28 Haziran 2020 Pazar

RAMAZAN ÖZTÜTÜNCÜ ve MENEMEN İGD...

Ramazan Öztütüncü ile 42 yıl önceki ortak bir yaşanmışlık içeren, on yıl önce paylaştığım bir anı..
Bu anıyı Ramazan'ın ölümü ile ilgili paylaşımda sözünü ettiğim, Menemen İGD'nin kendine özgülüğüne örnek olması açısından tekrar paylaşıyorum.
Ancak anlatmadığım devamında Sevgili Ramazan'ın da kendine özgülüğünü ortaya çıkaran bir anektod bu.
Ölüm haberini aldığım bu akşam bu anının sonuna Ramazan'ı Ramazan yapan özelliklerinden birini de ekleyerek paylaşmak istedim.
.....
REVİZYONİZM.
"Menemen İGD yönetim kurulu toplantısı sonrası..
Gecenin geç vakitleri. Toplantı bitmiş, sohbet ediyoruz. Yönetim kurulu odasının kapısı açılıyor,"Müsjade var mı?" diye sendeleyerek içeri biri giriyor.
Hacı Dayı... Genelde olduğu gibi, kafası oldukça iyi.
Veli Aydın; -başkan- "Müsade senin Hacı Dayı gel" diyor ama Hacı Dayı çoktan girmiş, bir sandalyeye oturmuştu bile.
Hacı Dayı Derneğin civarında oturan, bizleri seven, kendisini bize yakın gören bir dostumuzdu. Akşamın belli saatinden sonra genelde çakırkeyif gezerdi.
Hacılıkla ilişkisi, yalnızca isim yada lakabından dolayı idi. Başka bir ismi var mıydı bilmiyorum ama ben onu Hacı Dayı diye bilirdim.
Aslında Menemen'de Hacı Dayı gibi dostlarımız çoktu. Yaşantılarını öyle çok ilkeli falan sürdürmüyorlardı.
Ama içlerinde bizden bir tarafları vardı ki bizim dostumuz olmaları için yeterdi. Onlar bizi severdi, biz de onları olduğu gibi kabul ederdik. Zaman zaman da işte böyle çat diye toplantıya girerlerdi.
Burası Menemendi ve bizde Menemenli idik.
Olurdu böyle şeyler.
Ya bir derdi vardı, ya da söylemek istediği bir şeyler. Ama bu defa hiç biri değildi sanırım. Oturur oturmaz kafasını öne doğru düşürüp, uyuklama pozisyonunu aldı.
Veli, başıyla devam işareti yaptı. Bizde kaldığımız yerden sohpete tekrar başladık. Kafamıza takılan teorik konularda sürdürdüğümüz bir sohbetti sanırım.
Hacı Dayı kafası önünde, yarı uyukluyor, zaman zaman da konuşulanları onaylıyormuş gibi başını sallıyordu. Bir ara konuşma arasında revizyonizm kelimesi geçti. O zamana kadar başı önünde bizi dinleyen - ya da dinliyormuş gibi yapan- Hacı Dayı;
"Bir Dakka" dedi. "Şu revizzvizyonizim ne demek şimdi." Ramazan(Öztütüncü);
" Hacı Dayı Revizyonizm, Marksizmin temel ilkelerinden taviz vermek demek..." diye söze girdi.
Hacı Dayı yanıtı beğenmediği ya da anlamadığını belirtircesine başını yukarı doğru kaldırıp salladı. Arkasından herkes bildiğince bir şeyler anlatmaya çalışsa da Hacı Dayı'ya bir türlü beğendiremedik
Başını yukarı doğru kaldırmış, suratını ekşitmiş vaziyette "şunu adam gibi anlatsanıza" der gibi duruyordu.
Sonunda Veli Aydın;
"Bak Hacı Dayı" dedi." Biz şimdi bu dalgaya girdik mi?"
Hacı Dayı;"Girdik Allahıma" dedi elini göğsüne vurarak...
'Dalga', bizim o zamanlar çok sık kullandığımız, duruma göre anlam kazanan joker bir kelimeydi.
Onun, o anda ne anlama geldiğini ancak biz Menemen İGD'liler bilirdik. Veli, burada "Dava" anlamında kullanmıştı.
Veli devam etti;
" Dalgaya girince de sonuna kadar gidilir değil mi?"
Hacı Dayı;
" Giderim Allahıma!",
Veli;
" İşte dalgaya su kattın mı, revizyonizm oluyo."
Hacı Dayı elini havaya kaldırdı;
"Hah" dedi "İşte bu kadar. Dalgaya su katmayacaksın arkadaş."
Bize doğru, "Bak gördünüz mü neymiş revizyonizm?" der gibi şöyle bir baktı.
Sonra kapıya doğru yürüdü, kapıyı açtı çıkıyordu ki geri döndü. İşaret parmağını şakağına doğru tutup gülümsedi. "Bir kelime öğrensen kârdır icabında." dedi.
Bizler gülmemek için kendimizi zor tutarken, Ramazan kendini hiç zorlamadı, kahkahayı koyverdi.
Biz Hacı Dayının kızmasını beklerken o, gülümsemesini daha da genişleterek; katıla katıla gülen Ramazan'a bakıp; "Yaa..!" diyerek başını salladı ve kapıyı kapattı.
Zaten Ramazan'a kızmak pek mümkün değildi.
Herkes gibi o da biliyordu ki; Ramazan, eğer gülmesi gelmişse (ki sık sık gelirdi) o anki ortama bakmaz gülerdi.
Dediğim gibi Menemen İGD kendine özgü bir şubeydi.
Ramazan da kendine özgü bir Menemen İGD'liydi.
Gülüşünü, neşesini kısacası kendisini özleyeceğim.
Güle güle kardeşim, seni de kaybettiklerimize yazdık ne yazık ki?

