18 Ekim 2015 Pazar

Düşünsel atmosferimizin zehirli gazları; Dincilik, mezhepçilik, budunculuk...

Düşünsel atmosferimizin zehirli gazları; Dincilik, mezhepçilik, budunculuk...
İŞİD’e ve de onun Türkiye’deki gizli ve açık partnerlerine -ki en açık partneri şu anda iktidarda- ne kadar esip yağsak az. İŞİD’i, AKP iktidarını onların ilişkilerini olabildiğince ortaya dökmek lazım.
Bu konuda ki tüm haberleri, yorumları önemli buluyorum.
Ancak gerek AKP iktidarını, gerekse IŞİD’in ülkemizdeki örgütlü, hazırlıklı ve giderek artan potansiyel tehlike halini besleyen koşulları, atmosferi de konuşup tartışmak gerekir.
Şimdi kendimce onu yapmaya çalışacağım.

Atmosferin içerdiği gazların bileşim oranının değişmesi, örneğin yaşadığımız, soluduğumuz ortamda karbondioksit benzeri gazların artması yaşam fonksiyonlarımızı ağırlaştırır, zora koşar.
Zihnimizin, vicdanımızın, akıl ve mantığımızın soluduğu kültürel ve politik atmosferde inanç ve kimlik siyasetinin giderek ön plana çıkması da düşüncelerimizi ağırlaştırıyor.
Düşünce üretmekte, yolumuzu bulmakta, zorlanıyoruz.
Kültürel atmosferimizi oluşturan bilim, sanat, tarih, felsefe gibi bileşenler, dincilik, mezhepçilik ve giderek budunculuğa doğru evirilen kimlikçilik bileşenlerinin hızla artan oranı karşısında giderek etkisizleşiyor. Ürettiğimiz düşünce, ideoloji ve politikaya etkileri giderek azalıyor.

