yazık ki devşirilmiş aydın ve bir kısım ‘sol’ gürüh tarafından gizli veya aleni, bilerek ya da bilmeyerek beslenmiştir.
Bugün
parlamentoda yer alan tüm partiler, yer almayanların önemli kısmı ve diğer sol,
sağ veya liberal birçok siyasi çevre, Kürt hareketi ve diğer kimlik siyasetleri
İslamcılıktan etkilenmiş ve hala etkisi altındadırlar.
İslamcılığa karşı mücadele etmedikleri gibi birçoğu, hatta önemli bir kesimi böyle bir mücadelenin gereksizliği, yanlışlığını savunmaktadır.
İslamcılığa karşı mücadele etmedikleri gibi birçoğu, hatta önemli bir kesimi böyle bir mücadelenin gereksizliği, yanlışlığını savunmaktadır.
Dolayısıyla şu
an İslamcılığa karşı mücadele (İslamiyet’e değil) yapılmamakta aksine ülkece desteklenmektedir.
Bu durum
ülkenin İslamcı bir zihniyetle yönetilmesinden de kötü bir durumdur.
Bu açıdan
bakarsanız IŞİD’in canlı bombalarını besleyen atmosfere katkı sanıldığından çok
daha ileri düzeydedir.
Ankara katliamının Küresel olmayan yanı öz olarak budur.
Ankara katliamının Küresel olmayan yanı öz olarak budur.
AKP ve Türk
İslam sentezinin savunuculuğundan gelmiş MHP’yi bir yana bırakırsak;
CHP’nin
cumhurbaşkanı adayındaki tercihi, İslamcı isimlerden medet umması ve yaşadığı
fiyaskolara rağmen laikliğe olan yaklaşımındaki ortam tavsiyelerine uyarak
verdiği tavizler;
HDP’nin Kürt
coğrafyasında izlediği batıdakinden oldukça farklı politikalar falan
İslamcılığın etkisinin ne kadar arttığının göstergesi…
Ama bütün
bunlar İslamcılığın Anadolu topraklarının doğal bileşenlerinden biri olduğunu,
temel dinamiğimiz olduğunu kanıtlamıyor.
Tarih İslamcılığın bu topraklarda kendi dinamiğinde gelişemediğini egemenlerin ne kadar üzerine gitse de bu topraklardaki kardeşliği yok edemediğini yazıyor.
Tarih İslamcılığın bu topraklarda kendi dinamiğinde gelişemediğini egemenlerin ne kadar üzerine gitse de bu topraklardaki kardeşliği yok edemediğini yazıyor.
Yaşanan bugünkü
durum İslamcılığın her şeye rağmen bu toprakların kaderi olmadığını ama
mücadelenin bugünden başlayarak daha güçlü bir şekilde sürdürülmesi
gerektiğini bize anlatmakta…
Kendiliğinden
var olan Emekçi Anadolu Ulusu buduncu, mezhepçi, dinci kışkırtmalara pabuç
bırakmayacaktır. Ancak elbette mücadele gerekmektedir.
Bu mücadelenin
önderi daha önce olmadığı kadar Türkiye İşçi Sınıfıdır.
Sorun bu
mücadelenin ideolojik önderliğini yapacak politik bir yapılanmanın olmayışıdır.
Nadi Öztüfekçi
19 Ekim 2015
Nadi Öztüfekçi
19 Ekim 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Lütfen hakaret içeren yorumlar yazmayın.