Nadi Öztüfekçi
28 Haziran 2020

29 Mart 2020 Pazar

VİRÜS MENZİLİNİZ KAÇ METRE?

Bir metre mi yoksa bir buçuk metre mi?
İşte o tartışmaları açığa çıkaracak başka bir araştırma...
Aşağıdaki NHK belgeselinde aynı zamanda araştırmanın da nasıl yapılması gerektiği konusunda fikir veriyor.
Bilgi gözle görülür hale getirilip, ölçerek biçerek saptayıp önermede bulunuluyor.
Yani öyle gelişi güzel üfürülmüyor.
Zaten belgesel de gösteriyor ki; üfürmemek lazım, havada kalıyor.



Bu video gösteriyor ki aynı evin içinde bile bulaşı gerçekleşebiliyor.
Peki. biz bunu topluma nasıl anlatacağız?
En başta örnek oluşturarak... Özellikle Medya'da ön planda olanların örnek oluşturması gerekiyor.
Sizce oluşturuyorlar mı?
Sabah Gazetesine göre Sağlık bakanı Fahrettin Koca bu konuda çok titiz.

Şöyle diyor Sabah:
"ÖNCE KURALI KOYAN UYMALI'
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, 'önce kuralı koyan uymalı' diyenlerden... Bakan Koca, sosyal mesafe kuralından asla taviz vermiyor. Tokalaşma, sarılma gibi durumlardan kaçınıyor. Sohbetlerini 1 metre mesafesinden gerçekleştiriyor."
Yanda bu "örnek" uygulamayı görmekteyiz.


Bir örnek uygulama da bizim mahalleden...
Medya Mahallesinde Ayşenur  Aslan da altmış beş yaş üstü yasağına uyarak programını evden sunuyor.
Yandaki görsel 23 Mart 2020 tarihli programından bir enstantane...
Sizce Emin Çapa'nın virüs menzili kaç metredir.

MESELE SOSYAL MESAFE DE DEĞİL...