Ama en kötüsü; bu oluşturulmuş, kin, bağnazlık, korku ile katıştırılmış atmosferi dağıtmak, nefes alanımızı zenginleştirmek yerine, zihinsel fizyolojimizi bu atmosfere uyarlamaya çalışmak olur.
Evet, belki fizyolojik olarak bulunduğumuz ortamın atmosferini zorunlu olarak solumak durumunda kalabiliriz. Ama zihinsel anlamda bu atmosfere uyum göstermek zorunda olmadığımızı hatırlamakta yarar var.
İnsanlığı bugüne getiren toplumsal ilerlemenin zihinsel tabanda temel dinamikleri olan bilim, sanat, tarih, felsefe gibi unsurlar aslında kültürel atmosferimizin doğal bileşenleridir.
Bu bileşenleri tercih edebiliriz. Belki temiz hava çarpması gibi bu düşünsel zenginliklerin yoğun oksijeni zihnimizin bronşçuklarını önceleri biraz yakabilir ama zihnimiz, sonrası için kesinlikle daha iyi beslenecektir.
Dincilik, mezhepçilik ve budunculuk, küresel egemenlerin -tıpkı Dünya atmosferine saldıkları yaşamla uyumsuz, hatta karşıt flora karbon ve benzeri gazlar gibi- İnsanlığın başına bela ettiği, kültürel atmosferimizin zehirli gazlarıdır.
Sakın yanlış anlaşılmasın dinler, mezhepler, etnik kimlikler insanlık tarihinin en doğal unsurlarıdır, hepsi de birer olgudur. Burada sözü edilen şey, tarih boyunca tüm egemenlerin yaptığı gibi,  günümüzün küresel egemenlerinin de ihtiyaçları ve istekleri doğrultusunda, bu unsurlar üzerinden yürüttükleri politikalardır.
Yani karşı olunan, tehlike görülen ve mutlaka mücadele edilmesi gereken şey dinler değil dincilik,
mezhepler değil mezhepçilik, etnik kimlikler değil budunculuktur.
Aslında bunlar dinlerin de, mezheplerin de, etnik kimliklerin de en büyük düşmanıdır.
Çünkü hedefte diğer dinler, diğer mezhepler ve diğer etnik kimlikler vardır.
Bence bu nokta çok önemli…
Bu noktadan akıl yürütmeye çalışalım.
Ezilen kimlikler bir olgu değil midir? Evet, olgudur hem de oldukça önemli bir olgu, oldukça önemli bir sorundur. Sen görmezden geldiğinde senin yerine görüp deşeceklerin hazır olduğu, önemli bir yaradır.
Ancak ezilen kimlikler sorunuyla baş etmenin yolu kimlikçilik olmadığı gibi ezilen kimliklerin derdine de derman olmaz.
Kimlikçilik ezilen kimlik sorununun bir sendromudur, ilacı değil.
Ezilen kimlik sorunu ve kimlikçilik siyaseti birbirini besler, hatta birbirinin nedeni ve sonucudur.
Her ezilen kimlik sorunu aslında bir diğer kimliğin (bazen kimliklerin) gizli açık yürüttüğü kimlikçilik siyaseti sonucudur.
Kimlikçilik siyasetine karşı yapılacak top yekun mücadele, ezilen kimlik sorununa karşı mücadelenin olmazsa olmazıdır.
Zira doğumsal nedenlerle oluşan kimlikler kişisel tercih ve çaba ile değiştirilemez. İnsanlar büyük çoğunlukla inançlarını ve hiçbir şeklide de etnik kimliklerini değiştiremeyeceği gibi birlikte olduğu dindaş ve soydaşlarını da seçemez. Kimlik siyasetinin yoğunlaştığı ortamda kendi kimliğinin sömürgen, asalak, doğa düşmanı sermayedarlarını diğer kimliklerin çalışkan, dürüst yoksul emekçilerine tercih etmek durumundasındır.
Oysa sermaye sınıfı aralarındaki her türlü rekabete karşın kimlik gütmeden sınıfsal dayanışmasını her zaman önde tutar. Zira egemen sınıf olmasının temel nedeni, emekçi sınıflara göre sınıf bilinç ve dayanışmasının daha gelişmiş olmasıdır.
Sen kendi sınıfından olanlara karşı kimlik kavgasına tutuşmuşken senin soydaşın olan sermayedar sana ve "öteki" kimlikten emekçiye karşı kendi sınıfsal saldırısına devam eder.
Daha açık ifadeyle en başat, en haklı mücadele olan sınıf kavgası kimlik mücadelesinin arkasında gölgelenir silikleşir.
Ayrıca kimlik üzerinden sürdürülen mücadelelerin, sınıf mücadelesinden çok temelde farkları vardır. Sınıf mücadelesinin zafere ulaşmasının göstergesi ezilen sınıfın ezen sınıf üzerindeki diktatörlüğüdür.
Bu ezilen sınıf için yegane kurtuluştur, uzlaşma geçerli değildir. Diğer sınıf zaten kendi iktidarı olmadığı durumda yok olmaya mahkumdur. Bu en azından, hayata geçebilsin ya da geçemesin kendi içinde mantık ve etik tutarlılık taşır.
Ama kimlik mücadelesinde böyle bir durum ezen ve ezilen kimliğin sürekli yer değiştirmesi anlamına gelir ki ne mantık ne de adil ve etik bir tutarlılık taşır.
Ezilen kimlikler için mücadele sonuçta bir demokrasi, adalet ve etik sorunudur gerçek çözümü uzlaşma ve karşılıklı hoşgörü ve empatiye dayanır.
Ama kimlikçi bir anlayışla yapılan mücadele kimlikler arası mücadeleye kolayca dönüşür.
Bu özelliği ile kimlik mücadelesi manipülasyona en açık mücadele alanıdır. Her an egemenlerin çıkar planları doğrultusunda yön kazanma olasılığı vardır.
Bütün bunları sermayenin küreselleşmesinin geldiği noktayı hesaba katarak bir daha düşünelim.
Dolayısıyla kimlikçiliğin küresel egemenler için nasıl elverişli bir araç olabileceğini, aslında çoktan bir egemenlik sürdürme aracı olduğu sonucuna kolayca varabiliriz.
Elbette bu sonuca varmak için bir zamanlar ağzımızdan düşürmediğimiz “sınıfsal çelişkilerin”, “sınıf mücadelesinin” ne anlama geldiğini önce hatırlamak gerekiyor.
Bu hatırladıklarımızın üstüne kapitalizmin küreselleşmesinin ve içselleşmesinin niceliksel olarak vardığı noktada ne gibi niteliksel sonuçları olabileceği üzerine kafa yormak gerekiyor.
Belki bütün bu kafa yormaların sonunda doğumsal olarak edindiğimiz budunsal, dinsel, mezhepsel aidiyetlerimizin ötesinde yepyeni bir kimliğin yeşermeye başladığını görebiliriz.
Yurt ve yaşam ortaklığının, sermaye sınıfının çoktan terk edip yoksul emekçi sınıfları kendi kaderi baş başa bıraktığı tarih ve kader birliğinin kendiliğinden oluşturduğu ulusal bir aidiyetin ortaya çıktığını görebiliriz.
Aynı coğrafi bölgelerde aynı toprakları, ekip biçmek, beslenmek, aynı suları içip, aynı havayı solumak, aynı çevre koşullarında yaşamak zorunda olan; insanı, kurdu kuşu, böceği, ağacı ve yeşiliyle geçmiş, gelecek ve kader birliği yapmış emekçi uluslar ne kadar gölgelenmeye çalışsalar bile varlar.
Bizim ülkemiz açısından bunun somutlaşması Emekçi Anadolu Ulusudur.
Kendiliğinden;
Belki de Dünyanın en kadim tarihine sahip olan;
Hiçbir etnik kimlikle anılamayacak kadar büyük;
Tek bir canlı türüyle sınırlı kalamayacak kadar geniş;
İçinde sömürgenleri, yaşam, doğa ve çevre sevgisi yerine kar güdüleri ile hareket eden sermayedarları barındırmayacak kadar arınmış Emekçi Anadolu Ulusu…
O kadar kendiliğinden ki; tıpkı kendi doğal bileşenlerinden oluşmuş soluduğumuz atmosfer gibi, solurken hissetmediğimiz ama yokluğunda nefessiz kalıp yaşayamayacağımız temiz havamız gibi…
Küresel egemenlerin ortama saldığı zehirli gazlara rağmen bunca zamandır birlikte yaşamamızı engelleyememesinin nedeni de bu kendiliğinden var olan Emekçi Anadolu Ulusudur.
Biliyoruz ki;  atmosferimizin, ayakları yere basan, Kapitalizme ve onun temel dürtüsü olan kar dürtüsüne karşı mücadeleyi de içeren bir çevre mücadelesi yapılmazsa yaşanamayacak konuma gelmesi kaçınılmazdır.
Aynı şekilde zihinsel ve kültürel atmosferimizi zehirleyen Küresel Egemenlerin özellikle besledikleri dincilik, mezhepçilik ve budunculukla mücadele edilmezse yaşam giderek çekilmez hale gelir.
Ülkemiz açısından İslamcılık, Sünnilik, Alevilik, Türkçülük, Kürtçülük ve diğer birçok budun ve inanç üzerinden yükseltilmek istenen kimlikçiliğe karşı da mücadele edilmezse ülkemiz yaşanmaz hale gelecektir.  Emekçi Anadolu Ulusunun asli unsurları üzerinden yürütülmek istenen ayrılıkçı veya baskıcı, “zor” üzerine temellendirilmiş bir kimlikçi siyaset küresel egemenler tarafından özellikle pişirilmektedir.
Bunun ayırtına varılmaz ve şimdiden mücadele edilmezse yıllarca sınır, toprak su gibi yaşamsal kaynaklar, madenler ve enerji santral ve hat kavgaları küresel güçlerin gözetim ve teşvikinde sürüp gidecektir.