Aslında yukarıdaki videoya göre, bu mesafenin çok da önemli olmadığı anlaşılıyor.
Görüldüğü gibi üfürünce havada kalıyor.
Örneğin toplu taşıma araçlarıyla, servislerle işe giden, gitmek zorunda olan işçilerin, çalışanların bulaştan korunmaları sosyal mesafe ile mümkün değil.
Ya da hastanede test için sıra bekleyen ve şikayetleri(örneğin öksürme) olduğu, kendinden şüphelendiği için orada olanların yani bulaşı almış olma olasılığı çok fazla olanların bekledikleri salonlarda bu güvenlik nasıl sağlanacak?
Eğer durum yukarıdaki görselde olduğu gibiyse bu mümkün değil.
Belki de yersiz bir şüphe ile gittiğiniz hastaneden, virüsü kapıp çıkmak büyük olasılık.
Ben bu sorunu aşmanın teknik olarak mümkün olduğunu düşünüyorum.
Bir uzman değilim ama sonuçta bu meredin temas ve ortak kapalı ortam solumasıyla bulaşıyor olduğunu hepimiz biliyoruz.
Bulaşı almış biriyle, almamış birinin teması ve aynı kapalı ortamda soluması engellenmezse yayılmasının önüne geçilemez.
Randevulu bir sistemle en fazla beşer kişilik gruplar, farklı zaman dilimi içinde kabul edilebilir, her gruptan sonra dezenfekte edilip havalandırılabilir örneğin.
Bu beş olmaz on olur ama niyet edilirse olur.
Ya da başka çözümler bulunur.

Ama görüldü ki "sürü bağışıklığı, " yöntemiyle bu salgının önüne geçilemez.
Mücadelenin özü; tespit ve tedavi etmek, izole etmek ve korumak.
Bu başarılamazsa, sonuçta ilan edilmese de, bilerek ya da bilmeyerek "sürü bağışıklığı" yöntemi kullanılmış olur ki bunun diğer adı "sürü kıyımıdır."

Nadi Öztüfekçi
29 Mart 2020

11 Ekim 2019 Cuma

SİZCE TRUMP'IN ÇELİŞKİLİ TUTUMU DELİLİĞİNDEN Mİ KAYNAKLANIYOR?

ABD Başkanı Donald Trump, Suriye konusunda üç seçenekleri olduğunu belirterek, Twitter üzerinden;
1 ) Ya oraya asker göndereceğiz ve askeri olarak kazanacağız
2 ) Ya Türkiye’yi finansal olarak ve yaptırımlarla sert bir şekilde vuracağız
3 ) Ya da Türkiye ve Kürtler arasında bir anlaşma için ara buluculuk yapacağız!
açıklamasında bulunmuş. (*)

Bana kalırsa hesaplar baştan beri 3. seçenek üzerine...
Diğer iki seçenek üçüncü maddeye zorlamak için ara aşama olarak düşünülmüş.
Türkiye böyle bir macera içine çekilerek, Suriye'nin kuzeyinde  kurulmuş, ABD'nin  51. Eyaleti konumundaki Kışla Devletinin varlığına rıza göstermeye zorlanacak.
ABD'nin  -ya da Trump'ın- bu harekata karşı çelişkili tutumu, bir taraftan çekilirken, diğer yandan tehditler savurmasının başka açıklaması olamaz.
Çok belliydi ki amaç, Türkiye'yi Suriye'e girmeye zorlamaktı.
Gerçi buna pek zorlamak denir mi bilemem. Özellikle Erdoğan iktidarı açısından...

Peki Erdoğan İktidarının Trump'ın bu üç seçenekli planına karşı tutumu nasıl olacak?
Kısaca akıl yürütelim.
Eğer sorun gerçekten, güney sınırımızdaki  ABD güdümündeki terör ordusunun yarattığı potansiyel tehlikeyi bertaraf etmekse;
normal koşullarda Türkiye, o toprakların meşru sahibi olan Suriye ile işbirliği yapabilirdi.
Böylece Suriye topraklarında işgalci durumuna düşmezdik.
Ama Erdoğan İktidarı bunu tercih etmedi. Neden..?
Devam edelim.
Bu tweete cevap verildiğini de görmedim.
Suriye'de 2011'den buyana olup bitenleri incelediğimizde; Kılıçdaroğlu'nun sorduğu, Erdoğan'ın yanıtlamadığı, -yanıtlayacağını da sanmadığım- soruları da dikkate alırsak..?
Görülüyor ki ortada yanıtlanmayan ya da yanıtlanmak istenmeyen sorular var.
Bunun nedeni kendinden emin olamama halidir.
Bana kalırsa Erdoğan İktidarı ile YPG arasında ABD gözetim ve desteğinde böyle bir anlaşma olması büyük olasılık.

Türkiye'de uzun zamandır pompalanan milliyetçi gaz alındıktan ve anlaşma için gerekli miktarda karşılıklı ölümlerden sonra YPG ile anlaşma yapmak, (siz onu ABD ile Suriye'nin bölünmesi konusunda anlaşmak olarak anlayın) herkese mantıklı gelecektir.
Evet herkese... Solcu veya sağcı olması, meseleye Türkçü veya Kürtçü bakış açısıyla yaklaşması fark etmeksizin herkese mantıklı gelecektir.
Hiç kimse Ortadoğu'da tıkanmak üzere olan BOP'un önünün açılmış olacağını aklına bile getirmeyecektir.
Suriye'den sonra İran ve arkasından Türkiye...
Zaten Etnik Aidiyet Takıntısı ile muzdarip Türkçü ve Kürtçü muhalif kesim dahil olmak üzere, hep birlikte Küresel Hegemonyanın ürettiği Küresel Rızaya boyun eğeceğiz.
Hatta kimileri "barış şenlikleri" bile düzenleyebilirler.
Post-Truth çağı böyledir işte. Karanlığın aydınlık gibi göründüğü, karanlığın sahiplerinin kolayca rıza üretebileceği bir ortamdır.
Küresel Hegemonyanın, "rıza üretme" gücü ve kararlılığını da asla hafife almayın.
Sırf inandırıcı olsun diye sahne efektlerini gerçek insan ölümlerini kullanarak düzenleyebilir.
Ya da ;
Küresel Kapitalizmin çıkarları doğrultusunda bölgenin formatlanması, yaşadıklarımıza göre çok daha şiddetli ve kaosların belirtileri, kitlelere müjde gibi gösterebilir.

Nadi Öztüfekçi
10 Ekim 2019

(*)
https://tele1.com.tr/abd-disisleri-bakanligindan-flas-aciklama-erdogan-harekat-oncesinde-trumptan-askeri-yardim-istedi-91248/

10 Ekim 2019 Perşembe

ÜLKE ÇAPINDA BİR TAKINTI...

Herkesin hayatında en az bir kez belirli bir düşünce, durum, olayla ilgili şüpheye düştüğünü, endişeye kapıldığını belirten uzmanlar, bunun çoğu kez gerçek bilgiye ulaşıldıktan kısa bir süre sonra ortadan kalktığını söylüyorlar. Ancak bazı şüpheli, endişeli düşünceler vardır ki; kişi düşüncesi ile ilgili bilgiye ulaşmış olsa dahi rahatlamaz, rahatlayamaz. Bu tip düşüncelerin zaman zaman herkesin aklına takılabilen, uykularını kaçırabilen, heyecanlandıran düşüncelerden farkı vardır. Bunlar; dürtüsel olarak istenmeden gelen, kişinin mantıklı kendine telkiniyle ortadan kalkar gibi olsa da yineleyici şekilde geri dönen ve kişiyi bunaltan düşüncelerdir. Takıntılı düşüncelere şüpheli düşüncelerden farklı olarak “Obsesif-Kompülsif Bozukluk”olarak tanımlanır. Birçok belirtisi var. İnternette bir çok araştırma bulabilirsiniz. Ben de öyle yaptım. Takıntı konusuna göre de değişiyor. Ancak; Ethnic Obsessive Compulsive yani Etnik Aidiyet takıntısı diye bir psikolojik bozukluk da literatüre girmiş ama ne yazık ki belirtileri konusunda fazla veri yok. Ulaşabildiğim bütün kaynaklar bu konunun yeteri kadar araştırılmadığını kendileri itiraf ediyorlar. Yabancı dilimin oldukça yetersiz olması da bir başka önemli sorun... Ve ne yazık ki Türkçe kaynak yok. Aslında ben değil akademisyenlerce özellikle Türkiye güncelliğiyle irdelenmesi gerekir. Günümüzün yaygın bir hastalığı olduğunu düşünüyorum. Toplumsal çapta olumsuz, hatta tehlikeli sonuçları olabilir. Yeteri kadar veriye dayanarak bir çıkarsama değil ama Obsesif-Kompülsif Bozukluk ya da diğer adı takıntı hastalığının bazı belirtilerinin Etnik Aidiyet Takıntısı için de geçerli olabileceğini düşünüyorum. Bunlardan ikisi şöyle: --) Genellikle akıldan çıkmayan kelimelere, görüntülere veya düşüncelere takılıp kalma, --) Belirli kelimeleri, cümleleri veya duaları tekrarlama gibi belirtiler... Türkiye siyaseti, -bu arada Türkiye Solu- bu belirtilere yakın davranışlar gösteriyor. Yani bunun için çok fazla gözlem yapmaya gerek yok. Şöyle sosyal medyada kısa bir gezinti yapsanız görüyorsunuz. Obsesif Türkçü ve Kürtçü paylaşımlardan geçilmiyor.
Şu günlerde arada bir paylaşım yaptığım bir facebook grubunda, etnik kimliğini de dillendirerek beş dakikada bir hemen hemen birbirinin tekrarı şoven paylaşımlar yapanlar var Yeteri kadar ilgi görmediğini görünce de kendisi kadar "duyarlı" olmadığını düşündüğü diğer insanlar hakaretler ediyor.
Elbette bu sadece bir örnek, takıntı ülke çapında...
Takıntıyı aşsak şu savaş tehlikesine karşı daha mantıklı yaklaşabiliriz. Her iki taraf da, "Her düğünün gelini, her cenazenin ölüsü" olma peşinde... Bir de siz bakarak olun, belki başka veriler bulabilirsiniz. Hatta çaresi konusunda önerileriniz bile olabilir. Nadi Öztüfekçi 10 Ekim 2019