Bu ayrıklıkçı savaşların önünde set veya birleştirici unsur olarak öne sürülen İslam Kardeşliği ise aslında ayrımcılığın, ayrılıkçı kavgaların kaynağı olan İslamcılığın bir başka tanımıdır.
İslamcılık ülkemiz, coğrafyamız ve Emekçi Anadolu Ulusunun en büyük düşmanıdır. 12 Eylül 1980’den bu yana Faşist Cunta ile başlayarak gelen hükümetler, açık veya derin devlet, küresel güçler tarafından ve ne yazık ki devşirilmiş aydın ve bir kısım ‘sol’ gürüh tarafından gizli veya aleni, bilerek ya da bilmeyerek beslenmiştir.
Bugün parlamentoda yer alan tüm partiler, yer almayanların önemli kısmı ve diğer sol, sağ veya liberal birçok siyasi çevre, Kürt hareketi ve diğer kimlik siyasetleri İslamcılıktan etkilenmiş ve hala etkisi altındadırlar.
İslamcılığa karşı mücadele etmedikleri gibi birçoğu, hatta önemli bir kesimi böyle bir mücadelenin gereksizliği, yanlışlığını savunmaktadır.
Dolayısıyla şu an İslamcılığa karşı mücadele (İslamiyet’e değil) yapılmamakta aksine ülkece desteklenmektedir.
Bu durum ülkenin İslamcı bir zihniyetle yönetilmesinden de kötü bir durumdur.
Bu açıdan bakarsanız IŞİD’in canlı bombalarını besleyen atmosfere katkı sanıldığından çok daha ileri düzeydedir.
Ankara katliamının Küresel olmayan yanı öz olarak budur.
AKP ve Türk İslam sentezinin savunuculuğundan gelmiş MHP’yi bir yana bırakırsak;
CHP’nin cumhurbaşkanı adayındaki tercihi, İslamcı isimlerden medet umması ve yaşadığı fiyaskolara rağmen laikliğe olan yaklaşımındaki ortam tavsiyelerine uyarak verdiği tavizler;
HDP’nin Kürt coğrafyasında izlediği batıdakinden oldukça farklı politikalar falan İslamcılığın etkisinin ne kadar arttığının göstergesi…

Ama bütün bunlar İslamcılığın Anadolu topraklarının doğal bileşenlerinden biri olduğunu, temel dinamiğimiz olduğunu kanıtlamıyor.
Tarih İslamcılığın bu topraklarda kendi dinamiğinde gelişemediğini egemenlerin ne kadar üzerine gitse de bu topraklardaki kardeşliği yok edemediğini yazıyor.
Yaşanan bugünkü durum İslamcılığın her şeye rağmen bu toprakların kaderi olmadığını ama mücadelenin bugünden başlayarak daha güçlü bir şekilde  sürdürülmesi gerektiğini bize anlatmakta…
Kendiliğinden var olan Emekçi Anadolu Ulusu buduncu, mezhepçi, dinci kışkırtmalara pabuç bırakmayacaktır. Ancak elbette mücadele gerekmektedir.
Bu mücadelenin önderi daha önce olmadığı kadar Türkiye İşçi Sınıfıdır.

Sorun bu mücadelenin ideolojik önderliğini yapacak politik bir yapılanmanın olmayışıdır.

Nadi Öztüfekçi
19 Ekim 2015

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Lütfen hakaret içeren yorumlar yazmayın.