8 Ekim 2019 Salı

BARIŞ SAMİMİYET İSTER..!

Şu "Barış(!) Pınarı" adlı sınır ötesi harekat için teskereye evet oyu kullanan partilerle, Hayır oyu kullanan partiler, oylarını ortak bir yalan üzerinden gerekçelendiriyorlar.
Sanki hükümet bu harekatı "Terör Koridorunu yarmak" ya da "Kürt Özerk Yönetimine" engel olmak için yapıyormuş gibi bir algı yaratıyorlar.
Bu harekat; ne ABD'ye rağmen, ne de ABD'nin Binlerce TIR silahla desteklediği Suriye topraklarında kurulan Kürt Kışla Devletine karşı yapılıyor.

ABD'nin bu harekata karşı olduğu yalan.
Çekildiği falan da yok.
Amaçları Türkiye'yi bu işgale ortak etmek...
Önümüzdeki günlerde Suriye, kendi topraklarında kurulan 51. ABD Eyaletine karşı bir operasyon düzenlerse TSK'nin, Kürt Silahlı güçleriyle değil, rejim güçleriyle karşı karşıya gelme olasılığı çok daha fazladır.
Bu arada ne yapacaklarını bilemedikleri tutuklu IŞİD'lilerin gardiyanlığını Türkiye'ye yükleme fırsatını da elde etmiş olacaklar.
Borsada bir gecede olup biten hareketlilik bunun bir TOKİ harekatına dönüşebileceği kuşkusunu da uyandırıyor.

Ne CHP, ne İYİ Parti, ne de HDP veriği oy için öne sürdükleri gerekçelerde samimi değil.
Hepsi de yaşadığımız Post-Truth döneme uygun davranıyorlar.
Yanında ya da karşısında görünerek, ayna tersinden Tek Adam Yönetiminin yürüttüğü algı operasyonuna destek vermiş oluyorlar.

Kendi adıma bütün sınır ötesi harekatlara karşı olduğum gibi buna da şiddetle karşıyım.
Ama aynı şiddetle işgal altındaki Suriye Topraklarında, ABD'nin 51. eyaleti konumunda bir kışla devleti kurulmasına da karşıyım.
Mahalle baskılarına boyun eğmeyeceğim.
Pan-Kürdizmin ideolojik zeminine taş döşemeye niyetim yok..
Aksine bu konuda daima teşhir edici olacağım.

İşgalcilere karşı savaş veren Suriye'nin yanındayım.
Mantık ve vicdanım bana bunu söylüyor

Nadi Öztüfekçi
8 Ekim 2019


6 Ekim 2019 Pazar

POST-TRUTH ERA ve 12 EYLÜL

Ben anma günleri hakkında yazmayı sevmem.
Örneğin siyasi tarihimizin en önemli kırılma noktası olan 12 Eylül Darbesi ile ilgili olarak çıkan yazılar söylenmesi gerekenleri -bana göre- zaten söylüyor olsaydı böyle bir yazı yazmayı düşünmezdim bile.
Ne yazık ki 12 Eylül Darbesi hemen hiç bir dönemde mantık ve vicdan eşliğinde "gerçekliğe ulaşma kaygısı" ile değerlendirilmedi.
Bunun önemli bir nedeni var. O da 12 Eylül'ün ta kendisi...
Mantık oyunu yaratmak istemiyorum ama durum tam da böyle.
12 Eylül'ün gerçeklik sınırları için kalarak irdelenmesine 12 Eylül Darbesinin en temel özelliği engel oluyor.
Bunu yazımda açıklamaya çalışacağım ama anlaşılabilmem için önce aşağıdaki videonun izlenmesi gerekiyor.


27 Ağustos 2019 Salı

MENEMEN 78 KUŞAĞININ ÜNAL ABİSİ...

Son iki yazım ölümler üzerine oldu.
Aslında üzerine yazı yazmayı en sevmediğim konu ölüm ve ölüm haberleri.
Ne kadar istemesek ve sevmesek de ölüm yaşamın bir parçası.
Pek görmek istemiyoruz ama 78 kuşağı öteden beri ölüm haberleriyle muhatap olmakta.
78 kuşağını şöyle tanımlayabiliriz; 78 yılında 18-20 yaşında olup da fiili olarak siyasetle uğraşanlar.
Bu tanım 68 kuşağından esinlendiği için de genellikle  o dönemin solcu gençlerine verilen bir addır.
Yani şimdilerde 60-61 yaşlarında olan "eski tüfekler"...
Artık kendimize yakıştırsak da yakıştırmasak da yaşlılık çağına girmiş yani "eskimiş" sayılırız.
Menemen 78 Kuşağı da epey kalabalıktır.
Ünal Atalay, Menemen 78 kuşağının Ünal Abisiydi...

24 Ağustos 2019 Cumartesi

ZİHNİ ÇETİNER YAŞAMINI KAYBETTİ...


Zihni Çetiner'le tanışmıştım.
Kısa da bir sohbetimiz olmuştu.
Keşke daha uzun olabilseydi. Tele 1'in haberinde olduğu gibi tarihsel önemi olan bir çok yaşanmışlığı vardı.
Hepsini birebir kendisinden dinlemek isterdim.
Bir gün denk gelirse bunu gerçekleştirebilir umudunu taşıyordum ki şu günlerde fazlasıyla muhatap olduğumuz "ölüm" bu umudumu noktaladı.

18 Ağustos 2019 Pazar

Cüneyt Cebenoyan’ın bıraktığı miras ve devrettiği ödev


Işıl Öz'ün Cüneyt Cebenoyan ile yaptığı, 11 Ocak 2018'de T24'te yayınlanan röportajdan bazı alıntılar:
"PKK her türlü insanlık suçunu işleyecek ama devlet de bunları suç olarak tanımladığı için ben susmak zorunda kalacağım! Öldürülen kendi canım, kanım olsa da sesimi çıkarmayacağım! PKK’ye sosyalist değildir bile diyemeyeceğim!
Dersem devletin diliyle konuşmuş olacağım!
Öyle mi? Öyle değil! " 

Cebenoyan, “Ablamın katilleri PKK’lı. PKK, sadece ablamı öldürmedi, binlerce insanımızı öldürdü. Öldürmeye devam edecek. Çünkü PKK’nin işi bu. Mesela 92-96 yılları arasında sadece Diyarbakır’da öldürdüğü öğretmen sayısı 27! Diğer sivilleri, diğer kentleri, diğer yılları saymıyorum. 

Başka hiçbir eylemi bilinmeyen İBDA-C’nin 1994’te The Maramara Oteli’ndeki patlamayı reklam amaçlı üstlenmesinin arkasına saklanılıyor ve PKK’nın gerçek fail olmadığı iddia ediliyor. Peki, siz bu bombalama öncesinde ya da sonrasında bir İBDA-C eylemi hatırlıyor musunuz? Hatırlamıyorsunuz, hafızanızı zorlamayın. Çünkü 'İBDA-C’nin böyle bir eylem yapma gücü ve potansiyeli olmadı'. Bu, o dönemde Ruşen Çakır’ın, yani İslami örgütler konusunda en bilgili kişilerden birinin bana söyledikleri…” diyor.

Ne olmuştu?